Disiplinlerarası Karşılaşmalar’ın 17. sayısının dosya konusu “Acının Dünyası/Dünyanın Acısı” dır.
Özet
Neoliberalizm bir doktrin olmasının ötesinde yeni bireysel bir toplumsallığın kurulmasına yönelik sosyolojik ve siyasal bir programdır. 1950’lerde ve 60’larda karşı kültür Amerika’sında gördüğümüz New Age’in kısa sürede dünyaya yayılışının; 1970’lerde ve 80’lerdeki zirveye çıkışının; 1990’lardan itibaren postmodern dönemin ana akım kültürüne asimile oluşunun neoliberalizmin gelişimi ile doğrudan ilintisi vardır. Neoliberal özne, narsistik bir bölünmeye maruz kalan, bu bölünmenin bir ucunda depresyonla, diğer ucunda abartılmış bir performans zorlamasıyla baş etmeye çalışan özgün ve girişimci bir öznedir. Tıpkı neoliberalizm gibi postmodern dönemin ana akım kültürüne asimile olmuş New Age’de de özgün olma gerekliliği belirleyicidir. Bu makalede New Age’in postmodernitede sosyokültürel bir olgu olarak evrildiğini; bu nedenle de kendi başının çaresine bakmak zorunda olan neoliberal öznenin ihtiyaçlarına cevap veren bütünsel şifa ve kişisel gelişim konularına odaklandığını ortaya koyacağım. New Age’in ortak temasnın Gnosis olduğunu; bu temanın, kozmosun her şeyi kapsayan tek bir gerçeklikten oluştuğuna inanan, monizm geleneğini sürdürdüğünü; neoliberal özne için zihinsel bedensel ve ruhsal şifalanmanın ise ancak bütünsel olarak bu bilgi ve pratik yardımı ile mümkün olduğunu ifade edeceğim. Bu olgunun 1970’lerde ortaya çıkan 1990’larda zirveye ulaşan neoliberal politikaların yalnızlaştırdığı ve güçsüzleştirdiği bireye bir güçlenme ve kişisel gelişim aracı olarak sunuluşun hikâyesine ışık tutacağım.
Özet
Neoliberal hegemonya, toplumların sadece ekonomik ve siyasi yapılarını değiştirmekle kalmamış aynı zamanda bu toplumların üyeleri olarak neoliberal öznelerin duygusal dünyalarını da dönüştürmüştür. Günümüzde hegemonik neoliberal düzenin sürdürülmesinde hazzın üstünlüğü ve acının müstehcenleştirilerek yok edilmesi iki temel duygulanım biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Neoliberal toplumlar farklı düşünürlerce farklı biçimlerde tasvir edilmişlerdir. Palyatif toplumdan akışkan modern toplumlara kadar birçok toplum modelinin betimlenmesinin temelinde neoliberal siyasal rasyonaliteye hakimiyet vurgusu yatmaktadır. İçinde yaşadığımız toplumda yaşam ve verimlilik övülürken acı ve olumsuzluk gizlenmektedir. Neoliberal toplumlar birer performans ve olumluluk toplumlarıdır. Bu makalede acının toplumsal ve siyasal gelişime koşut bir biçimde gelişiminin ana momentleri vurgulanmaya çalışılacaktır. Bunun için toplumsal gelişmenin üçlü doğası üzerinden bir düşünce geliştirilerek acının da üçlü doğası olabileceği iddia edilecektir. Modernlik öncesi pastoral acıdan, acının ahlakileştirildiği neoliberal topluma uzanan süreçte acının dönüşümü üzerinde durulacaktır. Sonuçta insanın siyasal bir hayvan olduğu vurgusuyla, içinde bulunduğumuz neoliberal haz toplumunda yerinden edilmiş acının doğası üzerine düşünme teşvik edilecektir.
Özet
Bu çalışmada acı, en öncelikle, Nietzsche’nin soykütüğü yöntemle soruşturduğu muhtevası istikametinde incelenecektir. Décadence ya da nihilizme götüren “ressentiment metafiziğinin” de ancak bireyin acıyı olumlaması sayesinde geriletilebileceğinin, üst-insanın kendini aşma serüveninin tam da bu bağlamda mühim addedildiğinin altı çizilecektir. Bunun akabinde, acı ve ressentiment’in Nietzsche felsefesindeki sair yansımalarının politik olduğu varsayımıyla Yahudi-Hristiyan ahlakı, modern ideolojiler ve devlet eleştirileri mercek altına alınacaktır. Son olarak, Nietzsche’nin “güç istenci”, “bengi dönüş” ve “üst-insan” gibi meşhur kavramlarıyla acı ve ressentiment üzerindeki okumaları eşliğinde demokratik-çoğulculuğun mu yoksa “aristokratik bir radikalizm”in mi izini sürdüğünün tartışması yürütülecektir. Nihayetinde, hem bir his hem de Nietzsche’nin felsefesinin temel yapı taşlarından biri olan acının ressentiment ile irtibatının Nietzsche’de “politik-olanı” inşa ettiğine işaret edilecektir
Özet
Bu makalede bellek çalışmalarının önemli kavramlarından biri olan “bağışlama” ele alınmış ve geçmişin iki ayrı döneminde ve iki ayrı ülkede mağdur edilmiş Eva Mozes Kor ile Hilmi Köksal Alişanoğlu’nun bağışlama deneyimleri anlaşılıp açıklanmaya çalışılmıştır. Nazilerin Yahudi soykırımı başta olmak üzere İkinci Dünya Savaşı süresince işlediği suçların mevcut yasa gereğince 8 Mayıs 1965’ten itibaren zamanaşımına uğrayacağının açıklanmasının ardından “kötülük”, “zamanaşımı”, “insanlığa karşı işlenen suçlar” gibi konuların yanı sıra “bağışlama” konusu da tartışmaya açılmıştır. Bu tarihten itibaren günümüze kadar “bağışlama” üzerine söz söylemiş filozofların görüşlerinin ışığında soykırım mağduru Eva Mozes Kor’un bağışlama deneyimi ve 12 Eylül askeri darbesi mağduru Hilmi Köksal Alişanoğlu’nun “tek bir şartla” unutmaya hazır oluşu incelenmiştir. Mağduriyete içkin olan acının bir duygu oluşu gibi bağışlamanın da öncelikle bir duygu olduğu ve ancak hatırlama politikasının hâkim olması koşulu ile olanaklı olabileceği görüşü savunulmuştur.
Özet
Nilgün Marmara’nın şiirinde, estetik üretimle gerçek hayat pek çok noktada kesişir. Hatta bu şiirler, şairin gerçek öznesinin acısının, arayışının ve sorgulayışlarının izdüşümleri olarak da ele alınabilir. Bununla beraber, bu şiirlere şairin intiharının aydınlatıcı metinleri olarak bakmak, estetik üretimi göz ardı etmek anlamına gelir. Dolayısıyla bu şiirleri, onun ölümüne/intiharına gerekçe üreten metinler olarak edebi eleştirinin maksadını aşan yorumlarla değil, acının, arayışın, yalnızlığın ve ölüm tasarımının izdüşümleriyle kısıtlayıp tematik ve imgesel bir çözümlemenin malzemesi hâline getirmek daha doğru olacaktır. Bu noktada, genellikle dağınık hâlde üzerinde durulmuş ya da sadece değinilmiş olan acının hem izlek/tema hem de imgelemin besleyici unsuru olarak çözümlenmesi, acı çeken özneye ve acının izlerini taşıyan metinlere dair bütüncül sorgulamalar yapma olanağı barındırır. Bu çalışmada hem öznede hem de onun estetik yaratımlarında içkin olan acı, şiirlerin inşa süreciyle koşutluk içinde ele alınarak psikobiyografik ve yakın okuma teknikleriyle kronolojik olarak incelenmiştir
Özet
Küresel sağlık krizi olan salgınların yaşandığı dönemler, kırılgan grupların daha savunmasız hâle gelmesine yol açmaktadır. Mevcut eşitsizliklerin belirginleşmesine yol açan HIV ve COVID-19 salgınlarının koşulları ve salgınların ele alınış biçimleri arasında süreklilikler ve süreksizlikler bulunmaktadır. Pandemi süreçlerinde çeşitli grupların damgalanması ve ayrımcılığa maruz bırakılması nedeniyle insan hakları ihlalleri gerçekleşmektedir. Türkiye’de 1985 yılından itibaren HIV/AIDS ile ilgili haberlerde ön plana çıkan ilk üç kişi olan Ayhan Özyurt, Murtaza Elgin ve Nurettin Yurttaş ile ilgili basında yer alan haberler; ayrımcılık ve damgalanmanın kristalleştiği üç örnek olması bakımından önemlidir. 1985 yılında, ilk üç vaka etrafında yoğunlaşan, HIV/AIDS’e ilişkin haberler artışa geçmiştir. Bu nedenle, tirajı yüksek yedi ulusal gazeteden Cumhuriyet, Günaydın, Hürriyet, Milliyet, Sabah, Tan ve Yeni Asır gazetelerinde yayınlanan haberlerde HIV/AIDS’e ve HIV’le yaşayan kişilere yönelik söylemler, 1 Ocak 1985 ile 31 Aralık 1985 tarihleri arasındaki bir yıllık döneme odaklanılarak ele alınacaktır. Bu araştırmada, HIV enfeksiyonunun yalnızca biyomedikal bir olgu değil, aynı zamanda bir insan hakları meselesi olduğunu ortaya koymak amaçlanmaktadır.
Özet
Bu makale, çalışma hayatında kendi öznelliği ile var olabileceği, kendisini özerk bir biçimde ifade edebileceği beklentisi içinde olan yüksek eğitimli bir genç yetişkin grubun gerçekte yaşadığı özneleşememe deneyimlerini ve bunun karşısında belirli platformlar etrafında örgütlenerek yaşadıkları çelişkileri nasıl anlamlandırmaya çalıştıklarını konu almaktadır. Beklentilerinin aksine yüksek eğitimli bu grup için çalışma hayatı bireylerin kendi fikirlerini özgürce ifade edebilecekleri demokratik bir deneyim sunmaz. İş yeri paradoksal biçimde demokratik bir örgütlenme ile otoriter bir örgütlenme şeması arasında gidip gelmektedir. Bu çalışanlar için çalışma ilk olarak, araçsallaşma, anlam kaybı ve etik acı olarak deneyimlenen bir yabancılaşma biçiminde yaşanmaktadır. İkinci olarak da özne olarak kabul görmedikleri bir tanınmama deneyimidir
Özet
Bu makale, çalışma hayatında kendi öznelliği ile var olabileceği, kendisini özerk bir biçimde ifade edebileceği beklentisi içinde olan yüksek eğitimli bir genç yetişkin grubun gerçekte yaşadığı özneleşememe deneyimlerini ve bunun karşısında belirli platformlar etrafında örgütlenerek yaşadıkları çelişkileri nasıl anlamlandırmaya çalıştıklarını konu almaktadır. Beklentilerinin aksine yüksek eğitimli bu grup için çalışma hayatı bireylerin kendi fikirlerini özgürce ifade edebilecekleri demokratik bir deneyim sunmaz. İş yeri paradoksal biçimde demokratik bir örgütlenme ile otoriter bir örgütlenme şeması arasında gidip gelmektedir. Bu çalışanlar için çalışma ilk olarak, araçsallaşma, anlam kaybı ve etik acı olarak deneyimlenen bir yabancılaşma biçiminde yaşanmaktadır. İkinci olarak da özne olarak kabul görmedikleri bir tanınmama deneyimidir.
Özet
Bu çalışma, Fransız antropolog ve sosyolog David Le Breton’un Acının Antropolojisi kitabını değerlendirmektedir. Breton, bu eserinde acı olgusunun biyoloji ve tıp alanlarıyla olan ilişkisini kültürel, toplumsal ve dinsel boyutlarıyla yeniden düşünür. Breton acının, ilk bakışta oldukça zıt gibi görünen tüm bu alanlardaki tezahürlerini ve birbiriyle olan ilişkilerini tartışır. Eserinde acının işlevlerini de ele alan Breton, acıya çok yönlü bir perspektifle yaklaşarak, okuyucusunu acı ile düşünmede baş başa bırakır. Kimi zaman acı bir tür iktidar aracıdır kimi zaman sosyal kabulün ve grup kimliğinin ortak zeminini oluşturur. Bireysel deneyimlerde kişinin gündelik hayat ile ilişkisini değiştiren acı, toplumsal ve kültürel alanlarda farklı anlamlara da bürünür. Acının bu çok yönlü yapısı, onu zorunlu bir şekilde yeniden ele almayı ve yorumlamayı gerekli kılar.
Özet
Bu yazıda, Françoise Dastur’un Ölüm: Sonluluk Üzerine Bir Deneme kitabı inceleniyor. Öncelikle kitabın temel sorunu metafiziğin ölümün üstesinden gelme tutumuna karşı ölümü ve sonluluğu üstlenmeye yönelen bir fenomenoloji (ölümlü varlığın fenomenolojisi) geliştirmek olarak belirleniyor. Ardından kitapta örtük kaldığı düşünüldüğünden hiçlik ile ölüm arasındaki ilişki üzerine bir sorgulamaya girişiliyor ve bu iki kavramın kitapta özdeş olarak ele alınıp alınmadığı soruşturuluyor. Son olarak ise Türkçe çeviride problemli görülen noktalar ele alınıyor.
Özet
İspanya’nın Amerika kıtasını keşfi, pek çok alanda olduğu gibi hukukta da önemli değişikliklere vesile olmuştur. Kıtanın keşfiyle tanışılan yerli halkın yaşadığı acılar, bu acılara yöneltilen eleştiriler ve uluslararası hukuk üzerine tartışmalar başlamasına neden olmuştur. Çevirisi yapılan bu makalesinde Villa, İspanyol düşünürlerinin Amerikan yerlilerinin hakları ve uluslararası hukuk hakkındaki görüşlerini açıklamaktadır.
Özet
Bu makale, Ataköy’deki Karanfil Sokak’ta ve Validebağ Korusu’nu çevreleyen kalın duvarların dibinde -koru ya da bahçe ile taşıt yolu arasındaki eşikte- bir kirpiyle karşılaşmam sonucunda ortaya çıkmış ve kirpilerle birlikte yaşamanın olanakları üzerine düşünmemle şekillenmiştir. Koruların ve yeşil alanların sakinleri olarak kirpiler, yoğun yapılaşmadan kaynaklanan titreşimlerin çoğalması, korunaklı alanlarda insan baskısının artması ve bu alanların betonlaştırılarak yapay yaşam alanlarına dönüştürülmesinden dolayı taşıt yollarının kenarlarında görünür hale gelmişlerdir. Kirpiyle insan karşılaşmalarının kirpilerin eyleme gücünü (potentia agendi) artıran olasılıklara dönüştürülmesini sağlayacak bir arada yaşama koşullarının geliştirilmesi, bu çalışmanın temel yönelimlerinden birini oluşturmaktadır. Bu anlamda kirpilerin varlığını görünür kılacak üç imkândan söz edeceğim: Poetik uzamda kirpilerin yeri, kirpilerin zamansal ve mekânsal dinamizmleri, kirpi sokaklarıyla birlikte eşiklerin ihlâl edilmesi (iç-dış ayrımının sorgulanması). İlk olarak eşikteki deneyimleri tahayyül etmeyi sağlayan poetik uzamın, kirpilere yönelik şiddet içermeyen ve araçsallaştırmayan bir yaklaşım sunduğunu vurgulayacağım. İkinci olarak, kirpi ve insan karşılaşmalarının, kirpilerin kendilerine özgü ritimlerini ve dinamizmlerini dikkate almayı gerektirdiğine değineceğim ve son olarak liminal hayvanlardan olan kirpilerin yerleşim alanlarına doğru çizdikleri güzergâhlarda karşılarına çıkan eşiklerin kaldırılmasına yönelik çabalardan biri olarak “Kirpi Sokağı Projesi”nin, içeri ve dışarı arasında kurulan ikiliklerin aşılmasına sağlayan bir imkân olduğunu öne süreceğim.
Özet
Althusser’in konjonktür okumaları ve konjonktüre ilişkin tanımlamaları felsefe pratiğini anlamak açısından merkezi bir önemdedir. Zira Althusser’in felsefi müdahaleleri bir konjonktür okumasına dayalı olarak geliştirilmiş müdahalelerdir. Dolayısıyla felsefe pratiğini tanımlamak için, felsefenin konjonktürle ilişkisini tanımlamak gerekmektedir. Bu bağlamda Althusser’in Hegel’e müdahalesini incelemek, felsefi müdahalelerin konjonktürle ilişkisini açıklamak için önemli bir örnek teşkil edebilecektir. Althusser’in Hegel ile ilişkisi erken döneminden itibaren mevcutsa da 1960’larda geliştirdiği müdahaleler bugün bilinen anlamıyla Althusserci felsefenin kurucu temelleri olarak anılmaktadır. Dolayısıyla bu müdahaleler özel olarak önem teşkil etmektedir. Bu dönemde Fransız felsefesi açısından bir Spinoza Rönesansı da yaşanmaktadır. Ancak Althusser döneme damgasını vuran Spinoza Rönesansı ile farklarını da ortaya koymuş, Hegel’e müdahalelerde bulunurken onun bazı kavram ve kategorilerini de kullanmayı sürdürmüştür. Dolayısıyla Althusser ve Hegel ilişkisi genel olarak tanımlandığı gibi basit bir karşıtlık ilişkisi değildir. Bunun sebebi ise felsefe pratiğinin konjonktürle ilişkisidir. Felsefe pratiğinin konjonktürle ilişkisinin tanımlanması, felsefi müdahalelerin açıklanması ve buna dayanarak günümüz konjonktürüne ilişkin çıkarımlarda bulunulması için kritik önemdedir. Dolayısıyla tartışmamız, Althusser’in, Hegelcilik çağında Hegel’e karşı geliştirdiği müdahaleleri inceleyerek, Spinoza çağında felsefe pratiğinin nasıl olabileceğine dair bir soru sormaktadır. Bu noktada, sabit felsefi konumların var olmayacağı ve konjonktürel eğilimlerin felsefi müdahale için önemli olacağı öne sürülmektedir.
Abstract
When the Culture Industry theory is formed, it is clear that the role of the mass media is extremely important and that television is accepted as the most effective and popular tool among the mass media. While the culture industry destroys the differences between people and integrates them with the existing order, television is the most effective mass communication tool. Frankfurt School thinkers introduced the concept of the culture industry in the 1950s, when they immigrated to America. Criticisms brought to television within the concept of the culture industry can only be evaluated in the conditions of that period. As a result of the long time that has passed, the function of television has also changed on the basis of technology. In this context, after evaluating the function of the Frankfurt School, the culture industry, mass media and television in their own periods, the transformation of television today will be explained through the example of Netflix, so it is aimed to update the function of television within the concept of the culture industry, in other words, to reveal it in today’s conditions.
Özet
Mayıs 1702’de kaleme aldığı ve ölümünden sonra yayımlanan bu Latince fragmanda G. W. Leibniz, Kartezyen felsefenin cisim ve kuvvet anlayışını eleştirir ve kendi madde, uzam ve kuvvetler teorisini geliştirir. Leibniz, Descartes ve Kartezyenlere karşı 1) cisimlerin özünün yalnızca uzama indirgenemeyeceğini, bunun ilksel kuvvetin kendisinden kaynaklandığını, 2) sonuç olarak da Kartezyen hareket miktarının hareket eden bir cismin kuvvetini açıklamakta yetersiz kaldığını, çünkü fiziksel cisimlerin gerçek doğasının ancak dinamik kuvvetlerin dikkatli bir analiziyle anlaşılabileceğini ileri sürer.