ViraVerita 25 Kasım 2013’te yolculuğuna başladı. O zamandan beri her sene 25 Kasım’da, yayına başlamamızın yıl dönümü vesilesiyle, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne dair farkındalık oluşturmak amacıyla yazarlardan “toplumsal cinsiyet ve şiddet” konulu bir yazı kaleme almasını rica ediyoruz. ViraVerita’nın 11. Yılında Demet Gülçiçek, değerli çalışmasıyla bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Kendisine katkısı için çok teşekkür ediyor, şiddete yönelik farkındalığımızın ve eleştirelliğimizin hayatımızın her alanında canlı kalmasını ve şiddete karşı mücadelenin güçlenmesini temenni ediyoruz.
Sosyoloji teorileri üzerine olan dersimi her hafta bir soruyla başlatıyorum: “Geçen haftadan beri toplumsal olarak ilginizi ne çekti?” Öğrencilerimin cevapları çoğunlukla kaldıkları yurtlardaki gözlemleri ya da izledikleri film-dizilere dair yorumları üzerinden şekilleniyor. Ben de söylediklerini o derste üzerinde duracağımız teoriyle ilişkilendirerek ders sonunda bir tartışma sorusuna çeviriyorum. Burada bahsedeceğim derste ise öğrenciler bu soruma kadın cinayetleri üzerinden cevaplar verdiler. Kadın cinayetlerinin artışından, medyada gittikçe daha görünür olmasından, cinayetlerin işlenme biçimlerinden çok etkilendiklerini ifade ettiler: “Korkuyoruz hocam”, tema buydu. Yolda yürümekten korkuyoruz, bir mekâna girmekten korkuyoruz, evde olmaktan korkuyoruz, öldürülmekten korkuyoruz.
Bu yazıda bana hem çok kısa hem de çok uzun gelen bu dersteki iç sesimi izleyerek şiddet hakkında konuşmanın bazı zorluklarından bahsediyorum. Feminist bir hoca olarak kadına yönelik şiddet ve taciz hakkında konuşurken bu ders özelinde yaşadığım “bocalamayı” paylaşmak bana bir zaaf gibi görünmüyor. Aksine akademisyenliğin en kendinden emin görünenin kazandığı bir (eril) performans olarak görülmesini sorunsallaştırma yolunda bir adım olarak okunmasını umuyorum. Yıllardır üzerinde düşündüğüm, politika üretmeye çalıştığım, başka derslerde anlattığım, deneyimlemek zorunda kaldığım bir konu olmasına rağmen son birkaç haftayı takiben şiddet hakkında konuşurken bocalamam hem ürettiğimiz feminist sorgulamaların nüanslarını hem de içinde bulunduğumuz zorlu gerçekliği yansıtıyor.
Derste öğrencilerimin kadına yönelik şiddet ve tacizden nasıl etkilendiklerine dair cevaplarını dinledikten sonra kendimi Türkiye ve Latin Amerika’daki kadın cinayetleri oranları ve nedenlerinin farklarını gösteren veriler hakkında konuşurken buldum. Bir yandan haftanın konusu ilişkisel sosyoloji olduğu için bu farkları Bourdieu’nun habitus kavramına bağlayarak derse geçiş yapmaya çalışırken, bir yandan da yanlış bir şey yaptığımı düşünüyordum. Fakat anlattıklarına nasıl bir cevap versem, konuyu nasıl ele alsam, nereye getirsem emin olamadım. “Ben de korkuyorum arkadaşlar”; böyle mi desem? “Daha dün uçakta bir adama rahatsız ettiği için tepki verdim ve telefonum yanımda değil diye öldürülebilirim diye korktum”; bu onları daha da korkutmaz mı? “Şiddet dışarıda değil, kendini ait ve güvende hissettiğin alanlarda olunca farklı şekilde sarsıcı bir etki yaratıyor”; pek politik ve eleştirel erkeklerin taciz ve şiddetlerini mi açıklamaya başlasam?
Dersi anlatmaya devam ederken, kadına yönelik şiddet ile habitus kavramı arasında teorik olarak “muazzam” bir bağ kurduğum anda, öğrencilerimin yorumlarını merkeze almayarak yanlış bir şey yaptığımı düşünmeye devam ediyordum. Kurduğum teorik bağ onların söylediklerine doğrudan işaret etmediği için bana anlamsız geldi çünkü anlattıklarından bağımsız bir konudan bahsediyormuşum gibi bir izlenim bırakacağımdan çekindim. Korku üzerine birlikte konuşarak ilerleyebiliriz diye düşündüm; en azından beraber yalnız hissederiz diye. Ama korku üzerine nasıl konuşacağız ki? Kendi korkularımı toplumsal ve politik bir bağlama oturtsam, hangi birinden başlarım? Kırılgan erkekliklerin taciz ve şiddeti meşrulaştıran hangi formundan bahsederim? Bağlamı kurabilmek için dersten kopmadan bir ilişki bulmam gerek. Zihnimi tarayıp bir şeyler bulup çıkarmaya çalışıyordum: “Machiavelli’nin korku üzerine yazdıkları, Weber’in devlet analizi, Simmel’in kent alanlarının kullanımı örnekleri… Yaşlı, beyaz, ölü erkeklerin teorilerini bırakayım şimdi. Martineau’nun kadınlar üzerine araştırmaları ya da Du Bois’in ikili bilinç kavramı olur mu? Yok yok, feminist teoriden bir bağ kurayım; zaten bu bağı kurmadan hiçbir konuyu anlatamıyorum ki! Sara Ahmed… Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabı…”
Karar veremedim, bunların hiçbirini paylaşamadan hocalık pratiğime otomatik olarak devam ediyordum. İç sesim tüm çelişkileriyle öğrencilerimin söylediklerine geri dönerek bir konuşma açmak için uğraşırken dış sesim habitus ile alan kavramlarının ilişkisini anlatmaya geçti. Ağzımdan “ontolojik” ve “yapı” kelimeleri çıkınca daha da yabancılaştım. Teorik tutarlılığı çok önemserim, ama bu seferlik bir kenara bırakayım dedim; varlıktan başlayıp öldürülen kadınların yokluklarına geçivereyim, yapıdan başlayıp devlet şiddetine geçeyim. Bu yılın Ekim ayında işlenen kadın cinayetlerinin diğer aylara göre yükseldiğini söyleyeyim. Artık olmayan kadınlardan ve olmama nedenlerinin yapısallığından bahsedeyim. Ya da kişiler üzerinden mi gitsem? Özgecan Aslan mesela. Öldürüldüğünde 19 yaşındaydı, üzerinden 9 sene geçmiş. Aşağı yukarı öğrencilerimin yaşı, ama onlar Özgecan’ı hatırlamıyordur büyük ihtimalle. Hande Kader’i de hatırlamıyorlardır. Gözümün önüne Hande’nin 2015 Onur Yürüyüşü’nden o fotoğrafı geliyor. Ben onlar hatırlamasa da Özgecan ve Hande’den bahsedip, hangi kadının cinayetinin karşı çıkmaya daha değer görüldüğünden ve heteronormatiflikten bahsedebilirim. Tüm bunlar onları daha da korkutacak, bunları başka bir derste mi açsam? Böyle düşününce de korunacak çocuklar olarak mı görüyorum onları? Hani mümkün olduğunca eşit bir düzlemde hocalık yapmaya çalışıyordum! Hiç hoşlanmam öğrencilere çocuk gibi davranmaktan. Beni anaç görmesinler istiyorum zaten. Ne kimse beni çocuklaştırsın (infatalise) ne de ben kimseye böyle davranayım. Öğrencilerimin bakımlarından sorumluymuş gibi hissetmiyorum; birbirimizi ciddiye aldığımız için dayanışalım ve care kelimesinin önemsemek anlamına odaklanalım istiyorum.
Yine bunların hiçbirine değinemedim. Alan kavramından sermaye kavramına geçtim. Bourdieu’nun teorisinde en çok sermaye kavramını seviyorlar ve daha kolay anlıyorlar. Kültürel ve sosyal sermayenin toplumsal cinsiyetlendirilmiş olduğunu açıklayıp, bu sermaye türlerini şiddetin farklı formlarını deneyimleyen kadınlar olarak oyunun içinde yeterince kullanamıyoruz mu desem? Şiddet ve taciz faili erkekler kamusal alanda sermayelerini güzelce bozdurup harcarken, sahibi hissettikleri kamusal mekânlara hafif mahcup giderek günah çıkarırken, şiddete maruz kalan kadınlar sermayeleri varsa bile onunla erkeklere göre çok az şey yapabiliyorlar mı desem? Doktora tezimde yirminci yüzyılın başında kadınların hak talep ederken kamusal olarak iffetlerine zeval gelmediğini kanıtlamaya çabaladıklarını analiz ettim, hala bu durumda mıyız arkadaşlar diye isyan mı etsem? Kamusal iffeti düşününce aklım Ahaou Daryaei’nin İran’da üniversitesinde başörtüsünü düzeltmesini isteyen polise karşı kıyafetlerini çıkararak yaptığı eyleme gidiyor. Ne kadar çok etkilendim eyleminden, o fotoğraftan. Gülmeyi, şaka yapmayı, neşeli olmayı çok sevmeme rağmen -ve bunları da çok politik eylemler olarak görmeme rağmen- “ciddi” görünmek için atamadığım tüm kahkahaları ve yapamadığım şakaları düşünüyorum. “Yanlış anlaşılır” diye gidemediğim ve kültürel sermayemi kullanamadığım yerleri, nereden geleceği öngörülemez olan utandırmaları… O gün derse gelirken dolmuşta duyduğum, bir öğrencinin telefon konuşmasını hatırlıyorum sonra. Genç kadın telefonda konuştuğu erkeğe “erkeklerle yemek yedim ama kızlar da vardı, hem o erkeklerin sevgilileri var, bana böyle hesap soramazsın, ben öyle bir kız mıyım” diyordu. “Öyle bir kız” olmadığını göstermeye çalıştı ama çelişkili bu duruma rağmen erkeğin ağzının payını da verdi. Acaba telefonu sinirle erkeğin yüzüne kapattıktan sonra bu genç kadın da korkmuş mudur? Ahaou Daryaei’ya dönüyor aklım yine, tutuklandıktan sonra başına neler geldi acaba diye düşünüp, ürperiyorum. Hem başına ne geldiği üzerine düşünmem gerekiyor gibi geliyor hem de çok ürkütücü olduğu için istemiyorum. İstemediğim için utanıyorum. Utandığım için kendimi anlıyorum. Anladığım için kendimi konformist buluyorum. Konuyu öğrencilerime Ahaou Daryaei’dan açsam modernist reflekslerle gelecekler, bunu sorunsallaştırırken yine duygudaşlıktan uzaklaşacağız. Yoksa sermaye kullanımını, kamusal iffet müzakeresini bir yana bırakıp, korkudan öfkeye geçmek üzerine mi konuşmaya başlasam? Öfkeyi düşününce iç sesim slogan atmaya başlıyor: “Bağır herkes duysun, erkek şiddeti son bulsun!” “Bize rahat yoksa size de yok!” “Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz!” Sonra feminist eylemlerde sıkça kullanılan düdük sesi…
Habitus, alan ve sermaye ilişkisini de anlattım. Aklımda bu sorular, dilemmalar, sloganlar dönerken Bourdieu’nun kavramları net anlaşılsın diye çizdiğim görsellerle tahta doldu. Dış sesimle Hegel’in ve Marx’ın diyalektik kavramsallaştırması ile ilişkisellik kavramının bağlantısını kuruyorum. Şimdi kadınlık ve erkeklik inşalarının ilişkisel olduğu üzerinden konuyu dersin başına getirebilirim belki. 18-22 yaş arası öğrencilerimin flört üzerine konuşmak çok ilgisini çekiyor, oradan mı örnek versem? Başka derslerde biraz kıkırdayarak flörtü “toplumsal bir mesele” olarak ele almaktan hoşlanarak söz aldıkları oluyor. Yoksulluktan, toplumsal sınıftan, etnisiteden bahsetmek bu kadar hoşlarına gitmiyor. Kendilerine en çok ait gördükleri ve “gündelik hayatlarının parçası” olarak düşündükleri konu bu sanırım. Genellikle flört şiddeti üzerine konuşmak istiyorlar; “toksik ilişki”, “gaslighting”, “ghosting” diyorlar. Fiziksel şiddetten de bahsediyorlar, ben konuyu bir yerden açabilsem belki bu derste de bahsederler. Şimdi aralarından birisi çıkıp “öldüren sevgi istemiyoruz” dese, Fatih’te Edirnekapı surlarında katledilen kadınları konuşmaya başlasak… Zaten dersin başında bu cinayetlerden ayrı bir şekilde etkilendiklerini söylemişlerdi. İncel’ler hakkında duyduklarının toplumsal bağlarını kurarım hem, küresel erkek örgütlenmelerini anlatırım. 1987’de yapılan Dayağa Karşı Yürüyüş’ün koşullarını ve ürettiği politik heyecanı paylaşırım belki. Ya da 1989’daki Mor İğne kampanyasını. Birkaç gün önce Amargi’nin 2007’de yayınlanan “Şiddetle Sevenler ve Biz” sayısını elime almıştım, bunu da aktarabilirim. O sayıda Judith Butler, Joan Scott, Juliet Mitchell ve Heidi Hartman’ın kısa metinlerinin çevrildiğinin tanıtımını gördüm. KAMER’den yazılar alınmış, Rakel Dink’in o ünlü konuşması yayınlanmış, militarizm ve vicdani ret konuşmaları yansıtılmış. Namus üzerine de yazılmış. Namus cinayeti ve kadın cinayeti kavramlarının kullanımlarının nasıl değiştiğinden, bu kullanımlar ile etnik ayrımcılık ilişkisinin kesişimsel analizlerinden bahsedebilirim; bu tespit de başka derslerimde öğrencilerimi çok etkiliyor. Bunu düşününce hemen aklım bu argümanı ilk yapanlardan Dicle Koğacıoğlu’na gidiyor. “Çok acı var, dayanamıyorum”. İçim sıkışıyor, bir şekilde birbirimizi desteklemenin bir yolunu bulmalıyız, belki de aklımda bu dönenleri bırakıp iyi hissettirecek bir şey söylemeliyim. Merak etmeyin, her şey iyiye gidecek diyemem. Amargi’yi övebilirim, Amargi’nin bir parçası olmuş olmanın bende yarattığı umudu ve neşeyi paylaşabilirim, Amargi nasıl beni yazmaya teşvik ettiyse ben de onları yazmaya teşvik edebilirim.
Bu sefer de bunların hiçbirini dış sesime aktaramadım. Sıra özdüşünümsellik kavramında. Araştırmacının kendi konumu üzerine düşünmesi. Kendi konumlarımız üzerine düşünmekten de giremezsem artık ayıp bana. Biraz önce korkan kadın arkadaşlarını yurda yürüyerek bıraktığıyla övünen erkek öğrencilerle mi başlasam? Görece adı kolay konabilir şiddet formlarından değil de, işaret etmesi daha zor olanlardan da bahsedebilirim. Kadınların entelektüel sözünün küçümsendiği ortamlardan, epistemik şiddetten, “Foucault’nun X metninin Y sayfasına bakarsan şiddeti öyle tanımlayamayız tatlım” tavrıyla bana ve pek çok kadına verilmiş ayarlardan mı lafı açsam? Biraz önce yaşımı küçük bulup bana “hocam” değil “hanım” diyen kişiden mi bahsetsem, eleştirel ortamlarda feminist teorinin statüsünü talep etmek zorunda olmanın bıkmışlığından mı? Ya da doğrudan öğrencilere sorsam kendi konumları üzerine düşünmelerini ve konuşmalarını? Niye kadın öğrencilerin “hocam kesin yanlıştır ama şöyle bir yorum yapabilir miyiz, belki, emin değilim ama, bilemiyorum” diye söz aldığını, erkek öğrencilerin ise sarsılmaz özgüvenlerini ve en saçmaladıkları anda bile kendine güvenli konuşma performasından ödün vermediklerini… Farklı konumları üzerine düşünmelerini de isteyebilirim. Kadın öğrencilerimden birisi başka bir derste ailesinin ve erkek arkadaşının sürekli görüntülü arama yaptığını, bu nedenle diğer öğrenciler gibi dışarıya gezmeye çıkmadığını söylemişti. Ben Foucault’nun gözetim kavramını anlatırken “hocam, bizim hayatımız panomtikin” demişti, kulağına yabancı geldiği için “panoptikon” kelimesine dili dönmediğinden. Bu konumlardan başlayıp şiddetin çokkatmanlılığını konuşabiliriz; kadınlığın ikilikli (binary) tanımlarının ötesine gitmek, heteronormatifliği konuşmak, postyapısalcı iktidar analizleri ve Şarkiyatçı ile Garbiyatçı inşalar bir hat çizebilir. Ya da şöyle bir izlek kursam: militarizm, milliyetçilik, modernite, göç, hukuk, psikanaliz, queer, kesişimsellik, erkeklik. Adeta bir syllabus oluşturmaya başladığımı fark ederek iç sesimi durdurdum.
Ders sona doğru geliyor, tahtayı sildim. Tüm bu düşündüklerim sadece aklımda döndüğü için artık kendime sinirliyim. İlişkisel sosyolojinin çağdaş sosyoloji teorilerinde önemini anlatmaya geçiş yapmışken yüzüm düşmüştü. Bir gariplik olduğunu anladıklarından eminim; normalde derste beş dakikada bir soru sorarım, anlattığım kavrama dair gündelik hayatlarından örnek vermelerini isterim. Bunun feminist pedagojiyle bağını çok kez anlattım onlara. Şimdi bu tek taraflı hocalığım onları şaşırttı. “İç sesim çok yüksek konuşuyor, şiddet üzerine konuşabilmek her ortamda çok zor” deyip özür diler bir hal mi takınsam? Biliyorum ki bunu bir zaaf olarak görecekler, daha yaşlı erkek hocalarını hep daha bilgili buluyorlar. Benim hakkımda ne düşünüyorlar acaba diye düşünmeye başlıyorum. Gönüllü çocuksuz olmam bana bakışlarını çok etkiliyor. Bazen çocuğu olmadığı için kendini öğrencilerine adaması gereken bir mürebbiye gibi davranayım istiyorlar; her an onlar için uygun olayım. Bazen de çok seyahat halindeyim ve hayatta çok ilgim var diye biraz kaybolmuş görüyorlar, normsuz bir “gezgin” gibi, “o da öyle yaşıyor gidiyor işte” gibi. Bunlar kendimi gördüğüm halden o kadar uzak ki çoğunlukla bu tavırla karşılaştığımda ne yapacağımı bilemiyorum. En fazla “oo bugün keşke mürebbiye döpiyesimi giyseydim” ya da “tüh bugün bir backpacker olarak büyük sırt çantamı takmalıydım” deyip kahkaha atıyorum. Gönüllü çocuksuzluktan bahsetmek mümkün olmuyor. Bir hafta önce Goffman’ın benlik kavramını konuşmuştuk, teorik olarak en uzak hissettiğim ama anlatmayı en sevdiğim sosyolog. Bence Goffman’ın başkasının bizi nasıl gördüğünü düşündüğümüz ve kendimizi nasıl gördüğümüz arasındaki çelişkiyi analiz etmeye davet eden benlik ve performans kavramları Türkiye’deki “elalem” tanımına çok uyuyor. Öğrencilerim de bu örneği verdiğimde Goffman’ı açıklayıcı ve hatta “kendi coğrafyalarından” buluyor. Elalem de tam şiddet ve normatiflik konuşulacak bir kavram, iki dersi birleştirip bir yerden konuşmaya başlasam artık.
“Artık” diyorum ama ders bitti ve ben düşündüğüm hiçbir noktadan giriş yapamadım. Hem dersi anlatıp hem tüm bu sorularla uğraştığım için kafam yorgun. Sonunda dış sesime yansıyan bir düşünce: “Bu dersin başında söylediklerinizi önemsiyorum, bunları konuşmaya ihtiyacınız olursa yanınızdayım” dedim. Gülümsedik birbirimize.
***
Yazının başında ifade ettiğim gibi kadın cinayetleri, şiddet ve tacizin feminist alanları aşıp daha geniş bir alanda görünür olmasıyla beraber şiddet hakkında konuşurken arada kalmışlıklarımızı paylaşmayı feminist hareket ve teorinin nüanslı üretimlerinin bir yansıması olarak görüyorum. 1980’li yılların feminist hareketinin kadına yönelik şiddet ve tacizin (o zamanın tabiriyle dayak ve sarkıntılığın) politikliğini göstermesi[1]; şiddetin katmanlarının heteronormativite, etnisite, yaş, yoksulluk gibi kategorilerle kesişimselliğinin tespiti[2] son dönemlerde toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler ve incel örgütlenmesi analizleri[3]; şiddetin izlenmesine dair ısrarlı çabalar[4] özel olarak işaret edilebilecek temalar. ViraVerita’nın yayına başladığından beri 25 Kasım için oluşturduğu kıymetli seri de bu nüansları yansıtıyor. Omca Özdemir’in cinsellik ve şiddet ilişkisinin toplumsallığı,[5] Handan Çağlayan’ın “kadınları kurtarma” söyleminin sorunları,[6] Sevilay Çelenk’in şiddet ve taciz tanımlarını sorunsallaştırılması,[7] Eylem Ümit Atılgan’ın itaatsiz kadınlar yaklaşımına dair nüanslı analizi[8], İlkay Özküralpli’nin erkek kategorisini ve erkeklik çalışmalarını yeniden düşünme çağrısı[9], Ezgi Duman’ın yasaların ve devletlerin şiddetine dair tespitleri[10] ve Alev Özkazanç’ın ataerkil krizlere karşı feminizmin savaşan bir taraf değil savaşa son verecek bir mücadelenin hayalini kurması[11] üzerine yazdığı yazılar benim de bu yazı serisine katkı sunarken aklımda (ya da iç sesimde) dönen üretimleri içeriyor. Israrla mücadelemize devam ederken tam da şiddetin karmaşıklığı nedeniyle farklı katmanları beraber düşünmek ise feminist üretimin en “neşeli(?)” hallerinden biri olsun diye umuyorum.
[1] Gülçiçek, D. (2023). “Seksenli Yılların Feminist Kadın Hareketleri: Kişiseli Politik Yapmak” M. K. Kaynar (Ed.), Türkiye’nin 1980’li Yılları içinde. İstanbul: İletişim.
[2] https://feministbellek.org/kesisimsellik/
[3] Özkazanç, A. (2020). Bir Musibet: Yeni Türkiye’de Erillik, Şiddet ve Feminist Siyaset. Dipnot.
[5] https://viraverita.com/bir-cinsiyetlendirme-pratigi-olarak-tecavuz/
[6] https://viraverita.com/ortadogunun-ve-kahverengi-kadinin-makus-yazgisi/
[7] https://viraverita.com/okulun-giris-kapisinda-dovulenler/
[8] https://viraverita.com/sehrazat-homo-sacer-ve-istanbul-sozlesmesi/#_ftnref1
[9] https://viraverita.com/erkek-kategorisini-yeniden-dusunmek/
[10] https://viraverita.com/25-kasimda-mahsayla-kadin-hayat-ozgurluk-icin/
[11] https://viraverita.com/amok-kosuculari-ataerkillik-kriz-ve-siddet/