Birinci Bölüm
Till Wagner: Critique on the Couch’un (2020) içeriğini tartışmadan önce, önceki çalışmalarınızla olan ilişkisini sormak istiyorum. The End of Progress’te (2017) Eleştirel Teori’de “ilerleme” kavramının anlamını incelediniz ve eleştirdiniz; Critique on the Couch’da da ilerleme başrolde. İki kitap projesi arasındaki ilişki nedir? Critique on the Couch, The End of Progress’in mantıksal bir sonucu muydu?
Amy Allen: İki kitabın birbiriyle çok yakından bağlantılı olduğunu fark etmekte oldukça haklısınız. Aslında başlangıçtaki planım, Eleştirel Teori için ileriye giden yolun geriye dönüp Frankfurt Okulu’nun ilk neslinde, özellikle de o neslin ufuk açıcı metni olan Aydınlanmanın Diyalektiği’nde bulunan bazı önemli içgörüleri geri kazanmak olduğunu savunan tek bir kitap yazmaktı. Asıl amacım, Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki birbirine bağlı iki konuyu, Nietzsche’den esinlenen tarihsel ilerleme eleştirisi ve burjuva rasyonel öznenin psikanalitik temelli eleştirisini inceleyen, Jürgen Habermas tarafından önerilen ve takipçilerinin çoğu tarafından da benimsenen daha rasyonalist ve ilerlemeci vizyona ikna edici bir alternatif olarak Eleştirel Teori görüşünü geliştiren bir kitap yazmaktı. Bu proje için 2009 yılında bir Humboldt bursu kazandım ve 2010 ve 2012 yıllarında Humboldt bursu için Frankfurt’ta bulunduğum dönem de dahil olmak üzere birkaç yıl boyunca planım buydu. Ancak, birkaç yıl çalıştıktan sonra, tek bir kitapta çok fazla şey yapmaya çalıştığımı ve bu yapıyı sürdürürsem kitabı asla bitiremeyebileceğimi fark ettim. Ve bitirsem bile, bırakın okumayı, kitabın herhangi birinin yayınlayamayacağı kadar uzun olacağı kesindi! Bu yüzden projeyi iki kitaba bölmeye karar verdim: Birincisi Frankfurt Okulu’nun erken dönem tarihsel ilerleme eleştirisini yeniden ele alacaktı, ikincisi ise Eleştirel Teori ile psikanalitik dürtü teorisi arasındaki ilişkiyi yeniden canlandırmaya odaklanacaktı.
TW: Psikanaliz psikolojideki merkezi konumunu kaybetti ve akademik olarak neredeyse sadece beşerî bilimler bölümlerinde varlığını sürdürdü. Psikanalizin Eleştirel Teori için vazgeçilmezliği hakkında yazmak için sizi motive eden neydi?
AA: İlk olarak, az önce de belirttiğim gibi, psikanalizin erken dönem eleştirel teori için merkezi bir önemi var. Aslında, Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Teori’ye yönelik başlangıçtaki yaklaşımının, zamanının eleştirel bir teşhisini geliştirmeyi amaçlayan Marksizm ve psikanalizin bir kombinasyonu olduğunu söylemenin meseleleri çok fazla basitleştirdiğini düşünmüyorum. Frankfurt Okulu’nun ilk teorisyenleri haklı olarak Almanya’daki işçi hareketinin başarısızlığını ve ardından faşizmin yükselişini ve barbarlığa dönüşünü anlamlandırabilecek böyle bir teşhis için sosyal, politik ve ekonomik teorinin yeterli olmadığını fark ettiler. Aynı zamanda onların, mesela Marksist tarihsel görüşün neden sadece gerçekleşmemekle kalmayıp aynı zamanda korkunç bir şekilde karaya oturduğunu anlamalarına yardımcı olabilecek bir sosyal psikoloji ve felsefi antropolojiye de ihtiyaçları vardı. Projemin Frankfurt Okulu’nun ilk neslinin içgörülerini geri kazanmayı ve bunları bugün Eleştirel Teori’nin yeni bir görüşü için temel olarak kullanmayı amaçladığı düşünüldüğünde, psikanalizin rolüyle boğuşmaktan kaçınmanın bir yolu yoktu.
Elbette, Frankfurt Okulu’nun ilk dönemlerinde psikanalize yönelmesi bir dereceye kadar doğaldı, çünkü o zamanlar psikolojide en ileri yaklaşım olarak kabul ediliyordu. Son elli yılda psikoloji ve psikiyatri disiplinlerinde yaşanan dramatik paradigma değişimleri, psikanalizin akademinin bazı çevrelerince bilim dışı bir şarlatanlık olarak sürekli saldırıya uğraması ve bunun sonucu olarak kamuoyunda psikanalize yönelik farkındalık ve takdir eksikliği göz önüne alındığında, durum bizim için bugün çok farklıdır. Sonuç olarak, psikanalize geri dönüş, günümüzün çok farklı tarihsel, sosyal ve kültürel bağlamının farkında olan ve buna yanıt veren bir farkla yinelemedir.
Bununla birlikte, kitabım çoğunlukla psikanalizin bilimsel statüsü hakkındaki tartışmalardan uzak durmaktadır. Psikanalizin bilim dışı olarak toptan reddedilmesinin çok ileri gittiğini düşünsem de benim psikanalize olan ilgim daha çok onun bir kişi teorisi ya da insanın psişik (ve dolayısıyla sosyal) durumunun bir yorumu, kısacası felsefi bir antropoloji olarak değeriyle ilgilidir. Psikanalizin klinik olarak yerini bilişsel davranışçı terapi veya psikofarmakoloji gibi yaklaşımlara bıraktığı için böyle bir teorinin hiçbir değeri olmadığını savunanlara, bu farklı terapilerin aynı amaca yönelik farklı araçlar olmadığını söyleyebilirim. Tüm bu uygulamalar psikolojik ızdırabı hafifletme amacını paylaşsa bile, psikanaliz daha fazlasını da hedefler. Sevgili dostum Mari Ruti’nin çalışmaları boyunca çok güzel ve ikna edici bir şekilde savunduğu gibi, psikanaliz kendisini iyi yaşamak konusundaki klasik felsefi soruya yöneltir. Belki de psikanalizin beşerî bilimler bölümlerinde hayatta kalmasının ve hatta gelişmesinin nedeni de budur.

TW: Critique on the Couch’ta, özellikle de ilk bölümde, başlangıçta psikanalitik dürtü teorisiyle yakından ilişkili olan Eleştirel Teori’nin nasıl giderek bu teoriden uzaklaştığının izini sürüyorsunuz. Şimdilerde, çağdaş Eleştirel Teori’de psikanaliz nispeten önemsiz bir rol oynuyor. Bu artan mesafe, Eleştirel Teori’nin normatif temeli ile (Freudyen) psikanalizin teorik temelleri arasındaki uyumsuzluklardan kaynaklanıyor olabilir mi?
AA: Bunun hikâyenin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Burada, Habermas’ın kendisinin de başlangıçta Freudyen psikanalize (onu belirli bir şekilde okumaya) oldukça açık olduğunu belirtmek gerekir. İlk kitaplarından biri olan Knowledge and Human Interests’te Habermas, eleştirel ve psikanalitik yöntemler arasında ayrıntılı bir analoji geliştirmiştir; burada her ikisi de iletişimsel olarak elde edilen rasyonel içgörülere dayanan dönüşüm süreçleri olarak anlaşılmaktadır. Benim görüşüme göre psikanalizin bu yorumu aşırı rasyonalist ve psikanalitik teori ile pratikte aktarımın hayati rolüne yeterince özenli olmasa bile, en azından Freud’un eseriyle ciddi bir ilişkilenme olduğu anlamına gelir. Ancak Joel Whitebook’un da belirttiği gibi, Freud’un bu son derece bilişselci yorumunun bile Habermas’ın 1970’lerin başında geliştirdiği iletişimsel eylem teorisiyle uyumsuz olduğu ortaya çıkmıştır. Sanırım buradaki asıl mesele dürtüler teorisinden ziyade bilinçdışı kavramının ta kendisidir. Dürtü-teorisel terimlerle anlaşılsın ya da anlaşılmasın, bilinçdışı fikri Habermas’ın dünya görüşüne kökten aykırıdır. Ne de olsa bilinçdışı, üçüncü halin imkânsızlığı ilkesini kabul etmez (yani bilinçdışının bakış açısından bir önerme ve onun olumsuzlamasının her ikisi de doğru olabilir); rasyonel, dilbilimsel terimlere tam olarak tercüme edilemez; zamansız ve tarih dışı bir karaktere sahiptir. Bu nedenle bilinçdışı, Habermas’ın normatif vizyonunun dayandığı fikirlere -rasyonel dilsel iletişim ve ilerici toplumsal evrim- hem direnir hem de onları altüst eder.
TW: Bu kademeli uzaklaşmanın farkına vararak, psikanalize, özellikle de dürtü teorisine dayalı bir psikanalize dönüşü şiddetle savunuyorsunuz. Çağdaş bir Eleştirel Teori projesi için psikanalitik düşünce ve anlayışın dâhil edilmesini neden vazgeçilmez olarak görüyorsunuz?
AA: Axel Honneth’i izleyerek, psikanalizin Eleştirel Teori’ye gerçekçi bir kişi teorisi ya da felsefi antropoloji sağladığını iddia ediyorum. Buradaki “gerçekçilik” metafizik ya da bilimsel gerçekçilikten ziyade sosyal ya da politik gerçekçilik anlamına geliyor. Bu görüşe göre gerçekçi bir kişi teorisi, insan sosyal yaşamındaki irrasyonelliğin, mantıksızlığın, yıkıcılığın ve saldırganlığın sürekliliğini ve aynı zamanda da insanlık durumunun bu yönlerini sosyal ve politik olarak kuramlaştırma faaliyetimiz üzerindeki etkilerini ciddiye alan bir teoridir. Honneth’in işaret ettiği gibi, gerçekçi bir kişi anlayışı, çağdaş Eleştirel Teori’deki bir tür normatif idealizme- insanların gerçekte olduklarından daha rasyonel oldukları varsayımına dayanan bir idealizme- yönelik eğilimlere karşı koyabilir. Mesele, insanların telafi edilemez bir biçimde irrasyonel ve yıkıcı olduğunu ve dolayısıyla hiçbir şeyi daha iyi hale getirme umudunun olmadığını söylemek değildir. Mesele daha ziyade, irrasyonelliğin ve saldırganlığın sürekliliğini ve inatçılığını inkâr etmenin -ve sosyal ve politik teorilerimizi böyle bir inkara dayandırmanın- en iyi teorik ve pratik çabalarımızı baltalayan bir tür hüsnükuruntu içinde olmak olduğudur. Buradaki zorluk, hangi normatiflik, eleştiri ve ilerleme anlayışlarının psikanalizin sunduğu daha gerçekçi kişi anlayışıyla uyumlu olabileceğini düşünmektir.
Ayrıca, tam da insan eyleminin irrasyonel, mantıksız ve duygulanımsal temellerine yaptığı vurgu nedeniyle psikanalizin, tıpkı Frankfurt Okulu’nun ilk teorisyenleri için olduğu gibi, zamanın çağdaş teşhisi için de vazgeçilmez olmaya devam ettiğini söyleyebilirim. Gerçekten de son on yılda sağcı otoriter popülizm dünya çapında bir intikamla geri dönerken, eleştirel teorisyenlerin de psikanalize yenilenen bir ilgiyle geri dönmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Bence bunun nedeni, psikanalizin insan irrasyonelliğine dair elimizdeki en iyi teori olmaya devam etmesidir. Davranışsal ekonomi ve sosyal psikoloji gibi alanlar da insanın irrasyonelliğini açıklamaya çalışsalar bile, bunu dar bir şekilde irrasyonel seçimlere veya kararlara odaklanarak yaparlar; oysa psikanaliz, deneyimlerimizi yapılandırmanın veya düzenlemenin tüm yollarının irrasyonelliğini açığa çıkarır.
İkinci Bölüm
Till Wagner: Melanie Klein’ın teorisinin, bir yandan Eleştirel Teori için psikanalizin gerekliliği konusunda ısrar ederken, diğer yandan Freudyen psikanalizin teorik bileşenlerinin eleştirel teorinin normatif ön kabulleriyle çatışmalarını görünür kılmak ve tanımak arasındaki ikilemden bir çıkış yolu sunduğunu öne sürüyorsunuz. Klein’ın teorisini Eleştirel Teori projesi için verimli kılan temel özellikler nelerdir?
Amy Allen: Her şeyden önce Klein, klasik Freudçuluk ile nesne ilişkileri geleneği arasında yer alır. Bu da onun çalışmalarını çok farklı ve de kolaylıkla yanlış anlaşılabilir kılmaktadır. Freud gibi Klein da dürtüleri teorisinin merkezine yerleştirmiş, ancak Freud’dan farklı ve kendisinden sonra gelen nesne ilişkileri teorisyenlerine benzer şekilde dürtü ve nesne arasındaki ilişkiyi vurgulamıştır. Ona göre dürtüler en başından itibaren belirli nesnelere yönelmiştir; aslında Klein için dürtüler belki de en iyi şekilde nesnelerle ilişki kurma yolları olarak, Stephen Mitchell ve Jay Greenberg’i izleyerek benim ilişkisel tutkular dediğim şey olarak anlaşılabilir.
Elbette Klein için “nesne” terimi ille de dışsal bir nesneye -başka bir kişiye- gönderme yapmaz, içsel bir nesneye de gönderme yapabilir. Yine de ona göre içsel nesnelerimiz nihayetinde dışsal bir nesnenin temsilleridir. Örneğin, onun herkesçe bilinen şekilde iyi meme olarak adlandırdığı şey, gerçek bir birincil bakıcının (kısmi) bir temsili olan bir iç nesnedir.
Dolayısıyla, onu okuduğum kadarıyla, Klein’ın kişi anlayışı; gerçek diğer insanlarla asla ilişki kurmadığımızı, yalnızca onlara dair fantazmatik yansıtmalarımızla ilişki kurduğumuzu savunan tamamen psişe-içi [intrapsychic] bir açıklama ile başkalarıyla etkileşimlerimizi şekillendirmede dürtülerin rolünü inkâr edecek ve böylece deneyimlerimizi düzleştirecek tamamen öznelerarası [intersubjective] bir açıklama arasında yer almaktadır. Klein’a göre, psikolojik olgunlaşmanın amacını anlamanın bir yolu, psişe-içi ve öznelerarası arasındaki boşluğu daraltmayı hedeflerken, bu boşluğun asla tamamen kapatılamayacağını kabul etmektir; çünkü bu boşluğu kapatmak bilinçdışı fanteziyi tamamen ortadan kaldırmak olurdu. Başka bir deyişle, Klein’a göre, psişe ve sosyal olan arasındaki üretken alanda, her zaman aynı anda hem psişe-içi olarak dürtüselleşmiş hem de öznelerarası olarak ilişkiliyizdir.
Klein’ın teorisinin ikinci önemli özelliği, dürtülere ilişkin son derece ikircikli açıklamasıdır. Klein, temel karşıtlığın Eros ve Thanatos ya da yaşam ve ölüm dürtüleri arasında olduğu Haz İlkesinin Ötesinde ve Uygarlığın Huzursuzluğu gibi metinlerde ifade edildiği üzere Freud’un dürtü teorisinin geç versiyonundan etkilenmiştir. Ancak, ölüm dürtüsünü hayatının sonlarında ortaya atan ve bunu mevcut teorisine tutarlı bir şekilde entegre etmekte zorlanan Freud’un aksine Klein, yaşam ve ölüm dürtülerinin temel ikircikliğini başlangıç noktası olarak alır. Ayrıca, ölüm dürtüsü anlayışını başlangıçta pek çok kişinin kabullenmekte zorlandığı spekülatif bir biyolojiye dayandıran Freud’un aksine Klein, ölüm dürtüsünü birincil saldırganlıkla eşitler. Bu, terimin katı Freudyen anlayışından bir sapma olsa da bence verimli bir sapmadır ve aynı zamanda Klein’ın dürtü anlayışının sosyal ve ilişkisel yönleriyle de uyumludur. Birincil olarak, Klein’a göre saldırganlık ve yıkıcılık insan sosyal yaşamından çıkarılamaz; ancak bunun saldırganlığı yönetmenin tüm yollarının eşit olduğu anlamına gelmediğini unutmayalım. Bu saldırganlık ve yıkıcılığın her zaman kötü olduğu anlamına da gelmez; Klein’a göre saldırgan dürtüleri yönlendirmenin ya da yüceltmenin az ya da çok yararlı yolları vardır.
Bahsetmek istediğim son özellik Klein’ın pozisyonel metapsikolojisi olarak adlandırabileceğimiz şeydir. Esasen, Klein’ın metapsikolojisinin veya psişe teorisinin merkezinde, paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar olarak adlandırdığı ayrım yer alır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken ilk nokta, pozisyon dilinin kendisidir: pozisyonlar, gelişimin aşamaları olmaktansa, çeşitli zamanlarda ön plana çıkabilen ve diğer zamanlarda geri çekilebilen deneyimi düzenleme yollarıdır. Paranoid-şizoid pozisyon saldırıya uğrama korkusuyla yapılandırılır ve de parçalanma ve bölünme ile karakterize edilirken, depresif pozisyon hem ego hem de ego nesnelerinin bütünleşmesiyle işaretlenir. İlkinden ikincisine geçiş bir başarı olarak anlaşılsa da bu başarı Freudyen psikanalizin çok (kötü) ünlenen gelişimsel veya aşamalı psişik gelişim modeline göre modellenmez. Bu birkaç nedenden ötürü önemlidir. İlk olarak, Klein’ın açık uçlu ve baskıcı olmayan bir ego bütünleşmesi anlayışı geliştirebilmesini sağlar; burada bütünleşme, içgüdünün bastırılmasıyla ilgili değildir, daha ziyade bilinçdışı içeriğin dahil edilmesi yoluyla egonun genişlemesinin bir işlevidir. Başka bir deyişle, Klein’ın bütünleşik egosu, erken dönem Frankfurt Okulu’nun burjuva öznelliğinin karakteristiği olarak kabul ettiği içsel doğanın tahakkümü modeline dayanmaz. İkincisi, onun pozisyonel modeli, kendi Ödipal-öncesi deneyim anlayışına dayandığı için, toplumsal cinsiyet ve cinselliği sorunlu bir şekilde normalleştiren Ödipal psiko-cinsel gelişim modelinden bağımsız olarak ifade edilebilir. Açık olmak gerekirse: bu, Klein’ın kendisinin cinsellik ve toplumsal cinsiyete ilişkin bu tür normalleştirici görüşleri kabul etmediği veya onaylamadığı anlamına gelmez. Tersine, bunu açıkça yapmıştır ve aslında vaka çalışmaları bunun kanıtlarıyla doludur. Asıl mesele, Klein’ın psişenin pozisyonel modelinin Freud’un gelişimsel-aşamalı modeline bağlı olmadığıdır. Son olarak, onun pozisyonel modeli, Freud’un daha rasyonalist ve zaferci ruh hallerinde desteklediği ilerlemeci sosyal evrim teorilerine de (Whitebook ve Hans Loewald’ı takiben kitapta Freud’un resmi pozisyonu olarak adlandırdığım şeye) bağlı değildir. Bu tür teoriler aracılığıyla “ilkel” hakkındaki Avrupa-merkezci ve ırkçı varsayımlar Freudyen psikanalize ithal edilmiştir. Klein’ın metapsikolojisi, tam da bu tür sorunlu kavramsallaştırmalara saplanmaktan kaçınmamızı sağladığı için ve de sağladığı ölçüde, feminist, queer ve postkolonyal teorinin içgörülerini entegre eden Eleştirel-Teorik bir psikanalize dönüş için verimli bir başlangıç noktası sunmaktadır.
TW: Hem bireysel acıları hafifletmeye odaklanan klinik yönelimli bir disiplin olarak psikanaliz hem de gözlem, betimleme ve toplumsal değişim arzusunu birleştiren bir yaklaşım olarak eleştirel teori, daha iyiye doğru bir gelişim nosyonu içerir. Aynı zamanda, her iki disiplin de egemen ilerleme anlatılarına karşı belirli bir şüpheciliği dile getirir ve zaman zaman bu kavramı eleştirir. Psikanalizdeki ilerleme kavramının Eleştirel Teori’deki ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
AA: Psikanalizle ilgili olarak, yukarıda kısaca değindiğim Freud’un resmi ve gayri resmi pozisyonları arasındaki ayrım burada yardımcı olacaktır. Freud’un ilerleme kavramına ilişkin resmi pozisyonu zaferci diyebileceğimiz bir pozisyondur. Bir Yanılsamanın Geleceği ve Totem ve Tabu gibi metinlerde Freud, tarihi, “ilkel” büyülü düşünceden başlayıp mit ve din yoluyla Avrupa Aydınlanması’nda seküler bilimin zaferine doğru giden bir gelişim olarak çizer. Yukarıda da belirttiğim gibi bu, sözde “ilkel” kültürler ve toplumlar hakkında ırkçı varsayımlar içeren son derece Avrupa-merkezci bir hikayedir. Uygarlığın Huzursuzluğu’nda en anılmaya değer şekilde ifade ettiği gayri resmi pozisyonu ise, medeniyetin başarısının onun maliyetine değip değmediğine dair daha şüpheci bir değerlendirme sunar; değer yargılarımızı hüsnükuruntu üzerine temellendirme – Freud’un dediği gibi, yanılsamalarımızı argümanlarla destekleme – eğilimimiz göz önüne alındığında, neyin ilerleme olarak sayılacağını bilip bilemeyeceğimiz bile muğlaktır. Dolayısıyla, benim geriye dönük anlamda, yani tarihi anlama ya da yorumlama biçimi olarak ilerleme dediğim şey söz konusu olduğunda, Freud’un mirası karmaşıktır.
Yine de sorunuzun açıkça ortaya koyduğu gibi, Freud tarihin bir ilerleme hikayesi olarak okunabileceği konusunda ne kadar şüpheci olursa olsun, psikanaliz açıkça psişik gelişme veya iyileşme anlamında bir ilerleme anlayışına bağlıdır. Benim ilerleme üzerine düşünme çerçevemde bu, Freud’un (en azından onun gayri resmi pozisyonun) geriye dönük tarihsel ilerleme modellerinin değerine şüpheyle yaklaşsa bile, ileriye dönük bir anlamda, ulaşmak için çabaladığımız bir amaç olarak ilerleme fikrine hala bağlı olduğu anlamına gelir. Peki, psikanaliz hangi anlamda ileriye dönük bir ilerleme anlayışı önermektedir? Durum burada da karmaşıktır. Freud bazen daha dirençli bir tedavi diliyle konuşsa da çalışmalarında en verimli bulduğum psişik iyileşme formülasyonu, psikanalizin nevrotik sefaleti sıradan mutsuzluğa dönüştürmeyi amaçladığı şeklindeki daha mütevazı fikirdir. Burada bir ilerleme vizyonu var; ancak bu, kesinlikle gerçekçi bir vizyondur ve şifa ihtimalinden kaçınır. Bu aynı zamanda, ilerlemenin mutluluğa ulaşmak olarak değil de acının iyileştirilmesi olarak anlaşıldığı olumsuzlayıcı bir vizyondur. Son olarak, bu açıklama, amacın önceden tanımlanmış bir duruma ulaşmak değil, daha ziyade analiz edilenin olanaklarının genişletilmesi ve deneyimlerinin zenginleştirilmesi şeklinde olduğu açık uçlu bir açıklamadır. Bu modelde, psikanaliz insanları çıkmazdan kurtarmayı hedefler; Bruce Fink’in unutulmaz bir şekilde ifade ettiği gibi, çıkmaz sokakları ara sokaklara dönüştürmeyi amaçlar.
Kitapta, Eleştirel Teori’nin ileriye dönük benzer bir ilerleme anlayışını benimsemesi gerektiğini savunuyorum. Böyle bir bakış açısına göre, ilerleme vizyonumuz iktidarsız bir ütopyayı hedeflemeyeceği için gerçekçi; normatif yönelimini mevcut tahakküm ve baskı ilişkilerinin teşhis ve iyileştirilmesinden alacağı için olumsuzlayıcı; ve pozitif bir ütopyanın gerçekleştirilmesini değil, sabit, statik tahakküm ilişkilerinin akışkan, hareketli ve tersine çevrilebilir iktidar ilişkilerine dönüştürülmesini hedefleyeceği için de açık uçlu olacaktır. Bu nedenle, bu ilerleme anlayışı, daha parçalı ve sorun odaklı olacak ve bir tarih felsefesini arka kapıdan içeri soktuğu için suçlu olmayacaktır.
TW: Erken dönem Eleştirel Teori’nin en önemli kaygılarından biri, Nasyonal Sosyalizmin yok edici antisemitizmi, Shoah[i] ve Avrupa’daki Nasyonal Sosyalist ve faşist yönetimle olan ilişkisiydi. Sizce bu tematik odak, teori tarihinin bu noktasında Freudyen psikanalize güçlü bir şekilde odaklanılmasıyla ne ölçüde ilişkilidir? Psikanaliz bugün yıkıcılığın, şiddetin, antisemitizmin, nefretin ve ırkçılığın sürekliliğinin teorik olarak anlaşılmasında nasıl bir rol oynuyor?
AA: Lars Rensmann bu konuda birkaç yıl önce The Politics of Unreason adlı harika bir kitap yayınladı. Kitap, Frankfurt Okulu’nun erken dönem antisemitizm analizinin sistematik bir yeniden inşasını sunarak bu projenin çalışmaları için ne kadar merkezi olduğunu gösteriyor ve otoriter hareketlerin çağdaş bir analizi için bu içgörülerin geri kazanılması gerektiğini savunuyor. Rensmann’ın temel argümanlarından biri, psikanaliz okumalarının antisemitizm analizi için ne kadar merkezi olduğudur. Bununla birlikte, burada ihtiyatlı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Frankfurt Okulu’nun erken dönem antisemitizm analizinin tüm yönleri bugün kolayca geri kazanılamaz. Her şeyden önce, Theodor Adorno’nun eşcinselliği otoriter kişilikle ilişkilendirme yönündeki rahatsız edici eğilimi söz konusudur; bu eğilim onun Freudyen psikanaliz okumasına dayanmaktadır. Daha sonra, sömürgeciliğe ve Siyah karşıtı ırkçılığa karşı yer yer ilgisiz kalmaları endişe vericidir. Frankfurt Okulu’nun antisemitizm eleştirisinin bu diğer eleştirel projelerle nasıl ilişkilendirilebileceği konusunda daha fazla çalışma yapılması gerekiyor.
Daha genel olarak, psikanalizin tek başına bize ırkçılığın veya antisemitizmin tam bir analizini veremeyeceği konusunda ısrar edenlere katılsam da -bunun için tarihsel, sosyolojik ve yapısal analizlere de ihtiyacımız var- psikanaliz olmadan sömürgeci ırkçılığın tam olarak tatmin edici bir açıklamasını vermeyi bekleyemeyiz. Frantz Fanon’un çalışması bu konuda belki de en iyi örneği sunmaktadır.
TW: Çağdaş Eleştirel Teori için psikanalizin yeniden güçlendirilmesinden ne gibi verimli perspektifler doğduğunu görüyorsunuz? Aynı zamanda, çağdaş psikanaliz, Eleştirel Teori’nin revizyonist yaklaşımların eleştirisi üzerine düşünmesinden ne ölçüde faydalanabilir?
AA: Bunun psikanalize katacağı faydalar hakkında konuşmak konusunda biraz tereddütlüyüm çünkü eğitimim ya da uzmanlığım bu yönde değil. Ancak psikanaliz camiasını kitabımdaki argümanlara karşı son derece açık ve anlayışlı bulduğumu söyleyebilirim. Bu proje üzerinde çalışmaya ilk başladığım 2009-10 yıllarındaki Boston Psikanaliz Derneği ve Enstitüsü’nde Silberger Bursiyeri olarak geçirdiğim zamandan beri geçen yıllar boyunca analistlerle bu proje hakkında yaptığım konuşmalar son derece verimli ve ilginçti.
Eleştirel Teori’ye gelince, psikanalize yeniden ilgi göstermenin çeşitli faydaları olduğunu düşünüyorum: daha gerçekçi ve dolayısıyla daha ulaşılabilir gelecek vizyonları geliştirmemize yardımcı olabilir; sorunlu ilerlemeci veya gelişimci tarih anlayışlarından kurtulmamıza yardımcı olabilir ve eleştiri çalışmasının kendisi için verimli bir model sağlayabilir.
- Çevrilen metnin orijinali için bkz. https://www.jhiblog.org/2024/01/16/critique-on-the-couch-why-critical-theory-needs-psychoanalysis-an-interview-with-amy-allen-part-i/ (Birinci Bölüm), https://www.jhiblog.org/2024/01/18/critique-on-the-couch-why-critical-theory-needs-psychoanalysis-an-interview-with-amy-allen-part-ii/ (İkinci Bölüm). Çevirmen yazardan çeviri içi gerekli izinleri almıştır. Ayrıca, çeviri redaksiyonu için Zeynep Talay Turner ve Gülben Salman’a teşekkür ediyoruz.
- Amy Allen, Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nde felsefe profesörüdür ve uzmanlık alanları Kıta felsefesi, Feminist Teori ve Eleştirel Sosyal Teori’dir. Till Wagner kendisiyle iki büyük monografisi hakkında konuştur: Frankfurt Okulu’nun düşüncesini ve çağdaş mirasını yeniden inceleyen Critique on the Couch (2020) (Divanda Eleştiri) ve The End of Progress (2017) (ilerlemenin Sonu).
- Till Wagner, tarih ve siyaset bilimi alanında lisans derecesine sahiptir ve yakın zamanda Berlin Antisemitizm Araştırma Merkezi’nde Hannah Arendt ve Jean Améry’nin düşünceleri üzerine bir tezle yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Halen kamu tarihi alanında çalışmaktadır.
- Damla Uyar: Doktora öğrencisi, Kadir Has Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Kadın Çalışmaları Doktora Programı.
[i] Shoah, Holokost için 1940’lardan beri kullanılan İbranice bir terimdir. (Ç.N.)