Eva von Redecker, Fabian Freyenhagen ve Rocío Zambrana ile Eleştirel Teori’nin Diyalektiği Üzerine Bir Röportaj

1-ViraVerita: Tarihi boyunca mevcut toplumsal koşullarla ilgilenen ve onları dönüştürmeye çalışan Eleştirel Teori çağımızın yeni zorluklarını ele alırken, vaadini halen yerine getirebilmekte midir? Eleştirel Teori’nin güncel durumunu, özellikle Aydınlanma’nın vaatlerine getirdikleri eleştiriyi göz önünde bulundurarak, Adorno ile Horkheimer tarafından önerilen metodoloji ve bakış açıları ile sorgulayabilir miyiz? Başka bir deyişle, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde çizilmiş olan çerçeveyi takip ederek “Eleştirel Teori’nin diyalektiğinden” bahsedebilir miyiz? Bahsedebilirsek, böyle bir diyalektiğe nasıl yaklaşabileceğimizi düşünüyorsunuz?

1-Fabian Freyenhagen: Eleştirel Teori bugün mevcut toplumsal koşullarla eleştirel bir biçimde ilgilenmek ve onları dönüştürmek vaadini halen yerine getirebilir, ancak bunu yapmak için önceki köklerine dönmek zorundadır. Bana göre, o [Eleştirel Teori] özel tür bir öznelerarası dönüş yaparak ve mesele sayılmayacak normatif temellere fazlasıyla ağırlık vererek yolunu kısmen kaybetmiştir. Söz konusu özel tür öznelerarası dönüş, Eleştirel Teori’yi çağımızın en önemli zorluklarından birini hatta belki de en önemlisini ele alamayacak hale getirmiştir: iklim krizi ve daha büyük ekolojik krizler. Bugün Eleştirel Teori geleneğinde çalışanların, bu zorluğun nasıl aşılacağını düşünürken ilk kuşağın çalışmalarına, özellikle de Aydınlanmanın Diyalektiği’ne, dönmesi tesadüf ya da sürpriz değildir. Mesele sayılmayacak normatif temellere odaklanmak, – Horkheimer’ın 1937 tarihli çığır açan makalesinde de analiz edip eleştirdiği üzere – geleneksel teori ile farklılıkları ortadan kaldırarak Eleştirel Teori’nin özünü gerçekten tehdit etmiştir. Yanlış yönlendirilen bir tarafsızlık arayışı teori ile pratik arasında, teorinin pratiğin diktalarına tabi kılınmasına karşı çıkışıyla bilinen Adorno’nun bile reddedeceği, bir set çekmiştir. Bu arayış, sonraki kuşak Frankfurt Okulu düşünürlerinin teorilerini sömürgeci bir mantıkla suç ortaklığına yatkın hale getiren tarihsel bağlamın unutulmasına yol açmıştır.   

“Eleştirel Teori’nin diyalektiği”nden söz edilebilir mi? Evet, en azından şu şekilde edebiliriz: Aydınlanmanın (ve genel olarak modernitenin) olumlu kazanımlarının Horkheimer ve Adorno’nun aydınlanmaya dair olumsuzlayıcı eleştirilerinde kaybolduğu endişesi, Habermas, Honneth ve onların çerçevelerinde çalışan pek çoklarının modern kapitalist dünyamızın merkezî yönlerine karşı eleştirel olmamalarına sebep olmuştur. Öyle ki kendilerini kazanımları tehdit eden güçlerin en azından bir kısmına karşı körleştirmektedirler. Honneth buna iyi bir örnektir. Daha radikal olduğu varsayılan bir dönemde bile – sosyalizm fikrini geliştirirken – piyasaları ortadan kaldıran toplumsal örgütlenmelerin denenmesini reddeder. Benzer şekilde, hem Habermas hem de Honneth, toplumsal patolojileri öyle bir biçimde kurgular ki, yaklaşımlarına baştan bir statüko yanlılığı yerleştirirler: toplumsal eleştiri, yalnızca belirli alanları (piyasa veya bürokratik yönetim gibi) denetimde tutma amacına hizmet eder ve toplumsal yapının bütünüyle değiştirilmesi gerekeceği ihtimalini baştan tamamen dışlar. Ve çoğulcu bir yaklaşım yerine, normatif temeller ile ilgili kaygı ve belli bir tür sistematiklik normatif bir monizme, hatta Honneth’in durumunda (normatif) tarihin sonuna vardığımız iddiasına varır. Taraflı bir Eleştirel Teori’nin dogmatikliğine dair endişe, ironik bir şekilde, hangi toplumsal eleştiri tasvirinin uygun olduğu da dâhil olmak üzere, dogmatizmle sonuçlanmıştır.

Böyle bir diyalektiği ele almak, Eleştirel Teori’nin yolunu kaybetmesine karşı koymada, hiciv gibi ifşa eden eleştiri araçları ve diğer retorik araçları kullanmayı içeren bir kombinasyon gerektirecektir – ve topluma eleştirel olarak yaklaşırken bir şeyleri farklı biçimde yapma konusunda sağlıklı bir yaklaşım benimsemeyi de. İkincisi özellikle önemlidir çünkü ilki, son on yıllarda sıkça gördüğümüz üzere, felsefenin kendisine odaklanarak felsefe üzerine düşünme eğilimini pekiştirebilir ve bu da çoğu zaman gerçekten önemli olan şeyin, yani topluma dair eleştirel bir teori sunmanın zararına olmuştur. Bu teori, hem eleştirinin nesnesi (örneğin modern kapitalist toplumsal dünya) değiştikçe değişmeli hem de bu nesnenin temel özelliklerinde aynı kaldığını tanıyarak kendine sadık kalmalıdır.

1- Eva von Redecker: Eleştirel teorinin doğuşu, ilk kuşak düşünürlerin Marksist çerçeveyi sadece sosyal bilimlerin çağdaş ampirik çalışmalarıyla değil, Nietzsche ile Freud’un metapsikolojisi gibi ek felsefi unsurlarla da zenginleştirmeleriyle gerçekleşmiştir. Frankfurt Okulu ise bunu, bazı açılardan başkalarından daha fazla, genişletmeye devam etmiştir. Bu sürecin her zaman katı biçimde diyalektik olduğunu düşünmesem de Aydınlanmanın Diyalektiği’yle beraber kuşkusuz ki öyleydi. Horkheimer kendi kuramsal kanaatlerinin akut bir kriziyle hatta çöküşüyle karşılaşmıştı. Hem işçi sınıfının özgürleşmenin savunucuları olacağı umudu hem de ekonomik krizlerin tarihsel gelişmenin önünü açacağı varsayımı faşizmin ortaya çıkışı – ve Kaliforniya sürgünü zamanındaki zaferi – tarafından paramparça edildi. Benim için Aydınlanmanın Diyalektiği’nin en çekici ve az değer gören yeniliği, içsel ve dışsal doğanın üzerinde kurulan egemenliğin tarihsel gelişimin motoru olduğuna – artık olumsuzlayıcı diyalektik olan – geçiştir. Eğer kitabı geriye doğru, hayvanlar ve evrim hakkındaki spekülasyonlardan başlayarak okursanız bu açık hale gelir. Yıkıcı faşist şiddette serbest bırakılan şey, travmaya uğramış doğanın, tüm dünyaya düşmanca bir katılık yansıtarak kendini mimesis odağından koparan suçlanmasıdır. Bence bu yaklaşım bugün hiç olmadığı kadar günceldir. Gezegenimizde deneyimlediğimiz krizde bütünlüğü yalnızca toplumla ilgili, toplumsal bir fenomen olarak düşünen herhangi bir analitik çerçeve yetersizdir. Dolayısıyla araçsal aklın eleştirisini yeniden takdir etmenin ileri doğru devrimsel bir adım olabileceği diyalektik bir anda olduğumuz söylenebilir. Ancak görüyorsunuz ki ben düzgün bir diyalektikçi değilim, öğrenmeyi yalnızca endemik, kriz yüklü bir gelişme olarak görmüyorum. Bazen karşılaşmalar vardır. Eğer Eleştirel Teori’nin gelişmesini istiyorsak, kaçırılan fırsatlar olan karşıolgusal karşılaşmaları da takdir etmemiz gerekir. Bir anlığına ABD’ye sürgün olarak geldiğinde Adorno’nun 1938/39’da bir ders turnesinde olan C. L. R. James’i dinlediğini hayal edin. Bence bu Eleştirel Teori için Thomas Mann ile kromatik müziği tartışmaktan daha bereketli olurdu.

1-Rocío Zambrana: Adorno ile Horkheimer’in klasik metni Aydınlanmanın Diyalektiği günümüzle derinden alakalı. Bu vakitli metinde Adorno ile Horkheimer modernliğin esaslı bir eleştirisini başlattı – her ne kadar bir rasyonellik biçimi ve tarihsel bir olay olarak modernlik projesine özgü sömürge şiddeti göz önünde bulundurularak bu eleştirinin derinleştirilmesi gerekse dahi. Metnin bağrında yer alan iddiayı anımsayalım: “Mit, halihazırda Aydınlanma’dır ve Aydınlanma ise mitolojiye geri döner.”[i] Bu iddianın gücünü, Aydınlanma rasyonelliğinin ifade edip yerleştirdiği sömürgeye dayalı iktidar matrisini göz önünde bulundurarak keşfetmek aciliyet halini aldı: Bugün yaşamakta olduğumuz ekolojik felaketin, mülksüzleşme ve güvencesizliğin sürmekte olan biçimlerinin, bitmek bilmez ırk kaynaklı terörün, toplumsal ölümle sonuçlanan cinsiyete dayalı şiddet biçimlerinin ve yükselen faşizmin koşullarını yaratan da bu matris. Aydınlanma’nın bir mit olması veya bir mit olarak işlemesi kuşkusuz metnin şu iddiasına damgasını vurur: Modernliğin ilerlemeden ziyade gerilemeye dayanan gerçekleşmesi, araçsal akıldan koparılmış bir mefhumla karşı konulmalıdır. Bir modernlik savunusundan sıyrılıp, erken modern dünyada doğan tahribata rağmen geriye kalan farklı yaşam örgütleme biçimlerini –sözüm ona keşif çağının yarattığı kıyamete rağmen dünyalar ortaya koymaya devam etmiş Yerli insanların geçmiş-geleceklerini misal– göz önünde bulundurmak suretiyle, bu iddiaya derinlik kazandırmamız lazım.[ii]

Günümüzde Adorno ile Horkheimer’in metni, ırk/cinsiyet düzeniyle epistemik ve libidinal temellerinin dayanıklılığını keşfetmemize yardımcı olması bakımından anahtar niteliğinde yine de; gerçi kapitalist modernliğin şiddet biçimlerinin sunduğu engin kanıtlar da var tabii. Başka bir deyişle, Batı rasyonelliğine kendi diliyle karşı koymamıza olanak sağlayabilecek bir metin olmaktan ziyade, halihazırdaki belaya bizi bulaştıran “doğa”, beden, zaman, insan, topluluk vs. gibi şeylerin kavranışına yönelik imge ve arzuların dayanıklılığının keşfedilmesine geçit veriyor bu metin. Adorno ile Horkheimer’in daha tutarlı bir Aydınlanma kavrayışında ısrar etmesi, Lauren Berlant’la düşünecek olursak, modernliğin kendisiyle kurduğumuz zalim bağlanmayı su yüzüne çıkarabilir.[iii] Bu müdahil olma biçimi, bizzat Aydınlanma projesinin tarihsel zararlarını bertaraf ederek kendi tezlerini başkalarının iddialarıyla yüzleştirmek suretiyle, söz konusu epistemik temeller ve libidinal yatırımlara eleştirel teorinin bizzat yaptığı katkının radikal bir özfarkındalığını da beraberinde getiriyor. Eleştirel Teori’nin ilk neslin damarından bir diyalektiğine girişmek, ekolojik bozulma, mülksüzleşme, ırk kaynaklı terör, soykırım ve faşizmin yarattığı felaketin ötesindeki dünyaların geçmiş-geleceklerine, bu radikal biçimli özfarkındalık sayesinde, daha fazla katkıda bulunur. Dolayısıyla benim önerim şu: Adorno ile Horkheimer’in kötümserliğini ehlileştirmek yerine daha da ileriye taşımak, ikilinin temel metnindeki derin içgörüleri yeni bir istikamete sokabilir. 

2-ViraVerita: Eleştirel Teori’nin köklerinden günümüze tarihsel gidişatını düşündüğümüzde birinci kuşak ile takip eden kuşaklar arasında hem süreksizlikler hem de süreklilikler bulunur. Günümüz bağlamında yeniden değerlendirilmeyi hak eden, değişen sosyal-tarihsel koşullar nedeniyle göz ardı edilip kaybolmuş öngörüler olduğunu düşünüyor musunuz? Bu öngörüleri hangi bağlamda ve ne şekilde tekrar gözden geçirmeyi ve tartışmayı önerirsiniz? Diğer taraftan Eleştirel Teori’nin ilk kuşağından miras kalan ve günümüzün sosyo-politik manzarasıyla artık alakalı olmayan ve bu nedenle “modası geçmiş” olarak değerlendirilebilecek görüşler var mıdır? Eğer varsa, bunlar neden bir kenara bırakılmalı veya nasıl tekrar gözden geçirilmelidir?  

2- Fabian Freyenhagen: Evet, kesinlikle Eleştirel Teori’nin birinci kuşağının yeniden değerlendirilmeyi hak eden kayıp öngörüleri var. Doğa ile olan ilişkimizden, son zamanlarda bir dizi kuramcının, önceki neslin bu konudaki düşüncelerine geri dönmemizin iyi olacağını fark ettiği bir alan olarak bahsetmiştim. Bu elbette bu düşüncelerin doğrudan günümüze uygulanabileceği anlamına gelmez. Özellikle örneğin doğaya hükmetmek hakkında belirli öngörüleri (önermesel içerikler olarak) yazıldıkları bağlam ve dönemden yalıtmak yanlış olacaktır. Aslında kendisine geri dönmemiz ve kendisini yeniden görevlendirmemiz gereken şey – ifşa eden eleştiri – yazma biçimi olabilir. Bu doğrultuda yapılan önemli ve ümit vaad eden bir girişim Federica Gregoratto, Heikki Ikaheimo, Emmanuel Renault, Arvi Sarkela ve Italo Testa tarafından yazılmış eleştirel natüralizm manifestosudur: https://criticalnaturalism.com/

Benzer bir biçimde ilerleme ve gerilemenin birbirine dolanıklığı Eleştirel Teori’nin ilk kuşağı tarafından, özellikle Amy Allen’in İlerlemenin Sonu kitabında üretken bir şekilde ele alınmış bir temadır. Yineliyorum; bu belirli bir önermesel içeriği bir tarihsel veya diyalektik bağlamdan başkasına aktarma meselesi değildir. Geniş ölçüde soy kütüğün sorunsallaştırıcı bir araç olarak yenilenmesi ve tekrar işe koşulmasıdır.

Başka bir örnek, erken Eleştirel Teorisyenlerin, özellikle Adorno ve Marcuse’nin, psikanalizi faşist propaganda ve öznelerin ikinci dünya savaşı sonrası kapitalist toplumlara tüketimci bir biçimde entegre edilişlerinin problemlerini altını çizmek için kullanışları olurdu. Örneğin faşist propaganda hakkında psikanalizden beslenen bir düşünüm, şu anda, Trump’in ikinci başarılı seçim kampanyasının ışığında daha güncel olamazdı. Kullanılan kişileştirilmiş faşist propaganda araçları arasında Adorno’nun “büyük küçük adam” kavramıyla açıkladığı şey de vardır: bu kişi kendini hem sıradan bir halk adamı olarak hem de muhteşemliğe erişmek için benzersiz yeteneklere sahip olan, bu sayede insanların bu kişiyle gerçekte oldukları halleriyle özdeşleşmelerine ve aynı zamanda olmak istedikleri kişinin fantastik bir idealini gerçekleştiriyor olarak özdeşleşmelerine olanak tanır. Kayıp öngörülerden bir örnek daha vermek gerekirse, sosyalizmde dahi piyasaların bir yeri olacağı dogmasına can atmak yerine, yakın zamanlarda Estelle Ferrarese’nin Le marché de la vertu’de yaptığı gibi, etik tüketimin eşölçülebilirliğin problematik piyasa mantığını yeniden ürettiğinin altını çizen Adornocu kritiğini işe koşabiliriz. 

İlk bakışta modası geçmiş gibi görünen şey, doğru bir şekilde ele alınırsa, kapitalist modernitenin şimdiki biçimiyle alakalı olabilir. Örneğin endüstriyel düzeyde çalışan kültürel küreyi homojenleştirmeyle, bu kürenin daha küçük yankı odalarına ve alt-kültürlere parçalanmasından daha az ilgilendiğimiz için Adorno ile Horkheimer’ın “kültür endüstrisi” olarak tanımladıkları şeyin demode olduğu düşünülebilir. Gelgelelim algoritma güdümlü kişiselleştirmelerin, Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki klasik tartışmada, 1940’lardaki kültürel ürünlerin standardizasyonunun ve seri üretiminin eleştirel yetilerde neden olduğu yıkıcı etkilerle aynıymış gibi anlaşılabilir. Gerçekten de ne kadarımızın kedi videoları izleyip Taylor Swift dinlediğimize bakarsak, tüm kişiselleştirmelere rağmen içerik düzeyinde homojenleştirme tezinin demode olup olmadığı bile sorgulanabilir. 

Bazı durumlarda, Eleştirel Teori’nin ilk kuşağının tüm öngörülerini bir kenara bırakmak, bu düşünürlerin kendi aralarında anlaşmazlığa düştükleri belirli konularda bir diğerinin yanında yer almaktan daha az önemli olabilir. Örneğin, Eleştirel Teori – hem 1960’larda hem de günümüzde –  Adorno’nun (tartışmalı bir şekilde) daha dar görüşünden ziyade Marcuse’nin direniş ve eleştirel bilincin nereden gelebileceğine dair daha geniş kavrayışıyladaha iyi hizmet edebilir.

2-Eva von Redecker: Sanıyorum ki yukarıda bunun bir kısmına zaten cevap verdim; o yüzden şimdi bu sorunun genel hatlarıyla ilgili birkaç şey söyleyeyim. Eleştirel Teori ya da herhangi bir özgürleşmeci projeyi kuşakla ilgili terimlerle düşünmenin ölümcül olduğunu düşünüyorum. Dünya gerçekten de babalarımızı öldürmekle, dede-ninelerimizi yeniden takdir etmekle vaktimizi harcamak için fazlasıyla tehlikede. Her şeye ve onlardan bize miras kalandan daha fazlasına ihtiyacımız var. Rahel Jaeggi her zaman “Eleştirel Teori bir takım yıldızıdır, bir okul ya da hanedanlık değil” der. Bunun iyi bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Eğer Adorno’yu dünyanın onda bulduğun fikirlere ihtiyacı olduğu için değil, Frankfurt Okulu’nun bir parçası olmak için çalışıyorsan Eleştirel Teori yapmıyorsundur. Gelgelelim süreklilikler hakkında sorduğunuz için, şeyleşme temasının birbirinden ciddi anlamda farklılaşan eserlerde bile sabit bir şekilde karşımıza çıkıyor olmasını oldukça ilham verici buluyorum. Bunu Habermas’ın XX’inde de bulabilirsiniz, Minima Moralia’da da. Rahel Jaeggi ve Axel Honneth bunun hakkında yazmıştır, Cristoph Menke’nin Hukukun Eleştirisi metni politikanın şeyleşmesinin bir eleştirisi olarak okunabilir, ayrıca Daniel Loicks’in Mülkiyetin İstismarı metni de vardır. Dolayısıyla mevhum sahipliğin savunulmasıyla hareket eden günümüzün otoriter dalgasını yeniden formüle etmeye çalışırken bu takımyıldızını oldukça faydalı buluyorum.  

2-Rocío Zambrana: İlk nesil bugünün bağlamında düşünce ve praksis açısından önemli içgörüler barındırıyor. Araçsal rasyonellik eleştirileri, tutarlı bir anti-kapitalist damardan yaptıkları politik ekonomi incelemesi, arzu sorununu dikkate almaları, tarih meselesine yönelik dikkatleri ve toplumsal-tarihsel gerçekliğe tereddütsüz yakınlıkları günümüz teori ve praksisi için vazgeçilmezliğini koruyor. İlk neslin önemi, eleştirel teorinin geleceği açısından devam ediyor ve Eleştirel Teori’nin görevi, kapitalist modernliğin epistemik temellerini sorgulamak yerine derinleştirmiş meta-felsefi bir düşünüme kaydıran normatif temeller meselesiyle sınırlı değil. Aslında ilk nesil, Avrupa ve Avrupa-merkezci bağlamlar dışında da teori ve praksis bakımından bağlantılılığını koruyor. Bu noktada Walter Benjamin’in yapıtı örnek teşkil ediyor. Siyah Eleştirel Teori kadar sömürgesizleşme, Latin Amerika ve Karayip düşüncesi açısından bir başvuru kaynağı teşkil eden Benjamin’in tarihe, hafızaya, grevin kesintiye uğratan gücüne, materyalist yöntemin kısıtlılıklarına ve hem felsefi hem edebi kanonlara müdahil olmanın gücüne dair düşünceleri, içinde bulunduğumuz gezegene ilişkin, toplumsal-siyasal ve ekonomik tehlike ânını anlamamıza yardımcı oluyor.

İlk neslin terk edilmesi gereken çok düşüncesi de var kuşkusuz, misal, Adorno’nun estetik teorisinin barındırdığı ırkçılık veya toplumsal-siyasal yaşamı özünde mümkün kılan sömürge bağlamlarındaki şiddet biçimleriyle deney yapmaya dikkat etmeyişleri. Bununla beraber, kapitalist modernliğin epistemik temellerini, dolayısıyla da ırk/toplumsal cinsiyet düzenini yenilerken, sonraki nesillerin üzerinde durduğu normatiflik meselesini de terk etmek lazım. Eleştirel Teori ve praksis dahilindeki veya ona dair normatif güç meselesi, şimdiye dair her nevi düşünümü kendine has özgürlük, otonomi ve haklar kavramlaştırmasıyla felsefi ve kategorik varsayımların içine yerleştirir; bu varsayımlar da kapitalist modernliğin ve liberal düzeninin barındırdığı mânâ, anlam ve mantığın düzenini kopya etmektedir. Bizzat sorgulanmakta olan fenomenin bağrında yer alan “doğa”, beden, zaman, insan, topluluk kavramlaştırmalarının kökünü kazımakta yetersiz kalır bu tavır. Kapitalist modernliğin epistemik temellerini kopya etmek de yüz yıl önce terk etmek istediği geleneksel teoriye eleştirel geri dönüş sağlar. Bu daimi özelliklerin radikal özfarkındalığı ve gözden geçirilmesi, topluma dair bir eleştirel teori vaadini tazeler.

3-ViraVerita: Eleştirel Teori aracılığıyla toplumsal dönüşüm sağlamakta entelektüellerin rolü nedir? Bu konuda günümüzde entelektüel bir engel olduğuna katılır mısınız? Katılıyorsanız, bunu aşmak için ne türden olanaklardan bahsedilebilir?

3-Fabian Freyenhagen: Yukarıda söylendiği üzere hem Eleştirel Teori’deki öznelerarası dönüşün belirli bir biçimi hem de mesele sayılmayacak normatif temellere ayrılan dikkat günümüzün entelektüel tıkanıklıklarıdır. Dolayısıyla, entelektüellerin rolü, kısmen, bu tıkanıklıkları açmak olmalıdır. Hem burada hem de – daha genel ve önemli bir şekilde  – toplumla eleştirel angajmanda, ifşa eden eleştirinin rolü göz ardı edilmemelidir. (Bu bağlamda, Honneth’in bir metninde Aydınlanmanın Diyalektiği’nde bu eleştiri biçiminin ne kadar önemli olduğunu kabul etmesi ve daha sonra bu görüşün çalışmalarına hiçbir etkide bulunmaması oldukça tuhaftır.) 

Özel olarak, bu, o veya bu şekilde kavramsal yenilikler barındırmalıdır. Az önce bahsedilen “kültür endüstrisi” fikri, erken Eleştirel Teori’nin dünyaya yeniden bakmamızı sağlayacak terimleri nasıl ürettiğinin iyi bir örneğidir. Kavramsal yenilik neolojizmler üretmekle ilgili olmak zorunda değil. Bunun yerine, mevcut kavramlar hakkında düşünmenin yeni ve daha geniş kapsamlı yolları aranabilir. Bir örnek Nancy Fraser’ın “iş gücü” ve “emek” gibi kavramları işçileri, feministleri ve sömürgecilik karşıtlarını kapitalizme karşı birleştirmek adına koalisyon oluşturan araçlar olarak kullanma girişimleri olabilir. Başka bir örnek toplumsal patoloji mefhumunu Eleştirel Teori geleneğinde sıklıkla yapıldığından daha radikal bir rol oynayacak şekilde genişletmek olabilir – böylece bunu ruhsal olarak acı çekmeye, onun toplumsal bağlamına ve bu türden bir acının tıbbileştirilmesinin ikisini de gizlemesi gibi çağdaş zorluklara uygulayabiliriz.

3- Eva von Redecker: Neoliberal üniversite, ciddi entelektüel etkileşimi kesinlikle engeller ve saptırır. Çalışmalarımı onun dışında gerçekleştirebildiğim için çok minnettarım, ancak bu durum çalışmalarımın dönüştürücü olma olasılığının daha yüksek olduğu anlamına gelmiyor. Yine de Eleştirel Teori’nin rolünün toplumsal dönüşümü “sağlamak” bir yana dursun, teşvik etmek olduğunu bile asla söylemem. En iyi ihtimalle, hâlihazırda devam etmekte olan eğilimleri gözlemleyebilir ve netleştirebilir, onları daha kavranabilir hale getirebiliriz, böylece failler düşünmek için daha özgür olurlar. Ancak bu bile kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz bir kamusal söylem alanını varsayar. Kültür endüstrisi altında tartışılan her şey, ki uzun zamandır fazlasıyla abartılı bulunmaktaydı, şirketlerin ele geçirdiği sosyal medya ve yapay zekâ istilasıyla kıyaslandığında sönük kalıyor. Bizimki özelleştirilmiş, dijitalleştirilmiş bir kamusal alan. Sanıyorum ki anlamın kendisinin kuşatılmasına ve metalaşmasına tanık olduğumuzu söylemek abartılı olmaz. Büyük Dil Modelleri, gerçek dünyaya herhangi bir gönderme yapmaksızın ve yadsıma yetileri olmaksızın (Cidden! Chatbotlar “değil”in anlamını işlevselleştiremez) geçmiş istatistiksel olasılıklardan içerik yaratır. Büyük miktarda verinin çıkarılması ve çalınması söz konusudur, ancak aynı zamanda ürkütücü derecede akıcı ancak tamamen içi boş olan plastik bir dil yaratılmaktadır. Bu otomatik düşüncesizliğe alışmak özerklik ve demokrasi kapasitemizi yok ediyor. Adorno ve Horkheimer’a göre, düşünümsel yetinin kaybı, Almancada “Reflexionsausfall”, faşizmin özünü oluşturur. Büyük teknoloji şirketlerinin Trump’la kurduğu ittifakta bu kayıp bir oldubittiye getirilmiştir. Bu durum, neredeyse hiçbir şeyin geçmiş verilerin işaret ettiği rotayı izlemeyeceği ve yıkıcı olmayan yaşam biçimlerini korumak için devasa yeniliklere ihtiyaç duyulan tamamen yeni bir çağa, antroposen çağına girdiğimizi hesaba kattığımızda daha da vahim bir hal almaktadır.

3-Rocío Zambrana: Topluma dair eleştirel teorinin rolü, Sylvia Wynter’ın anladığı haliyle, deşifre etme rolü olarak, kapitalist modernlik ve ırk/toplumsal cinsiyet düzeninin epistemik ve libidinal temellerinin izinin sürülüp bağının çözülmesine yönelik bir görev olarak anlaşılabilir.[iv] Toplumsal-tarihsel bağlam içinde eleştiri ve praksis için engeller varsa şayet, sermaye dünyasının ideolojik temelini kopya eden normatif paradigmalar konusundaki ısrar, bunları sekteye uğratmamış, bilakis derinleştirmiştir. Günümüzde eleştirel teori, ilk neslin sezgilerine bir dönüşle, misal Marx gibi bir figüre dönme ihtiyacına direnip yine de politik ekonomi eleştirisini normatiflik veya etik talepler meselesine indirgeyerek ya da bir hak meselesi veya hümanizmin yeni bir biçimi olarak alarak, radikal biçimde dönüşüme müsaade edebilir. Marx’ın külliyatındaki ekonomik, siyasal ve epistemik çalışmanın sadece tamamlanan kısmıyla değil yapılacak kısmıyla da –mesela kapitalizmle kölelik arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurmak, Marx’ın kendi Avrupa-merkezciliğini sorgulamak, Karayip plantasyonundaki deney/deneme pratikleriyle sabitlenmiş kamusal ile özel kavramsallaştırmalarına bağlı olduğu haliyle sömürgeye dayalı modern toplumsal cinsiyet sistemini tetkik etmek[v]– bağ kurmadan, bu toplumsal düşünce geleneğinin arzu ve amaçlarına özgü eleştirel görevden vazgeçmiş oluruz. Eleştiri çalışması tarihselliğin ve en temel kategorilerinin çalışma biçiminin bir izahına dönüp, ardından da düşünce, arzu, pratik üzerindeki düşünümsel olmayan bağı sökme, çözme, deşifre etme arayışına girebilir.

Teşekkür ederim!


[i] T.W. Adorno ve Max Horkheimer, Dialectic of Enlightenment: Philosophical Fragments, çev. Edmund Jephcott (Palo Alto: Stanford University Press, 2002); Türkçesi: Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan (İstanbul: Kabalcı, 2010). 

[ii]  Bkz. Yuderkys Espinosa Miñoso, “The Future Already Was: A Critique of the Idea of Progress in the Sex-gendered and Queer Identitarian Liberation Narratives in Abya Yala”, çev. Papusa Molina, Palgrave Handbook in Gender and Critical Race Studies(Londra: Palgrave, 2022); Indigenous Action, Rethinking the Apocalypse: An Indigenous Anti-futurist Manifesto, 20 Mart 2020, http://www.indigenousaction.org/rethinking-the-apocalypse-an-indigenous-anti-futurist-manifesto/?fbclid=IwAR0JFfA9tbAcR2ktNSy4D19JMtTl3ZGGJBm9CbEQrnN8fTI11Qj1915FuaY; Kyle Whyte, “Indigenous science (fiction) for the Anthropocene: Ancestral dystopias and fantasies of climate change crises”, Environment and Planning E: Nature and Space 1:1-2 (2018), ve de benim yayıma hazırlanan şu metnim, “Dystopia and Countermemory, Decolonial and Afropessimist: Approximations from Yuderkys Espinosa Miñoso and Saidiya Hartman”, Philosophizing Contestation, ed. Adam Burgos ve P. Khalil Saucier (Lexington, yayıma hazırlanıyor) (Angélica Montes’in yayımlanmamış İspanyolca el yazmasından yaptığı çevirinin orijinali Fransızcadır, “Dystopie et contre-mémoire décoloniale et afro-pessimiste: Réflexions autour de Yuderkys Espinosa Miñoso et Saidiya Hartman”, Utopie et dystopie dans l’imagination politique, ed. Obed Frausto and Angélica Montes Montoya [Paris: L’Harmattan]).

[iii] Lauren Berlant, Cruel Optimism (Durham: Duke University Press, 2011); Türkçesi: Zalim İyimserlik, çev. M. Çağlar Atmaca (İstanbul: Minotor, 2024).

[iv] Bkz. Sylvia Wynter “Rethinking ‘Aesthetics’: Notes towards a Deciphering Practice”, Ex-iles: Essays on Caribbean Cinema, ed. Mbye B. Cham (Trenton, NJ: Africa World Press, 1992). Ayrıca bkz. Zakiyyah Iman Jackson, “Against Criticism: Notes on Decipherment and the Force of Things”, No Humans Involved (Los Angeles: Hammer Museum, 2021).

[v] Bkz. Celenis Rodríguez Moreno, “La metamorfosis de género: la plantación caribeña como laboratorio de sexo-género”, Small Axe, yayıma hazırlanıyor.