Bir yılı aşkın süredir tüm dünyayı etkileyen Covid-19 Pandemisi koşullarında yaşıyoruz. “Normal”
olanın yeniden tanımlandığı, mevcut eşitsizliklerin derinleştiği, kadınlar, LGBTİ’ler, yoksullar,
göçmenler, engelliler, yaşlılar gibi dezavantajlı kesimlerin hayatlarının eskisinden daha da
zorlaştığı, korku, kaygı ve belirsizliğin hâkim olduğu bu süreçte sanatı odağına alan bir tartışma
ilk bakışta diğer toplumsal ve ekonomik problemlere kıyasla o kadar da önemli görünmeyebilir.
Fakat yakından bakıldığında tüm toplumsal yaşamın bu denli eksilmesinin, kültür-sanat
faaliyetlerinden olağanüstü durumlarda kolayca feragat edilmesinin yarattığı kültürel
çoraklaşmayla ve özellikle yoksulluğa mahkûm edilen bağımsız sanatçıların içinde bulunduğu
yaratamama, üretememe, hatta yaşayamama kriziyle son derece bağlantılı ve bu nedenle de
meselenin irdelenmeye değer olduğu görülebilir. Çünkü mesafenin yarattığı soğukluk ve
deneyim yoksunluğunun ilacı olan sanat, bir yandan toplumsal ve ekonomik dönüşümlerden
doğrudan etkilenirken, diğer yandan da yaşanan sorunları kamusal olarak eleştirmenin zorlaştığı
zamanlarda imgelemin mevcut olanı olumsuzlama yeteneği sayesinde yeniye ve farklı olana
alan açar. Tam da böyle bir tarihsel momentte hem sanatı hem de deneyimlerimizi yeniden
anlamlandırarak başka türlü bir yaşamı tahayyül edebilmeye belki de hiç olmadığı kadar çok
ihtiyacımız var. Biz de bütün bu yaşadıklarımızın etkisiyle, 2020 senesinin güz döneminde
dolaşıma giren yazı çağrımızda zamansal ve mekânsal sınırları aşmanın, yaşananlara ve
yaşanabilecek olanlara farklı bir perspektiften bakmanın yolunu açması amacıyla ViraVerita’nın
13. sayısında normalin sınırında, eşiğinde, ötesinde sanatın ve imgelemin yeni tezahürlerini,
disiplinlerarası ve eleştirel bir perspektifle sorgulamaya davet etmiştik. Çağrımıza yanıt veren 9
araştırma makalesi, 3 çeviri, 2 söyleşi ve 1 kitap değerlendirmesiyle okurlarımıza 15 yazıdan
oluşan bir dosya ile dosya konusu dışındaki yazılara yer verdiğimiz “Açık Defter” bölümümüzdeki
2 araştırma makalesi ve 1 çeviriyle hem bu dönemde beliren sorulara cevap niteliği taşıyan hem
de ufkumuzu genişletebilecek yeni bakış açıları sunabildiğimizi umuyoruz.
Bu sunuş yazısında ViraVerita E-Dergi: Disiplinlerarası Karşılaşmalar’ın 13. sayısının dosya konusu olan “Sanat ve İmgelem: Normalin Sınırında, Eşiğinde, Ötesinde…” ana başlığı altındaki makaleler, çeviriler, söyleşiler ve kitap değerlendirmesinin yanı sıra dosya dışı makaleler ve çeviri tanıtılmıştır.
Anahtar Kelimeler: sanat, imgelem, pandemi’de sanat, disiplinlerarası karşılaşmalar
Özet
Bilgeliğin sözle değil eylemle edinildiğini düşünen Stoacılar, felsefeyi yaşama sanatı olarak tanımlarlar. Stoacı bilgenin doğaya uygun eylemleriyle bir sanat eserine dönüştürdüğü yaşamı, dingin ve çetin bir ruhu gerektirir. Yanılgılardan ve tutkulardan uzak bilgece yaşamın bir sanat eseri olarak düşünülmesi ilk bakışta mümkün görünmeyebilir. Günümüz ayrımlarıyla yaklaşıldığında Stoa felsefesinde estetik yaşantının özerk olmadığı ve estetiğin müstakil bir disiplin olarak kuramsallaştırılmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte güncel ayrımlar ve kavramlarla Antikçağ kuramlarına yaklaşmak, kestirme ve yanlış sonuçlara neden olabilir. Bu tehlikenin bertaraf edilebilmesi ve yaşama sanatının tam da Stoacıların iddia ettiği gibi estetik ve politik bir yaşama işaret ettiğinin temellendirilebilmesi için ilk kaynaklara, erken dönem Stoacı filozoflara dönülmelidir. Estetik, etik ve politik bir yaşamın Stoacı yaşama sanatında içerildiği iddiasında olan bu çalışmada, felsefeyle yakından ilişkili olan “sevme sanatı”na odaklanılmaktadır. Çünkü Stoacı yaşama sanatı – halen rağbet görmesine rağmen-, çağdaş yazarların kapsamlı incelemelerine konu; özgün kuramlarına da ilham olan “eski” bir meseledir. Oysa tutkusuz bilgenin sevme sanatındaki ustalığı, oldukça dikkat çekici özellikleri açığa çıkarır ve çeşitli olanakları tartışmayı sağlar. Bu nedenle bu yazıda erken dönem Stoa felsefesinin sevme sanatı olarak adlandırdığı ilişki biçimi ile bu sanatın yetkinliği olan sevme erdemi ele alınmakta; bunlar aracılığıyla Stoacıların etik, estetik ve politik bir yaşamı bir arada nasıl düşünebildikleri incelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: stoacılık, aşk, yaşama sanatı, sevme sanatı, sevme erdemi.
Özet
Bu çalışma, Yargı Gücünün Eleştirisi’nde estetik beğenide, hayalgücü (Einbildungskraft) ve “özgür oyun” tanımı temelinde, hayalgücü ve anlama yetisi (Verstand) arasındaki ilişki sorununu ele almaktadır. Kant transendental felsefeyle hayalgücüne kendinden önceki filozoflardan ayrı bir saygınlık kazandırmış, bu yetiyi hem bilişin hem estetik deneyimin temel yetileri arasına yerleştirmiştir. Saf Aklın Eleştirisi’nde (A basımı) duyusallık (Sinnlichkeit) ve anlama yetisiyle transendental üç yetiden biri olan hayalgücü, üçüncü Kritik’te reflektif yargı ve estetik deneyimin zeminini oluşturmada önemli bir konumdadır. Üçüncü Kritik’in hemen her bölümünde bir işlevi haiz olan hayalgücü ile anlama yetisinin girdiği özgür ve kavramlara dayanmayan oyun transendental felsefeye ilişkin pek çok meseleyi de açığa çıkaran özelliklere sahiptir. Bu oyunda, birinci Kritik’te nesnenin kavramsal belirlenimine yönelik olan anlama yetisinin kavramlarıyla devrede olmaması tartışmanın önemli ögelerinden biridir. Bu bakımdan özgür oyun tanımı, yetilerin konumlarına ilişkin birinci Kritik’teki iddialara uzanan kapsam ve içeriktedir. Bu çalışmada bu iddialara açıklık kazandırılarak, hayalgücü merkezinde yetiler ve yetilerle bağlantılı tartışmalara ışık tutulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kant, hayalgücü, Yargı Gücünün Eleştirisi, özgür oyun, estetik yargı, kavramsallık.
Özet
Derrida, Resimdeki Hakikat metninde Kant’ın üçüncü kritikteki parerga üzerine bir paragraflık belirlemesini merkeze alarak bir Üçüncü Kritik okuması gerçekleştirir. Kant’ın belirlemesi, sanat yapıtına yönelik yapılacak hemen her belirleme gibi, yapıt ile yapıt olmayan arasında bir ayrımı varsayarak yola koyulur. Parerga işte tam da bu ayrımın arasında kalan görünmez bir sınırdır ki, zaten idealliği de görünmezliğindedir. Kant’ın parergaya yönelik belirlemesinde Batı metafizik geleneğinin eklentiye karşı aldığı tavrı gören Derrida, söz konusu tavrın açmazlarını kuramsal düzeyde inceler. Bu çalışma Derrida’nın teorik olarak yürüttüğü parergonal mekâna yönelik belirlemelerinin izini Magritte tablolarında sürmektedir. Onun resimlerinde çerçeve, imza, yazı gibi parergonal mekâna ait unsurların, bütün ikiliklerin sınırlarını birbirlerine karıştırarak nasıl bir ergon oluşturduğunu göstermekte ve bu izlekte estetik deneyimdeki dönüşümünü aramaktadır.
Anahtar Kelimeler: Magritte, Derrida, parergonal mekân, çerçeve, imza.
Özet
Rönesans dönemi felsefi, sanatsal ve bilimsel açıdan tarihte önemli bir kavşak noktası teşkil etse de bu dönemi homojen olarak nitelendirebilmek oldukça güçtür. Aydınlanmacı paradigma tarafından Hümanizm üzerinden insanın yeniden keşfi vurgusu ile Aydınlanma serüveninin başlangıç noktasına tarihlendirilen bu dönemin düşüncesi Yeni Platonculuk, Kabalacılık ve çeşitli mistik akımlardan beslenerek eklektik bir yapı sergilemektedir. Söz konusu dönemin ruhunun ezoterik, heretik ve mistik eğilimlerinden dolayı modernliğin başlangıcı olarak nitelendirmek zor olsa da mimari ve resim alanında yaşanan kimi gelişmeler modernlik ile kronikleşecek bazı pratikleri doğurmuştur. Önce mimari ardından resim alanında doğrusal perspektifin icadı, öznelerin çevresi ile kurdukları ilişkileri kökten ve kalıcı olarak değiştirmiştir. Sanat deneyiminin günlük yaşamın pratiklerine etkisi yirminci yüz yıl ile birlikte daha belirgin olmuştur. Günümüzün etik, politik ve ekolojik krizlerinin müsebbibi olan insan-merkezli yaklaşımın temelini bu dönemin doğrusal perspektifi sayesinde kazanılan görme biçimi ile ilişkilendirmek ve tartışmak bu makalenin amacı olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Rönesans, perspektif, antroposantrizm, görme biçimi, hümanizm
Özet
Bu çalışma, fotoğrafta queer pratikler ve yaklaşımlara ilişkin esnek bir çerçeve çizmeyi ve bu pratik ve yaklaşımların hangi başlıklar altında ele alınabileceğine ilişkin bir sınıflandırma yapmayı amaçlamaktadır. Makalede bir “queer fotoğraf” tanımı yapmaktan ziyade fotoğrafın kültürel ve tarihsel bağlamı içinde queer teori ve pratikle nasıl ilişkilendiği ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda fotoğraf tarihi ve teorisine ilişkin literatür; sanat alanında queer yaklaşımlara ilişkin literatür; özellikle de Batı Amerika ve Avrupa’da 2000 sonrası dönemde sayıları artan sergiler incelenmiştir. Sonuç olarak (1) görünürlük ve tanınma politikası bağlamında queer bir arşiv inşa etmeye; (2) belgesel ve portre fotoğrafında yeni yaklaşımlar bağlamında üretimde bulunmaya; (3) performatif oto-portreler yoluyla kimliğin akışkanlığının altını çizmeye ve bakışın cinsel politikasını gündeme getirmeye yönelik yaklaşımlar olduğu tespit edilmiştir. Bununla birlikte birden fazla başlığın altında ele alınabilecek sanatçı ve eserler bulunduğu için makalede yapılan sınıflandırmanın katı ve değişmez olmadığını söylemek gerekir.
Anahtar Kelimeler: queer, fotoğraf, oto-portre, kendine mal etme, performans
Özet
Beden ve iktidar düzleminde ele alınacak bu metinde gündelik yaşamda tahakküm altında olan ve kendilerini kültürel bağlamda estetize eden insanlar yontulmuş beden; iktidarı ya da egemenliği dirençle sarsan kişiler ise performatif beden sıfatıyla değerlendirilecektir. Performatif alanın beden üzerinde eğilmesiyle birlikte, bedenin kendini ortaya koyma süreci bir eşik oluşturma noktasında olmaktadır. Bu aradalık hali gündelik olanı kesintiye uğratan, izleyici konumundaki ötekiyi yutan bir süreçle açığa çıkmaktadır. Zaman ve mekandaki değişimin performatif ve yontulmuş bedenleri nasıl etkilediği incelenecek ve post-dijital çağın oluşturduğu estetize beden baskısı karşısında bedenlileşen protest sanat ortaya konacaktır. Marina Abramović, Jackson Pollock, Yves Klein ve Banksy örneklemeleri ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: performatif beden, beden sanatı, eşik, post-dijital çağ, yontulmuş beden.
Özet
Bu yazıda Yoluna Çıkan Tecavüzcü (Un Violador en tu Camino) performanslarını, kadına yönelik şiddete karşı performansa dayalı bir başka pratik olan One Billion Rising etkinlikleriyle birlikte inceliyorum. Her iki pratik de kamusal alanda bedensel arz-ı endam etme biçimleri, dijital araçlar ve simgesel performansın kesişiminde şekillense de, hem örgütleniş biçimleriyle hem de şiddete ilişkin sözleriyle belirgin biçimde ayrışırlar. Rita Laura Segato’nun “tezini” bedenselleştirerek dünyanın çeşitli meydanlarına taşıyan Yoluna Çıkan Tecavüzcü, şiddeti ve acıyı gösterileştirmeden failleri teşhir etmenin yolunu arar. Performansın hayatta kalanın bedeni için icat ettiği görünürlük ve eyleyicilik biçimleri ile feminist hareket için yarattığı siyasal, estetik ve duygulanımsal olanakları, Türkiye’deki katılımcılarla yaptığım görüşmelerden yola çıkarak soruşturuyorum.
Anahtar Kelimeler: LasTesis, One Billion Rising, şiddet, performans, beden, yaratıcı eylem, ulusaşırı feminizm, zulüm pedagojisi.
Özet
Bu çalışmada Medusa’nın sanat tarihindeki ifade biçimlerinin araştırılması amaçlanmaktadır. Makalenin “Medusa Miti ve Sanat Alanındaki Kullanımları” başlıklı birinci bölümünde Medusa mitine yer verilerek sanat tarihsel süreçteki çeşitli kullanımları ele alınmıştır. Medusa miti hem sanat tarihinde hem de feminizmde bir sembol olmuş ve üzerine birçok çalışma yapılmıştır. Sanatta feminist eleştiri bağlamında kadın sanatçılar ve sanat tarihçileri tarafından ele alınan Medusa, eril sistemin ötekileştirdiği ve kurban ettiği bir kadın olarak toplumsal cinsiyet ve feminizm hareketinde yer almıştır. Makalenin “Yeniden Üretim ve Yeniden Anlamlandırma” başlıklı ikinci bölümünde ise Medusa mitinden yola çıkılarak, yeniden anlamlandırma kavramına yer verilmiştir. Sanat tarihsel süreçte yeniden anlamlandırma Marcel Duchamp, Gerilla Kızlar, Özlem Şimşek gibi sanatçılar ile örneklendirilmiştir ve bazen sarayları koruyan, bazen çirkinleştirilerek gösterilen, bazen de güçlü olan olarak gösterilen Medusa, Benvenuto Cellini ve Luciano Garbati çalışmaları ile ele alınmıştır. Bir mit olarak Medusa’nın 1545–1554 tarihleri arasında Benvenuto Cellini tarafından yapılan bronzheykeli “Medusa Başı ile Perseus” adındadır ve döneminin başkaldırı hareketlerinden olan maniyerizmin en önemli örneklerindendir. Maniyerizm’de sanatçılar, abartıdan ve aşırılıktan ilham alırlar, Cellini’nin de Medusa mitinden yola çıkarak yaptığı “Medusa Başı ile Perseus” heykelinde Medusa’nın başından yılanların fırlaması ile klasik sanat anlayışına karşı bir başkaldırı olduğunun izlerini taşır. 2008 yılında Luciano Garbati, Cellini’nin heykelini yeniden ele alarak Medusa’nın hikayesindeki görünen rolleri “Perseus Başı ile Medusa” isimli heykeli ile tersine çevirmiş ve kadının toplumsal alandaki yeri bağlamında yeni tartışmalar oluşmuştur.
Anahtar Kelimeler: Medusa, yeniden üretim, yeniden anlamlandırma, feminizm, sanat
Özet
Bu çalışmada her ikisi de pandemi döneminde çekilmiş ve çevrimiçi platformlarda gösterilmiş olan, Eve Sığmayan Hayatlar (Sertaç Yıldız, 2020) ve Pandemide Seks İşçileri (Ayşe Adanalı ve Volkan Işıl, 2020) isimli belgeseller ile birlikte, bir sınıf olarak prekarya ve onun beraberinde getirdiği güvencesizlik, kırılganlık, belirsizlik ve düzensizlik kavramları incelenmektedir. Makalenin amacı, filmlerde Judith Butler’ın “kaçınılmaz bağımlılıklar” olarak tarif ettiği ortaklıkları keşfetmektir. Her iki film birlikte düşünüldüğünde kurulan ortaklıklar, bize kırılganlıkları eşitlenme açısından düşünme olanağı verir. Ayrıca, prekaryadan ve varoluşsal güvencesizlikten bahsedilirken seks işçilerinden söz edilmemesi, alanda hâlâ bir boşluk olduğuna işaret etmektedir. Eşitlenme deneyimleri göz önünde bulundurulduğunda, belgesellerdeki seks işçileri, kurye, bankacı, hemşire ve market çalışanının her ne kadar aynı oranda olmasa da tüm kırılganlıklarının ekrana yansıdığı görülür. Sanatın pandemi koşullarında güvencesini kaybedenlere ya da zaten hâlihazırda güvencesiz olanlara görünürlük sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle, pandemi döneminde tekrardan gündeme gelen işçi hakları ve/ya hak kayıpları göz önünde bulundurulduğunda, incelenen belgeseller bizi emeğin tanımını yeniden düşünmeye çağırır.
Anahtar Kelimeler: belgesel, eşitlenme, Covid-19, kırılganlık, prekarya
Özet
Marianne Hirsch yazısında son bir yıldır küresel anlamda tüm dünyaya etki eden pandemi sürecini ve bunun sosyal mesafelenme açısından fotoğrafa nasıl yansıdığını incelemiştir. Koronavirüs ile ortaya çıkan karantina dönemi birçok alanı olumsuz etkilediği gibi fotoğraf çekmeye olanak sağlayan koşulları da sınırlı hale getirmiştir. Bu kapsamda fotoğrafçılar ve imge üreten sanatçılar yeni yollar bulmak zorunda kalmışlardır. Hirsch’e göre bu tarz felaket durumlarında samimiyeti ve tanıklığı sağlayan gerekli orta-mesafenin yokluğunda, fotoğrafçılar zorlanmaktadırlar. Bu yazıda Hirsch, pandeminin sosyal ve kültürel yansımalarını fotoğraf üzerinden değerlendirerek, Covid-19 ile ilgili çeşitli fotoğraf projelerini ve bunların tanıklık ve etki açısından nasıl bir rol üstlendiğini ele almıştır.
Anahtar Kelimeler: fotoğraf, pandemi, sosyal mesafelenme
Çeviren: Saadet Çömlekçioğlu
Özet
Bu söyleşi Çoğunluk (2010) ve Rüzgârda Salınan Nilüfer (2016) gibi önemli filmlerin yanı sıra ilk olarak dijital platformda izleyiciye sunulan Masum (2017) isimli dizi filmin yönetmeni olan Seren Yüce’nin pandemi koşullarında ürettiği işlere ve üretim süreçlerine odaklanmakta, ayrıca beslendiği kaynakları, dijital platformların yarattığı dönüşümlere ve salgın deneyimine ilişkin düşüncelerini içermektedir.
Anahtar Kelimeler: Seren Yüce, yönetmen, sanat, Covid-19 Pandemisi
Özet
Bu söyleşi, Çerçialan (2016) ve Kanayak (2019) kitaplarının yazarı Gamze Arslan ile Arslan’ın edebiyatının pandemi günlerinde nasıl yeniden yorumlanabileceği, bir yazar olarak kapatılma sürecini Arslan’ın nasıl deneyimlediği, edebiyat dünyasında “kadın yazar” olarak varolmanın ne gibi direnme ve dayanışma olanakları yarattığı gibi konulara odaklanıyor. Söyleşi, aynı zamanda edebiyatın politika ve felsefe ile ilişkisine dair Arslan’ın özgün bakış açısını sunuyor.
Anahtar Kelimeler: Gamze Arslan, edebiyat, pandemi, sanat, felsefe.
Özet
Badiou felsefesinde sanat, diğer ana taşıyıcı alanlarla birlikte bu felsefenin üstüne inşa edildiği temel alanlardan biridir. Badiou’nun özellikle sinema ve şiir üzerine düşünceleri ve bu düşünceler üzerine çalışılması genel olarak sıkça rastladığımız bir şeydir. 2010 yılında Paris’te düzenlenen “Alain Badiou Günleri” isimli konferansta yer alan bu konuşmada, bir müzisyen olan François Nicolas, üzerine pek de düşünülmemiş bir konu olan Badiou felsefesi ile müziğin ilişkisi üzerine bir çalışma ortaya koymuştur. Bu çalışmada hem Badiou felsefesi ile müziğin, hatta tekil bir müzik figürünün nasıl ilişkilenebileceği hem de bir müzisyenin felsefe ile nasıl ilişki kurabileceği genel hatlarıyla gösterilmiştir.
Anahtar Kelimeler: müzik, Alain Badiou, felsefe.
Çeviren: Rahmi Yurttakalan
Özet
Bir müzisyenin pandemideki deneyimlerini ilk elden dile getiren bu yazı, karantina koşullarında bir sanatçının imgeleminin nasıl kesintiye uğradığını ve çalışma pratiğinin ne yönde değiştiğini göstermektedir. Esas olarak New York Şehri’nde 20 yıldan beri klasik müzik bestecisi olan Wollschleger’in, bir orkestra ve beraber çalışma deneyimininin mümkün olmadığı koşullarda, açık alanlarda veya stüdyoda solo icra edilecek çalışmalar yazmak konusunda karşılaştığı güçlükleri görünür kılmaktadır. Oda akustiği ve beraber performans gerektiren klasik müziğin yeni düzende ne yönde değiştiğini görmek açısından bir bestecinin görüşlerini ve kısıtlılıklarını paylaşması, imgelemin her yeni durumda ifadeyi seferber edecek bir biçim bulmaktaki maharetini bize göstermektedir.
Anahtar Kelimeler: imgelem, beste, çağdaş klasik müzik
Özet
Bu makale Rosi Braidotti’nin ben ve öteki arasındaki içsel bağlantı temelinde insan ve teknolojiyi birbiriyle ilişkilendiren eleştirel posthümanist öznellik tasarısına odaklanıyor. Braidotti posthuman öznelliği, insan-olmayan ötekileri kapsayacak şekilde, içsel anlamıyla farklılaşmış göçebe bir oluş şeklinde tanımlar. Braidotti’nin tekno-bilimsel ilerlemeye dair eleştirel fakat aynı zamanda olumlayıcı perspektifi, insanlığın geleceğinden toplumsal cinsiyet ve ırksal eşitsizliği tasfiye etmek adına, insan ve insan-olmayan öznelerin teknolojiye iliştirilmiş bir şekilde yeniden üretilebileceğine işaret eder. Buna karşın, ileri kapitalizmin şimdiki zamanında teknoloji dolayımındaki özneler arasında etik ilişkiler geliştirmenin mümkün olmadığını savunuyorum. Dahası, oluş etiğine dayalı insan sonrası özne inşası ileri kapitalizmdeki verili sosyo-ekonomik eşitlik nedeniyle gerçekleşemez. Braidotti’nin insan sonrası tasarısını Philip Dick’in “Human Is” öyküsüne uyarlayarak, posthuman özne öngörüsünün öyle ya da böyle insani bir kimlik varsayması gerektiğini göstermeye çalışıyorum. Bu düşünceye göre, günümüz tekno-aygıtlara bağlanan ve sanal ağlarla iletişim kuran insan sonrası dijital öznelerin, Dick’in öyküsüne atıfla, “yaşam değeri” yaratmaya ilişkin insani potansiyellerini gitgide yitirdiklerini öne sürüyorum. Ardından ileri kapitalizmde posthuman dijital öznenin ahvalini Deleuze’ün Denetim Toplumları Üzerine Postscript’ine referansla tartışıyorum. Nihayetinde, şirketlerin (piyasa güçlerinin) çıkarını teşvik ederken, insani kimliği ve kişilik haklarını metalaştıran posthuman hukukun bir örneği olarak kişisel verilerin korunmasına ilişkin normları kısaca inceliyorum.
Anahtar Kelimeler: insan sonrası, teknoloji, Rosi Braidotti, Philip Dick, posthuman hukuk
Özet
Slavoj Žižek Paralaks Bakış adlı kitabında, nörobilimci Antonio Damasio’nun duygulanımsal olarak biçimlendirilmiş zihinsel yaşam kuramlarına ilişkin Lacancı bir eleştiri sunar. Damasio Cogito-benzeri $-olarak-öznenin varlığını, -ki bu varlığın Damasioucu proje için duygusal açıdan önemi projenin kendisiyle doğrudan ilgilidir-, açıklamakta başarısız olmakla suçlanır. Žižek’in eleştirileri psikanalitik anti-natüralizm ile nörobilimsel natüralizm arasında bir yüzleşme sahnesi oluşturur. Bu makale Damasio’nun önerileriyle ilgili kısmi bir savunma sunar. Böylece makalenin hedefi, özellikle Žižek’in beyin bilimleriyle ilişkisini göz önünde bulundurarak, natüralizm ile anti-natüralizm arasında var olduğu iddia edilen yanlış ikilemi reddeden bir konum belirlemektir. Freudçu-Lacancı bir nöropsikanaliz tarafından öne sürülen öznellik biçimleri çeşitli yönlere doğru parça pinçik edilmiş, gevşekçe “doğal” ve “doğal-olmayan” boyutlar olarak betimlenen gerilimin fay hatlarında yarılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Žižek, Damasio, psikanaliz, nörobilim, duygulanım, natüralizm
Çeviren: Güncel Oğulcan Ülgen
Özet
1961 ve 1982 Anayasası’nın benimsediği parlamenter sistem 2017 Anayasa değişikliğiyle terkedilerek yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir sistem inşa edilmiştir. Başkanlık sisteminden esinlenerek kurulan bu yeni sistemde hükümet ve hükümetin Meclise karşı siyasal sorumluluğuna son verildiğinden denetim mekanizmalarında önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin en belirgin olanları gensoru ile sözlü soru müessesesinin kaldırılmış olmasıdır. Bu makale sözlü soru mekanizmasına odaklanmaktadır. Sözlü soru mekanizmasının kaldırılması 1961 Anayasası döneminden beri var olan bir düzenlemenin kaldırılmış olması dolayısıyla geçmişten bir kopuş gibi görülebilir. Ancak soru mekanizmasının tarihsel gelişimi izlendiğinde, aracın sürekli olarak aynı etkinliğe sahip olmadığı ve 2017 Anayasa değişiklikleri öncesinde tümüyle etkisizleşmiş olduğu görülür. Makale, soru mekanizmasının dönüşümünü ve 2017 öncesi ile sonrası arasında bir devamlılık olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Anahtar Kelimeler: parlamenter denetim, soru, sözlü soru, parlamenter muhalefet, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi