Aşırı sağ sahiden de halk arasından çıkma mı? Gérard Noiriel’le Söyleşi

Medyada aşırı sağın işine gelen bir “sağduyu”nun yayılması karşısında sosyal bilimler ne yapabilir? Gérard Noiriel dilin toplumsal tarihinin çağımızdaki söylemlerin analizine neler kattığını gösteriyor. Kavram ve anlatıların yukarıdan aşağıya doğru gidişini tasvir ediyor.

La Vie des idées: Çalışmalarınız aşırı sağın hususi bir retorik ortaya koyduğunu gösteriyor. Bu retorik nasıl şekilleniyor?

Gérard Noiriel: Sorunuza cevap vermeden önce, araştırmalarımda sosyal bilimler ile siyaset arasındaki ilişkileri nasıl anladığımı belirtmem lazım. Toplumsal tarihçi olarak, Norbert Elias’ın La société des individus’de (Bireyler Toplumu, 1987) geliştirdiği perspektife yerleşiyorum. Sosyolojinin kendine has nesnesi, sonsuz çeşitlilikleri dahilinde bireylerin ve (gruplar, kategoriler, partiler ve diğer kolektif antiteler oluşturmak üzere) yaptıkları faaliyetler çerçevesinde birbirleriyle kurdukları bağların incelenmesidir.

Toplumsal tarih ile siyaset (veya siyasal) arasında aşılmaz bir hendek bulunduğunu kabul etmek lazım. Zira tanımı gereği siyaset dilinin temel parçacıkları, eylemde bulunan, düşünen veya acı çeken karakterler olarak takdim edilen kolektif antitelerden meydana gelir. Gerçek bireyler bu kolektif antitelerin “temsilcileri” (devlet başkanı, parti genel başkanı, ünlü şahsiyet, vs.) oldukları ölçüde var olurlar.

Bu siyaset dili günümüzde “haber” denen şeyi yayıp yorumlayan gazeteciler yüzünden nüfusun her kesiminde yaygın şekilde kullanılıyor.

Araştırmacı olarak yaptığım çalışmalarda habire bu sağduyuya tosluyorum. Halbuki Éric Zemmour (ve ondan da önce Édouard Drumont) gibi aşırı sağcı polemikçiler kendi iddialarını yaymak için büyük ölçüde bu sağduyudan faydalanıyor. Zemmour’un kitaplarında tarihi seferber etme şeklinde açıkça görülüyor bu. Zemmour sahneye daima kolektif karakterler (Fransa, İslam, vb.) veya ulusal tarihimizin ete kemiğe bürünmüş hali olan büyük kahramanlar (Napolyon, de Gaulle, vb.) koyan hikâyeler[1] anlatır bize. 

Bu tarz söylemin toplumu oluşturan muhtelif gruplardaki alımlanışına baktığımızda, hemen görüyoruz ki aşırı sağcı polemikçiler romanesk sanatı niteleyen duygusal bir kaynaktan istifade ediyor: Halkın anlatılan hikâyedeki/tarihteki kişilerle özdeşleşme kabiliyeti devreye konuyor. Hem Drumont’da hem Zemmour’da bu ana karakterin Fransızlar olduğunu gözlemliyoruz. Sürekli kullanılan “biz Fransızlar” ifadesi bu özdeşleş(tir)meyi kolaylaştırmaya yaramaktadır. Kitabım Le Venin dans la plume’da (Kalemin Ucundaki Zehir)[2] retorik yani ikna sanatı denen şey üzerinde onca ısrarımın sebebi de bu.

“Büyük yer değiştirme” üzerine söylem de bu retoriğin örneği, zira gerçek bireyleri belirtmiyor. Sonsuz çeşitlilikleri dahilinde gerçek bireyleri göz önünde bulundurmaya çabalayan göç tarihçileri olan biz ötekiler ise şunu gösterdik: Farklı kökenden insanlar her devirde birbiriyle bağ kuruyor, nihayetinde çoklu temas sayesinde dönüşüme uğrayıp zenginleşen toplumlar dahilinde kaynaşıyorlar. Büyük yer değiştirme teorisi kadim çağlardan beri birbirine meydan okuyan iki karakter etrafında şekillenen tarihsel bir romandır. Bir yabancı “onlar”ın devamlı tehdidi altında olan “biz” Fransızlar söz konusudur: Bu “onlar” Drumont için Yahudilerken, Zemmour için Müslümanlardır.

Bu retorik daha etkili, çünkü sosyal bilimlerin ileri sürdüğü rasyonel söylem tarafından bütünüyle geçersiz kılınamıyor. Bu durum da havas dilinin, özellikle alt sınıflar arasında, avamın duygularına temas edebilecek biçimlere “tercüme edilmesi” sorununu doğuruyor.

Aşırı sağcı polemikçilerin retoriğinin sınırı kendi retoriklerine kapılıp gerçekle söylemi karıştırma temayülleridir. Éric Zemmour’un cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı sonuçta görüldüğü üzere, onlar açısından ibre tersine dönebilmektedir. Aynı tespit Édouard Drumont için de geçerli. 1898’de Cezayir’deki Yahudi aleyhtarı ayaklanmalar esnasında milletvekili seçilen Drumont bir daha seçilememiş ve ardından, kitapları sürekli yeni baskı yapsa da siyaset hayatının dışına itilmiştir.

Tarihsel açıdan şu saptamada bulunulabilir: Aşırı sağ düşünceler en çok da kriz dönemlerinde yol katetmiştir. İşsizliğin artması, sınıf düşme,[3] yoksullaşma pek çok yurttaşı aşırılık yanlısı söylemlere sevk eden bir hoşnutsuzluğu körüklemektedir. Bu fenomen inançlara, örf ve âdetlere, insanlar arası ilişkilere dokunan, kimilerinin “uygarlık krizi” dediği durumlarda daha da vahim bir hal almaktadır.

Kolektif kaygıdaki bu artış aşırı sağcı polemikçiler tarafından istismar edilmektedir, zira Drumont ile Zemmour’un yazılarının kıyaslanmasının gösterdiği üzere, ortak noktaları kıyamet tellalı (apocalyptique) bir retoriktir. Bu retorik “biz” Fransızların yok oluşunu ilan eden bir kehanet olarak tasarlanır. Aristoteles’in iki bin beş yüz yıl önce gösterdiği gibi, Yunan tiyatrosunda tragedyanın başarısı bu tarz temaşanın (evrensel bir kaynaktan, insanların ölüme yazgılı olduklarını bilmesinden istifade eden temaşanın) seyircilerin özdeşleşmesini sağlama konusunda en elverişli yol olmasıyla açığa kavuşur.

Gelgelelim bizimki gibi bir toplumda bu anlatı türünün güvenilirliği, kitle iletişim araçlarının aktardığı sağduyuya dayanmalarıyla da açıklanmaktadır. Kendi kitabımda belirttiğim gibi, Édouard Drumont’un La France juive (Yahudi Fransa) adlı kitabı 1886’da, basın özgürlüğü yasasından sadece beş yıl sonra yayımlanmıştı. Gazete okurlarının sayısı pekâlâ katlanarak artıyordu. Artık tüm sınıflar yazılı kültüre girmiş durumdaydı. “Gündem”[4] sözcüğü artık kamusal hayatımızdaki “sağduyu”ya, yani iletişim araçları sayesinde her yurttaşın aynı gün öğrendiği haber toplamına delalet ediyordu. 

Drumont ile Zemmour’un yazılarını kıyasladığımda dikkatimi çeken, sundukları kıyamet anlatısının güvenilirliğini pekiştirmek için ikisinin de dönemin gündemindeki konulardan istifade ettiğini saptamak oldu. 1880’li yılların başında Fransa’da büyük bir olay vuku bulmuştu: Katolik bankası Union Générale’in iflası. Bu iflas, Fransız kapitalizminin “Büyük Buhran” denen ilk büyük krizini tetikleyen ana etken olarak takdim edildi. Yahudi bankerler, başta da Rothschild Fransız ekonomisi üzerinde kendi tahakkümlerini kabul ettirmek maksadıyla bu iflası örgütlemekle suçlandılar (“yukarıdan gelen büyük yer değiştirme” teziydi bu). O devrin gündeminde “Yahudi sorunu” denmeye başlanan durumun kalkış noktası bu olaydı. Rothschild adı anlatılardaki başat Yahudi aleyhtarı basmakalıbı beslemeye hizmet etmiştir. Bu anlatılarda “Yahudi”, Fransa’nın yok edilmesine gizliden gizliye iştirak ettiğine yönelik kuşku beslenen kolektif bir karakterdi.

Günümüz Fransız toplumu on dokuzuncu yüzyılda olduğundan epey farklı; –kitabımın hatalı ve niyeti bozuk bir okumasının aksine– dönemin Yahudilerinin akıbeti ile günümüz Müslümanlarınınkini kıyaslamıyorum asla. Ama Éric Zemmour’un retoriği ile Édouard Drumont’un retoriği temelde aynı. Konuşmalarında, Müslüman olduğunu iddia eden suçluların gerçekleştirdiği saldırılar, genele yaymak suretiyle, tüm Müslümanların damgalanmasına hizmet etmektedir; maksat (aşağıdan) büyük yer değiştirme tezini beslemektir.

Oysa cumhurbaşkanı seçimlerinin ilk tur sonuçları gösteriyor ki bu tarz bir nefret söyleminin alımlanışı, o ânın konjonktürüne de bağlı. Şurası kesin ki, seçimden birkaç gün önce bir terör saldırısı vuku bulsaydı, Éric Zemmour’un oy oranı daha yüksek olacaktı. Fakat çeşitli konjonktür gerekçelerinden ötürü, şu sıralar medyanın empoze ettiği “alım gücü” teması, geleneksel anlamda sağdan ziyade sola daha uygun olan tema ağır bastı.

La Vie des idées: Çalışmalarınız, menşei alt sınıf olan bir ırkçılığın varlığını ortaya koyuyor: Bu ırkçılık ister Aigues-Mortes’ta İtalyan işçilerin katledilmesi sırasında (1893),[5] ister Stavisky olayının ardından 1930’ların ortalarında, isterse de Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra olsun, durum böyle. Bununla beraber 2007’de “seçkinlerin sorumluluğu”na işaret etmiştiniz.[6] Irkçılık sahiden de aşağıdan yukarı doğru mu gitti?

Gérard Noiriel: Aşağıdan yukarıya hareket nadirattan olsa da, öyle düşünüyorum ki, araştırmacıların, zaman zaman özeleştiri yapmak için, uğraştıkları bilimlerin onlara sunduğu araçları seferber edebilmesi gerekiyor. 2007 tarihli, sizin de zikrettiğiniz kitabıma –Racisme, la responsabilité des élites (Irkçılık. Seçkinlerin Sorumluluğu)– bu ilkeyi uygulayacak olursam, bugün “ırkçılık” sözcüğünü daha ihtiyatlı kullanacağımı söyleyebilirim. Günümüzde bu terim oldukça geniş anlamlarda kullanılıyor.

Öte yandan şunu da diyeyim: Sorunuzda kendiniz de “ırkçılık” sözcüğünü, 1893’te Aigues-Mortes’ta İtalyanların katledilmesine dair kitabımda “yabancı düşmanlığı” dediğim şeye gönderimde bulunmak için kullanıyorsunuz. Her ne kadar “ayaktakımı” oldukları köklerinden koparılmış proleterlerin oynadığı role vurgu yapsam da, bu çalışmada da seçkinlerin sorumluluğunu vurgulamıştım. Jandarmanın onları sabıkalı serseriler olarak görmesi halinde, bu işsiz Fransız proleterlerin, Güney Amerika’da yer alan Fransız Guyanası’nın başkenti Cayenne’deki ceza kolonisine sürülme riskiyle yüz yüze olduklarını anlatmıştım. Bu proleterler Aigues-Mortes’taki tuz işletmelerinde kendi yerlerine İtalya’nın Piemonte bölgesinden gelenlerin işe alınmasını adaletsiz buluyorsa, nedeni Cumhuriyetçi seçkinlerin dilinden düşürmediği ulus söylemini belli belirsiz akıllarında tutuyor olmalarıydı. 1889 tarihli Fransız vatandaşlığı yasasıyla ve özellikle de 1893 tarihli “ulus emeğini koruma” yasasıyla hukuk düzleminde karşılık bulmuş söylemdir bu. Resmi Cumhuriyet söylemi İtalyanların sınır dışı edilmesini ve buna eşlik eden şiddet patlamasını meşru kılıyordu onların nazarında. Racisme : la responsabilité des élites ile Massacre des Italiens (İtalyanların Katledilmesi) aynı sorunun iki veçhesini, her çağda karşılaşılan iki veçhesini tahlil ediyor.

“Siyasi fikirler” denen şeyin, alt sınıfa mensup bireylerin büyük bölümünün haiz olmadığı bir siyaset kültürünü zapt eden bireyler tarafından imal edildiğini düşünüyorum doğrusu. Bizim toplumlarımızda toplumsal tahakküm, aynı zamanda (ve belki de her şeyden önce) kamusal dildeki ustalıkta uygulanıyor (Pierre Bourdieu bunu “simgesel şiddet” olarak adlandırır). Tahakküm altındaki sınıfların, sıkıntı ve acılarına ad koymak için, yöneten sınıfların ürettiği söylemleri (ya da referansları) kendine mal etmekten başka çaresi yoktur.

La Vie des idées: Irkçı kolektif tezahürlerin çoğu alt sınıflardaki çalışma/iş meselesiyle ilgilidir. Fakat en azından Trente Glorieuses’e (Otuz Şanlı Yıl)[7] kadar sendikalar, fabrikalar, diğer mesleki sosyalleşme mekânları farklı ulusal kökenlerden işçiler arasında bir dayanışmanın ifade bulmasına da imkân sağlamıştır. Yeni çalışma biçimleri bunu tuzla buz mu etti?

Gérard Noiriel: Az evvel söylediklerim, (tüm akademisyenler gibi benim de ait olduğum) “kamusal sözün uzmanları” dediğim ufak çaplı âlemde cereyan eden simgesel mücadelenin önemini açıklıyor. Özetle, alt sınıflar 19. yüzyılın sonunda (sanayide çalışan işçi hareketinin şahlandığı âna tekabül eden dönemde) ulus devlete bütünleştirildiğinden bu yana, sağ ile sol ayrımı, yabancı tehdidine karşı ulus kimliğini savunanlar ile patronların sömürüsüne karşı işçilerin akıbetini savunanları karşı karşıya getirdi. Yirminci yüzyılda ise sol, toplum meseleleri ile insani meseleleri birbirine bağlayabildiğinde üstün gelmiştir: tıpkı (1902’de sol cenaha seçimi kazandıracak olan) Dreyfus Olayı’nda, (1934’ün faşizm aleyhtarı cephesinin oluşumunun ardından Halk Cephesi’nin zafer elde ettiği) 1936’da ve (cumhurbaşkanlığı seçimlerinde solun ortak programının adayı olan François Mitterand’ın zafer kazandığı) 1981’de olduğu gibi.

Gelgelelim gayet haklı olarak hatırlattığınız gibi, neoliberal kapitalizmin küreselleşmesi işçi kolektiflerinin imhasına, parti ve sendikaların çökmesine neden oldu. Solu epey güçten düşürüp sağın ve aşırı sağın kimlik söylemlerinin üstünlüğüne dönüşe imkân veren de buydu. Bütün siyasi alanın özerkliğini kaybetmesinde hayli katkısı olan görsel-işitsel medyanın giderek artan etkisini de ekleyeyim buna.

Vie des idées: Sahip olduğu seyir zevkinin basmakalıpları yaymaya götürdüğü bir medya “seçkini” tarif ediyorsunuz. Bu model tam da Édouard Drumont’un mücadele gazeteciliği dediği şeyi icra ettiği dönemde, on dokuzuncu yüzyılda biçimleniyor. Yirmi birinci yüzyıla ait belli bir gazeteciliğe yönelik ideolojik suçlama buna benziyor mu? Sosyal ağların şu son on, yirmi yılda şiddetin artmasına yol açtığını işitiyoruz sık sık. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Gérard Noiriel: Medya alanına hâkim olanları, görülmeye layık basmakalıpları yayma maksadıyla harekete geçiren şey bir “seyir zevki” değil, ekonomik türden nedenler. Kapitalizmin haber dünyasında giderek artan etkisiyle ilgilenir onlar. Eski Paris Belediye Başkanı Jules Ferry’nin basın ve okul özgürlüğüyle ilgili yasalarının matbu literatür pazarının hoyratça yayılmasına yol açtığını gösterdim aslında. Neticede büyük ölçekli sermayelerle kurulan, okur sayısını artırmak için kıyasıya rekabet eden yeni gazeteler kuruldu. Bu büyük gazetelerin patronları, en çok okur çeken kısmın olan bitene dair haberler (faits divers) olduğunu hemen fark etti: bir suçlu, bir maktul ve bir hakim (veya bir polis) – alın size satışları canlandıran anlatı tarzı. Siyasetin “saptırılması” (fait diversion) olarak adlandırdığım bu durum, gündemi bu tip anlatıyı devreye sokarak sunma eğilimine yol açmıştır. Édouard Drumont, kamu nezdinde var olabilmek için pireyi deve yapmak suretiyle bu yeni konjonktürden fayda sağlayan ilk polemikçi oldu. Kitap ve yazılarında durmadan aşağıladığı karakterler sıklıkla ona kılıç veya tabancayla meydan okuyor, düellolar basında geniş yer buluyordu. Neredeyse basımını kendi cebinden karşıladığı La France juive’in dönemin best-seller’ı haline gelmesini sağlayan temel vasıtalardan biri de buydu.

Éric Zemmour’un nam salmış provokasyon tarzıyla aynıdır bu (“düellolar” yerini ekranlara bırakmıştır sadece). Bu mantık durmadan yayın yapan haber kanalları ve sosyal ağların doğuşuyla yaygınlık kazandı tabii. Ancak şunun da altını çizmek lazım ki, sözlü bir şiddet özellikle bundan böyle söz konusu oluyor.

La Vie des idées: Toplum sınıflarındaki bulanıklaşma “sol” ve “sağ” kategorilerinin bulanıklaşmasıyla atbaşı mı gidiyor? Özellikle Sarı Yelekliler hareketinden[8] bu yana yok olduğu iddia edilen bu kategoriler, hâlâ bir gerçekliğe tekabül ediyor mu ve entelektüel bir etkililiğe sahip görünüyor mu size?

Gérard Noiriel: Demokratik rejimlerde devlet gücünün ele geçirilmesi büyük sayılar yasasına dayanır. Siyaset alanının çoğunluk/muhalefet diye kutuplaşması bu tarz rejimin alameti farikasıdır, velev ki ülkeden ülkeye farklı ad verilsin. Fransa’da sağ/sol ayrımı Fransız Devrimi’nin başlarında ortaya çıkmıştır, fakat içeriği devrine göre değişmiştir. Üçüncü Cumhuriyet’in başına kadar kraliyet yanlıları ile cumhuriyetçileri karşı karşıya getirmiştir. Günümüzde ise modern siyasi partilerin doğduğu an olan on dokuzuncu yüzyılın sonunda dayatılan şemayı gene yaşamaktayız. Ama 2022’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda hükümetteki eski partilerin (Cumhuriyetçiler ile Sosyalist Parti) çöküşü öyle gösteriyor ki durum tersine dönmekte olabilir.

Benim hipotezim ise şu: Sağ/sol ayrımı daima verili bir devirde hakim olan iletişim sistemine bağlı. Sağ partiler ile sol partiler arasındaki karşıtlık on dokuzuncu yüzyılın sonunda, yazılı basının yaygınlık kazanmasıyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Gazeteler bireylerin aynı partiye, yani aynı seçmene aidiyet geliştirmesine hizmet etmiştir. Sosyal ağların gelişimi, yurttaşları onları temsil edenlere bağlayan karşılıklı bağlılık biçimlerini yeniden şekillendiriyor ve aynı zamanda sağ ile sol arasındaki ayrımın tanımını dönüştürüyor muhtemelen.

***Gérard Noiriel Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu’nda (École des hautes études en sciences sociales, EHESS) 19. ve 20. Yüzyılda İktidar İlişkilerinin Toplumsal Tarihi kürsüsünün başında bulunan toplumsal tarihçi. Göç, ulus, kimlik, işçi sınıfı vb. üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. Noiriel’in kitapları arasında şunlar bulunuyor: Introduction à la socio-histoire (Toplumsal Tarihe Giriş, 2006), Qu’est-ce qu’une nation ? (Ulus Nedir?, 2015), Chocolat : La véritable histoire d’un homme sans nom (Çikolata: İsimsiz Bir Adamın Gerçek Hikâyesi, 2016) ve Stéphane Beaud’la birlikte yazdıkları Race et sciences sociales, Essai sur les usages sociaux d’une catégorie (Irk ve Sosyal Bilimler: Bir Kategorinin Toplumsal Kullanımları Üzerine Deneme, 2020).


*Söyleşinin aslı şurada yayımlanmıştır: “L’extrême droite est-elle vraiment populaire ? Entretien avec Gérard Noiriel”, La Vie des idées, “Identités de l’extrême droite française” özel sayısı,  22 Nisan 2022. Söyleşinin yayımlanmasına izin veren Sarah Al-Matary ve La vie des idées ekibine teşekkür ederim. –ç.n.

[1] Fr. histoire sözcüğü hem “tarih” hem “hikâye” anlamına geliyor. –ç.n.

[2] Gérard Noiriel, Le Venin dans la plume. Édouard Drumont, Éric Zemmour et la part sombre de la République, Paris, La Découverte, 2019.

[3] Fr. déclassement sözcüğü “mevki kaybı”, “mevki düşme”, “düzey düşüşü” anlamlarına da geliyor. –ç.n.

[4] Fr. actualité sözcüğü “güncellik”, “edimsellik”, “gündelik olaylar” gibi anlamlara da geliyor. –ç.n.

[5] A.y., Le Massacre des Italiens : Aigues-Mortes, 17 août 1893, Paris, Fayard, 2009.

[6] A.y., Racisme, la responsabilité des élites, entretien mené par Bertrand Richard, Paris, Textuel, 2007.

[7] Fransa’da 1945 ile 1975 arasında geçirilen otuz yıllık ekonomik büyüme dönemi. –ç.n.

[8] Bkz. A.y., Les Gilets jaunes à la lumière de l’histoire : dialogue avec Nicolas Truong, La Tour d’Aigues, Éditions de l’Aube/ Paris, Le Monde, 2019, s. 43-58.