Günümüzde sorun/problem (problème) kelimesi eşsiz bir sıklıkta kullanılıyor. Ufak bir zorluk belirdiğinde hemen sorun halini alıyor: Sömürge sorunu, vergi sorunu, ikmal sorunu ve diğerleri – gün be gün bu tabirlerle kuşatılıyoruz. Kesin bilimlerden kelime ödünç almakla zorlukların yarattığı duruma kesinlik kattığımızı, böylelikle de zorlukların üstesinden gelmeye biraz daha yaklaştığımızı zannediyoruz. Bu kelimenin nihai kullanıcısı filozoflar da değil; daha önce kuram veya öğreti kelimelerinin kullanıldığı tüm durumlarda bugün daha şatafatsız olan sorun kelimesini buluyoruz: varlık sorunu, bilgi, bilim sorunu, ahlak sorunu, din sorunu. Alman filozoflar sorun ortaya koyma biçimleriyle ilgili bir disiplini belirtmek için Problematik yani sorunsal kelimesini sık sık kullanıyor. Bu tabirin elde ettiği başarının, Uluslararası Felsefe Enstitüsü’nün 1947’de Lundt’ta düzenlediği toplantının teması olarak seçilmeye kadar uzanması, pek tabii bir durum: Sorun Sorunu. Bizzat bu başarının mevcut felsefi yönelimin oldukça önemli bir özelliğini göstermesi de muhtemel aslında.
Antikçağda bu kelimeyi muhafaza ettiği teknik anlamda matematikçiler dışında kimse pek kullanmamıştır. Matematiğin tarihine dair epey bilgi içeren Proklos’un Euklides Yorumu’nu[1] açarsak, matematiksel bir varlığın bir niteliğini tanımda verilmiş olan özünden çıkarsamayı öneren bir teoremle değil, bir sorun’un diğer sorunlarla ilişkisinde bir büyüklük oluşturmaya çalışmasıyla (örneğin, bir doğruyu ekstrem ve önemli oranda bölme)[2] ve çözümün de bu büyüklüğün doğuşuna tanık olmamızı sağlamasıyla karşılaşırız. Bu tabir matematiksel astronomiye uzanır; bizzat Platon da sorun kelimesini gezegenlerin çeşitli devinimlerinin görünüşünü açıklaması gereken, düzgün devinen dairelerin düzenlenişinin araştırılmasını belirtmek için Devlet’te[3] kullanır, fakat Speusippus gibi bir Platoncu ise bunu kullanmakta tereddüt eder ve geometrideki her şeyin teorem olmasını talep eder, zira sorun bize bir büyüklüğün meydana gelişini ifade eder, oysa “ebedi şeylerde meydana geliş yoktur”.[4] Aristoteles külliyatında, geç dönem tarihli (Léon Rodin’a göre V. veya VI. yüzyıl), Problemler başlıklı bir toplama eser bulunur, dolayısıyla da başlığı Aristoteles’e ait değildir. Matematiksel sorunların yanı sıra biyoloji ile ahlâka ilişkin sorular da (question) barındırır bu kitap. Ama sorun, matematikte olduğu gibi, somut, sınırlı, tanımlı bir soruya ilişkindir; bulunduğu bu konum içinden sorulduğu, soruyu çözme araçlarını temin eden bilimin önceden var olmasını gerekli kılar. Sorun’un sadece kısıtlı bir yeri bulunur.
Yine de bir istisnası vardır: Topikler – bu çalışma tartışma sanatına hasredilmiştir. Aristoteles sorun’u şöyle tanımlar: “Sorun ile önerme arasındaki fark, soru sorma biçimlerindedir. Mesela, ‘İnsanın tanımı, iki ayağı üzerinde yürüyen hayvandır, değil mi?’ diyorsak, bir önerme elde ediyoruzdur. Tersine, ‘İki ayağı üzerinde yürüyen hayvan, insanın tanımı mıdır, yoksa değil midir?’ diyorsak da burada söz konusu olan bir sorundur.”[5] Başka bir deyişle, tanım doğru bulmayı arzuladığımız bir tezi öne çıkarmadığı vakit, sorun da öne sürülen tezin karşıtını mümkün sayar ve argümanların incelenmesi için hem tez lehine hem tez aleyhine gönderir. Sorun, özü itibariyle diyalektiktir, bu yüzden de felsefe için oldukça kullanışlıdır çünkü “sorun’un iki doğrultusunda da argümanlar öne sürebilme imkânı, her bir durumda hakikat ile hatayı keşfetmeyi bizim için daha kolay hale getirecektir”. Demek ki sorun, bir alternatife yönelik farkındalıktır/bilinçtir her şeyden önce;[6] zihni kendisine karşı yerleştirir. Şüphesiz burada felsefenin başlangıç noktalarından birine varıyoruz. Kendiliğinden bilincin evrene ilişkin doğrulamaları sorunlu/sorunsal hale geldiği zaman, felsefe de başlamıştır.
Marangoz, mimar, heykeltraş üzerinde çalıştıkları malzemenin mahiyetini bilir: Çiftçi, denizci göğüs gerdikleri ya da memnun oldukları unsurların yani toprağın, denizin, atmosferin bilgisine sahiptir. Ritüeller aracılığıyla kendi tanrısıyla bağ kuran dindar insan kendi varoluşunu teminat altına alır. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu hayati ilişkiler insanlarda ancak deneyimin çözebileceği muhtelif pratik sorunlar yığını doğurur. Fakat bu insanların hiçbiri, hayatlarının tamamında yer sahibi olan bu nesneler hakkında, İyonyalıların ve onların peşinden gidenlerin ortaya koyduğu şu felsefi sorunları ortaya atmayı aklına getirmez: Madde nedir? Doğa unsurlarının kökeni nedir? Tanrılar var mıdır ve tanrıların doğası nedir? Çünkü insanlar başka şansları olmadığını düşünürler: Madde, doğa unsurları, tanrı kendisini su götürmez gerçeklik olarak kabul ettirir. Sorun’un belirmesi için, bu gerçekliklerin aslında bize göründükleri gibi olduklarından, şu an oldukları biçime hep sahip olduklarından şüphe ederek, Tanrı’nın var olup olmadığını, Tanrı’nın doğasının mahiyetini sorarak başlamak lazım gelir. Tek kelimeyle söylersek, alternatif olması gerekir: Şu şey madde midir, değil midir? Tanrı var mıdır, yok mudur?
Görüyoruz ki, nasıl matematiksel sorun kendisinden önce gelen bir bilimi gerektiriyorsa, diyalektik sorun da doğduğu ortam dahilindeki bir dizi iddiayı gerektirir. Başka bir deyişle, sorunsal daima “üstsorunsal”ı (métaproblématique) gerektirir. Fakat bu iki durumda üstsorunsal aynı değildir: Diyalektik olanda üstsorunsal, kesin bilimsel iddialardan değil, az çok muhtemel kanaatlerden (duruma bağlı olarak, geleneklerde var mı yok mu, çoğunluğa mı yoksa azınlığa mı ait, bilgelerden mi geliyor cahillerden mi) oluşur. Bu tür içeriklerden oluşan diyalektik sorunu sadece çözmemiz (yani alternatif terimlerden birini seçmemiz) gerekiyorsa, sorun hiç de icap ettiği gibi çözülmüş olmayacak, öncüllerin belirsizliği de elde edilen neticede kendisini gösterecektir. Felsefe de neticeye varmayan, pro ve contra, yani lehte ve aleyhte gerekçelerin karşıtlamalı serimlenmesinden öteye gidememe riskini alacaktır: V. ve IV. yüzyıl sofistlerinin, ardından günümüze dek defalarca kendini yenileyen, bu durumdan da memnun olan şüpheciliğin mevzusu budur; şüpheciliğin dışında da lehte olan ile aleyhte olanın diyalektik serimlenişi, hiç olmazsa felsefenin vazgeçilmez bir hazırlayıcısı olarak düşünülmüştür – Thomas Aquinas’ın Summa Theologica’sının art arda gelen maddelerinde görürüz bunu; Pascal’in bahis argümanını, Kant’ta saf aklın karşıtlamasını, Renouvier’nin Metafiziğinin ikilemlerini söylemeye bile gerek yok. Şahsen bütünüyle katıldığım bir yoruma göre, Platon’un Parmenides diyaloğunun ikinci kısmındaki meşhur uygulama, bu diyalektik usulün tarz haline getirilmesi gösteriyor ki Pardemines’in tezi varlığın birliğine dayanılarak bütünüyle doğrulanabilir ve karşı tezine dayanılarak da bütünüyle yadsınabilir.
Sokrates olmasaydı felsefe bu durumdan sıyrılamayacaktı belki de. Platon’un sokratik diyalogları kesinlikle diyalektikçi olan ama muhatabına yaptırdığı muhasebe vasıtasıyla diyalektik tartışmayı bir şekilde içselleştiren bir Sokrates seriyor gözlerimizin önüne. Platon, Sokrates’te içsel bir çelişkinin acı verici bilincini yaratır; lehte olan ile aleyhte olanın her birini ayrı bir düşman desteklemiyor da, bunlar bilince kendilerini onun içinde olarak açık ediyorlar, bilincin sırtını yaslayamayacağı bir çözünüm olarak. Öyleyse sorun, değişken kanaatten sıyrılmak, bu belirsizlikten sorumlu olan üstsorunsalı yeniden gözden geçirmektir. Sokrates’in rolü ise içsel çelişkiyi bir ızdırap ve âdeta bir vicdan azabı gibi hissettirmekti. Esas felsefi sorun, üstsorunsal sorunu ya da, daha açık olursak, diyalektik muhasebeden kaynaklanan doğası gereği lağvedilen belli felsefi iddiaların keşfedilmesiydi; kuşkusuz öyle de kaldı. Bunun tarihini yazmak, bütün felsefemizin tarihini yazmak olurdu: Platon’un İyi görüşü, Descartes’ın açık ideleri, Maine de Biran’da ilksel olgu, Hegel’de tinin diyalektik yapısı, pozitivizmde bilimin değeri, Bergson’un sezgisi – felsefi düşüncenin tüm bu asli faktörleri üstsorunsala aittir. Göndermede bulunduğumuz felsefeler, alternatife meydan vermeyen ve gelişimi de sorunlardan ziyade, denebilir ki, teoremlerden kaynaklanan felsefelerdir.[7] Böylesine uçsuz bucaksız bir konuda, öne çıkan görüşleri açık hale getirmek adına birkaç kısa ama öz notla kendimi tatmin etmekle yetineceğim:
1. Felsefede bir sorun vazetmek için ne kadar ihtiyat gerektiğini ve sahte sorunlara ya da çözülemez sorunlara kaymanın başka alanlara nazaran ne kadar kolay olduğunu biliriz. Büyük düşünürlerin icraati, Kant’ınki mesela, her şeyden önce sorunların konumunu değiştirmeye yönelik kullanılmıştır ve çözülmesi umulan üstsorunsalın, çözülmek bir yana, sırra kadem basacağını fark ettiğinde konumunu değiştirmiştir. Örneğin, ahlâk sorununun çözümünü doğa veya Tanrı’ya ilişkin spekülatif görüşlere bağlı kılmak, ahlâki iradenin, otonominin temel niteliğini göz ardı ederek onu hasır altı etmektir.[8] Sorun burada bir tür μετάβασις εἰς ἄλλο γένος’la (metabasis eis allo genos), “başka türe geçiş”le[9] gözden kaybolur. Başka bir yerde, mesela Condillac’ta ise bilincin en karmaşık fenomenleri dönüşmüş bir duyumsama olarak alındığında, sorun, usule uymayan bir indirgemeyle hasır altı edilir. Bu örneklerde gördüğümüz üzere, felsefede sorunları kendilerine uymayan bir üstsorunsalla ilişkilendirerek onların asli niteliğini tahrif etmek tehlikelidir.
2. Bu açıklama Bergson’un meşhur iddiasının tam kapsamını anlamamıza imkân veriyor: “Felsefede iyi konmuş bir sorun, çözülmüş bir sorundur.” Matematikte, sorun ortaya konduktan sonra, bağdaşmaları halinde çözümün mümkün olacağı edinilen verilerin peşine düşülürken, esasen felsefede, öyle görünüyor ki, bu verileri onlara uygun düşen üstsorunsal çerçevesi dahilinde görmeden verilerin konumu dahi pek mümkün olmaz. Matematikte gördüğümüz bu çizgisel ve ilerleyen düzeni felsefede bulmayız;[10] felsefi düşünce döngüseldir; kendine yönelttiği sorunlar ile bu sorunları çözmeye yönelenilkeler karşılıklı birbirine bağlıdır, bu yüzden de bir kısır döngü söz konusudur. Yaratıcı Evrim’de zekânın meydana gelişi ile maddenin meydana gelişi sorunlarını düşünelim örneğin; yaşam atılımında belli bir eksilme veya düşüşe ilişkin bir sezgiye, aynı zamanda da onları çözmeye yarasa da yine bizzat bu sezginin sırasıyla doğrulayıp pekiştirdiği bir sezgiye sahip olmasaydık, bu sorunlar ortaya çıkmazdı bile. Bir de bambaşka bir telkini olan bir örneği alalım: Kadim bir sorun olan madde sorunu, eğer üstsorunsalı bakımından açık ve seçik bir idenin nesnesi olarak ortaya çıkması icap etmeseydi, Descartes’ın çözdüğü şekilde çözülmüş olmayacaktı; fakat bu çözüm üzerine inşa olan evrensel işleyiş de uygulaması olmadan anlamı da olmayan söz konusu ilkeyi sırasıyla sağlamlaştırır.
3. Yukarıda dediklerim, mösyö Gabriel Marcel’in “gizemli olan ile sorunsal olan arasındaki ayrım”a dair merak uyandıran tezini değerlendirmeye imkân verecek. “Sorun, karşımıza çıkan ve yolumuza taş koyan bir şeydir. Bütünüyle benim önümde durur. Gizem ise tam tersine kendimi meşgul halde bulduğum, bütünüyle önümde durmayan şeydir.”[11] “Gabriel Marcel’e göre felsefe yapmak”, diyor bu cümleleri yorumlayan mösyö [Gustave] Thibon “bir gizemden pay almak değil, daha ziyade bir sorunu aydınlatmaktır.”[12] Bu tezin ardından sorun [artık] kamusal’dır; ilkesel olarak herkes için ama herkes için aynı şekilde yöneltilmiştir (Tanrı var mı? İnsan özgür mü?) ve akıl ile zekâyı ilgilendirir. Gizem ise kişiye özgü’dür veya olsa olsa kolektif’tir, sadece belli bir insan grubu için mevcuttur; gizeme vâkıf olanlar da bu gruplarda yer alarak bilgiden çok daha fazla varlıkları bakımından değişirler. Fakat bu ayrım, eğer gizem ortaya çıkmış bir dine göndermede bulunuyorsa benimsenebilir ancak. Bu özelliğin dışında bütün felsefenin bir bilgeliğe ve insanın içsel dönüşümüne doğru yöneldiğini söyleyebiliriz; ayrıca bizi “meşgul” eder. Bir sorunun konumu “yolumuza taş koyan bir engel” gibi değildir pek, bu sorun üzerinden kendisini bize gösteren derin bir sezginin ifadesidir daha ziyade.
Böylece genel anlamda şu sonuca varılabilir: Sanki felsefi sorunlar kendi başlarına, birbirinden ayrı olarak mevcut da biz gidip onları özdeş buluyoruz gibi bir durum söz konusu değildir, daha ziyade sorunlar kendi konum ve çözümünü barındıran bütün bir felsefi düşüncede yer alan duraklardır. Geriye, bu kavrayışın felsefede, ilk bakışta pek uyumlu görünmeyen gerçek bir ilerlemeyi tasavvur etmeye nasıl imkân vereceğini görmek kalıyor.
*Metnin aslı şurada yer almaktadır: “La notion du problème en philosophie”, Études de philosophie antique (Paris: Presses Universitaires de France, 1955), 10-16. Metin boyunca köşeli parantezler çevirmene ait. (ç.n.)
Fransızca aslından çeviren M. Taha Tunç
[1] Ed. Friedlein, s. 77, 7.
[2] Altın oran kastediliyor. (ç.n.)
[3] 530b [Burada Sokrates şöyle diyor: “O halde, dedim, astronomiyi de geometri gibi problemler yardımıyla inceleyeceğiz; bu bilimi, gerçekten kavramak ve ruhumuzun kavrayan yönünü yararsızken yararlı hale getirmek istiyorsak, gökte olup biten şeyleri bir yana bırakacağız.” Devlet, çev. Hüseyin Demirhan (İstanbul: Islık, 2016), 530bc, 376].
[4] Proklos, 77, 20.
[5] I, 4, 101 b 29.
[6] Proklos, bu özelliği matematiksel sorun’un tanımına oldukça yapay bir şekilde dahil etmek istiyor görünür; şöyle der: “Yarım bir dairenin içinde dik bir açı oluşturmak bir sorun teşkil etmez, çünkü çizilen açı hep tam orada durmaktadır. Bir doğruyu eşit parçalara bölmek ise bir sorun teşkil eder, çünkü eşit olmayan parçalara da bölebiliriz.” Durum oldukça farklı, zira bunlar iki ayrı sorundur, terimleri karşılıklı olarak birbirini dışarıda bıraktığından, alternatif teşkil etmezler.
[7] Spinoza’nın Ethica’sında sorundan eser yoktur, halbuki bu yapıt Euklidesçi yöntemi takip etmiştir.
[8] Bu hususta Heinrich Barth’ın yetkin gözlemleri için bkz. Philosophie der praktischen Vernunft, 1927, s. 84, 19.
[9] Yunanca ifadenin Latin harfleriyle karşılanıp Türkçeye çevrilmesinde destek olan Güncel Oğulcan Ülgen’e teşekkür ederim. (ç.n.)
[10] Ya da matematiğin kendi ilkelerine dönmek zorunda kaldığını düşünen ve sırf kaydettikleri ilerleme sebebiyle mösyö [Ferdinand] Gonseth ile başka matematikçilerin görüşü takip edilirse bunun görüleceğini umuyoruz.
[11] Du refus à l’invocation, s. 96.
[12] Revue de philosophie, 1946, s. 149.