Zweig Bize Bir Şeyler Fısıldıyor

Zweig Bize Bir Şeyler Fısıldıyor

Coğrafyamızın yakından tanıdığı bir isim Stefan Zweig. Birçok yayınevinin çeviri çalışkanlığıyla bizlere armağan ettiği Zweig metinleri arasında gezinmek, hiç kuşkusuz keyif verici bir okuma serüveni sunuyor edebiyat tutkunlarına.

Kabaca söylenebilir ki, yazarın kendinden hareketle ya da değil, başkasını, ötekini anlatabilme sanatını, abartıya kaçmaksızın olabildiğince yalın bir şekilde örüyor Zweig. Hem kurgu metinlerinin, hem de işlediği tarihsel öznelerin, Zweig dilinde başkaca konuştuğu açık olsa gerek. Yazarın kurgusal ya da tarihsel metinlerinin yalın çatılışının yanı sıra, bu metinler, tinsel evrenin gerilimlerinden beslendiği ölçüde kışkırtıcı bir dinamizme de kapı aralamakta. Belki de Zweig metinlerinin içerisinde saklı olan çekirdeğin gizi, yalınlık, tinsel gerilim eksenli dinamizm ikiliği biçiminde saptansa yeridir diyebiliriz.

Zweig’dan başkalarını, ötekini okumak lezzetli, kabul, peki ya Zweig’dan kendisini okumak, onun dolayıma uğramamış iç sesine tanık olmak nasıl ola? Bir edebiyat işçisi, bir hümanist, bir Avrupalılık düşünün izcisi, Avrupa’nın merkezindeki bu aydınlık insanın gözü, beyin hücreleri bizlere neler anlatabilir, fısıldar? Neler, neler…

Beş yüz sayfaya yakın, dur durak bilmemecesine akıp giden bir metinle sarmaş dolaşız: Dünün Dünyası. Zweig’ın kendini yazdığı bir metin bu. Her ne kadar içe kapanık kendi halindeliğinde başkasına kendini açmayı çok da gerekli görmüyor olsa da, tüm bu yaşanmışlıklar, insanlık dışılıklar ve tersinden tüm o güzelim insana özgülükler gelecek kuşağa elden geldiğince yansıtılmalı bilinciyle titreyen bir elin yazmadan edemeyeceği bu yapıt, bizlere ne büyük bir armağan…

Bir edebiyat gözünün, narin, kırılgan bir sinir toplamının, yirminci yüzyıl savaş vahşetini nasıl deneyimlediğini, vahşetin öğreticiliğinden hareketle, ikinci savaşın öncü sarsıntılarını ne büyük bir acı ve huzursuzlukla soluduğunu okumak, bir bakıma bugünü okumayı kolaylaştırıyor, yansılıyor gibi…

Kuşkusuz bu ilkel vahşete, geleneğin boğuculuğuna tanıklık değil tek başına metnin omurgası. Bu savaş vahşetine inat, insanlık ailesinin pırıl pırıl üyeleriyle tanışıklıklara, derin sohbetlere, muazzam bilgi paylaşımlarına, bir sanat ailesinin Avrupa sınırlarını aşan derinlikli ilişkilerine en incesinden bir dahil oluş Zweig’ınki. Bir düşüş, düş kırıklıkları çaresizliğinin yanı sıra yükselişin, umudun, insana özgü yaratıcılığa duyulan bitimsiz inancın metni Dünün Dünyası.

Yersizliği, yurtsuzluğu biraz isteyerek ama daha çok dışsal zorunluluklardan ötürü deneyimleyen Zweig’ın yaşam pratiklerinin sınırlar aşan edebiliğiyle ve bir bakıma ebediliğiyle kuşatılıyor okur bu metinde. Yalnız ama çoğul bir hümanizm gezgininin kökü insanlık değerleri olan düşüncesinin ( İki devin; Erasmus’un ve Montaigne’in sıkı bir iz sürücüsünden daha ne umulabilir ki?) dallanıp budaklanışı, bir dönemin Avrupa düşünce ikliminin ana eksenini açık ediyor gibi.

Sayfaları katedip şöyle bir geriye yaslanıp doğrulduğumuzda, şimdiki zamana yeniden dahil olunduğunda, dün, bugün, peki ya nereden nereye diye sormadan edemiyor okuyucu. Vahşetin ve insana özgü güzelliklerin bir arada olduğu o dönemden görece daha süreğen vahşetler nedeniyle iyinin, güzelin neliğine soru işareti koymak zorunda kaldığımız bu döneme, değişimin, dönüşümün olumlu anlamda gerçekleşmemesi ne acı, sahiden de ne büyük acı…

Peki ya umut? “… Ama her gölge, sonuçta bir ışığın çocuğudur. Aydınlık ile karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir.” Haklısın Zweig, hayat, gerçek anlamda yaşanıyor hala dünden bugüne. Ama inatla, Gelecek, gölgesiz ışıkların olsun dileğiyle…

 

Stefan Zweig, Dünün Dünyası. Çev.: Kasım Eğit ve Yadigar Eğit. Can Yayınları. 489 s.