Kurumsal demokrasimizin eleştirmenleri genellikle, bir kural olarak, seçimlerin doğru bir tercih sunmamasından yakınır. Çoğunlukla elde ettiğimiz, programları neredeyse aynı olan bir merkez sağ ile bir merkez sol parti arasında yapacağımız seçimdir. Gelecek Pazar, 25 Ocak’ta (17 Ocak 2012’de olduğu gibi) ise durum bu olmayacak. Yunan seçmenler, bir yanda egemenlerin, öte yanda radikal sol bir koalisyon olan Syriza’nın olduğu gerçek bir seçimle karşı karşıya…
Çoğunlukla olduğu gibi, gerçek bir tercihin böylesi anları egemenleri paniğe düşürür. Egemenler, yanlış tarafın kazanması durumunda ortaya çıkacak olan toplumsal kaos, yoksulluk ve şiddet resmi çizer. Syriza’nın zafer kazanma olasılığı, dünya piyasalarını bir korku dalgasının sarmasına neden oldu. Böylesi durumlarda alışılmış olduğu gibi, ideolojik kişileştirme altın çağını yaşıyor. Piyasalar, yaşayan insanlarmış gibi “konuşmaya” başladı ve seçimler mali tasarruf programına devam etme emrini verecek bir hükümetin kaybetmesiyle sonuçlanırsa, olacaklara ilişkin endişelerini dile getiriyor.
Avrupa’daki egemenlerin Yunanistan’daki Syriza zaferi tehdidine yönelik tepkisinden aşamalı olarak bir ideal, Gideon Rachman’ın Financial Times’taki yorumunun “Euro Bölgesi’nin En Zayıf Halkası Seçmenlerdir” (Eurozone’s weakest link is the voters) olarak atılan başlığında en iyi şekilde ifade edilen bir ideal, gün yüzüne çıkıyor. Egemenlerin ideal dünyasında, Avrupa bu “en zayıf halka”dan kurtulur ve uzmanlar zaruri ekonomik tedbirleri doğrudan dayatma gücünü kazanır; eğer seçimler gerçekleşiyorsa, bu seçimlerin işlevi yalnızca uzmanların ortak görüşünü onaylamaktır.
Bu açıdan Yunan seçimleri kâbustan başka bir şey gibi görünemez. O halde bu yıkımdan kaçınmak nasıl mümkündür? Bunun kesin yolu, korkuya geri dönmek ve Yunan seçmenleri “Şu anda acı çektiğinizi mi düşünüyorsunuz? Henüz hiçbir şey görmediniz, Syriza zaferini bekleyin ve son yıllardaki mutluluğa hasret kalın!” mesajı ile ölesiye korkutmak olacaktır.
Alternatif, ya Syriza’nın öngörülemeyen sonuçlarla Avrupa projesinden çıkması (veya atılması) ya da her iki taraf da taleplerini azalttığında ortaya çıkacak olan “karmakarışık bir uzlaşma”dır. Bu ise başka bir korkuyu yükseltir. Bu korku, Syriza’nın zaferden sonraki irrasyonel tutumuna ilişkin bir korku değil; tam tersine, Syriza’nın seçmenleri hayal kırıklığına uğratacak rasyonel ve karmakarışık bir uzlaşmayı kabul etmesi ve bu nedenle hoşnutsuzluğun -bu sefer Syriza tarafından yön verilmeyecek ve yatıştırılmayacak bir hoşnutsuzluğun- devam etmesi korkusudur.
Syriza’nın öncülük edeceği son hükümetin ne gibi bir manevra alanı olacak? Başkan Bush’a bakacak olursak, uluslararası sermayenin yıkıcı gücü kesinlikle hafife alınmamalıdır (misunderestimate); bilhassa bu sermaye yoz ve klientalist Yunan devlet bürokrasisinin sabotajı ile birleştiğinde…
Böyle durumlarda, yeni hükümet etkili biçimde radikal değişikler yürürlüğe koyabilir mi? Burada gizlenen tuzak, Thomas Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital’inde açıkça kavranabilir haldedir. Piketty’ye göre kapitalizm eldeki en iyi şey olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla, kapitalist makinanın kendi alanında işlemesine izin vermek ve ekonomik sistemi düzenleyen ve yeniden dağıtımı güçlendiren demokratik bir güç ile eşitlikçi adaleti politik olarak dayatmak tek makul seçenektir.
Böylesi bir çözüm, kelimenin tam anlamıyla ütopyacıdır. Piketty, önerdiği modelin yalnızca ulus-devlet sınırlarının ötesinde, küresel olarak uygulandığında çalışacağının farkındadır (aksi halde sermaye düşük vergilerle devletlere akacaktır). Böylesi bir küresel tedbir, hâlihazırda var olan ve bu tedbiri dayatacak direnç ve otoriteye sahip küresel bir güç gerektirir. Bununla birlikte, böylesi bir küresel güç, günümüzün küresel kapitalizmi ve bu kapitalizmin içerdiği politik mekanizmaların sınırları içinde tahayyül edilemez. Özetle, böyle bir güç var olmuş olsaydı, temel problem zaten çözülürdü.
Ayrıca Piketty’nin önerdiği yüksek vergilerin küresel olarak dayatılması ne gibi ek tedbirler gerektiriyor? Tabii ki bu fasit daireden çıkmanın tek yolu, kördüğümü kesmek ve eylemde bulunmaktır. Bir eylem için hiçbir zaman mükemmel şartlar yoktur –her eylem doğası gereği çok erken gelir. Fakat tekil bir müdahaleyle bir yerden başlanmalı ve yalnızca, böylesi bir eylemin yol açacağı ek zorluklar akılda tutulmalıdır.
Ve muazzam borçla ne yapılacak? Avrupa’nın Yunanistan gibi ciddi ölçüde borçlanmış ülkelere ilişkin politikası, bir “uzatmak ve gibi davranmak” (geri ödeme süresini uzatmak, fakat nihayetinde bütün borçlar ödenecekmiş gibi davranmak) politikasıdır. Peki, borçların geri ödenmesine ilişkin bu hikâye neden bu kadar direngendir? Bunun nedeni, ne bu hikâyenin yalnızca, borç vadesinin uzatılmasını Alman seçmenler için kabul edilebilir kılması; ne de yalnızca, Yunan borçlarının silinmesinin Portekiz, İrlanda ve İspanya’dan gelecek benzer talepleri tetiklemesi ihtimalidir. Bunun nedeni, iktidardakilerin, borcun tam olarak geri ödenmesini gerçekten istememesidir.
Borcu verenler ve koruyucular, borçlu ülkeleri yeterince suçlu hissetmemekle suçlar; başka bir deyişle, bu ülkeler masum hissettikleri için suçlanır. Onların baskısı psikanalizin süper ego kavramına tam olarak uymaktadır. Freud’un açıkça gördüğü gibi, süper egonun paradoksu, onun isteklerine ne kadar boyun eğersek, o kadar suçlu hissetmemizdir.
Öğrencilerine imkânsız görevler yükleyen ve onlardaki kaygı ve paniği görünce sadist bir biçimde alay eden kötücül bir öğretmen düşünün. Borçluya para vermenin gerçek amacı, borcun kârıyla birlikte geri ödenmesi değil, borçlunun sürekli bir bağımlılık ve tabi olma halinde kalmasına neden olan borcun, süresiz şekilde devam etmesidir.
Arjantin örneğine bakın. On yıl kadar önce, ülke IMF’ye olan borcunu (Venezuela’nın finansal yardımıyla) zamanından önce ödemeye karar verdi. IMF’nin tepkisi şaşırtıcıydı. IMF (ya da tepedeki temsilcileri) parasını geri alacağı için memnun olacağına; Arjantin’in, bu yeni özgürlüğünü ve uluslararası finans kuruluşlarından mali bağımsızlığını, sıkı finansal politikaları bırakıp özensiz harcamalara kalkışmak için kullanması konusundaki üzüntüsünü dile getirmişti.
Borç, borçluyu kontrol etmek ve düzenlemek için bir araçtır ve bu nedenle kendi genişletilmiş yeniden üretimi için gayret eder.
Doğru çözüm açıktır: Herkes Yunanistan’ın hiçbir zaman borcunu ödemeyeceğini bildiğine göre, birinin cesaret edip borcu silmesi gerekir. Bu kabul edilebilir bir ekonomik maliyetle, yalnızca siyasi irade ile yapılabilir. Böylesi eylemler, Brüksel neoliberal teknokratlığı ile göçmen karşıtı yanlış tutkular arasındaki kısır döngüden çıkmak için tek umudumuzdur. Eğer biz eylemde bulunmazsak, Altın Şafak’tan UKIP’e, onlar bunu yapacak.
Büyük muhafazakâr T. S. Eliot Notes Towards a Definition of Culture’da (Kültürün Tanımı Üzerine Notlar) tek tercihin sapkınlık ve inançsızlık arasında olduğu anlardan, yani bir dini hayatta tutmanın tek yolunun, bu dinin ana bedeninden hizipçi bir kopuş gerçekleştirmek olduğu anlardan söz eder. Bugün bizim Avrupa’ya ilişkin konumumuz budur: Yalnızca (şu anda Syriza tarafından temsil edilen) yeni bir sapkınlık ve Yunanistan’ın Avrupa Birliği’nden kopuşu, Avrupa mirasında korunmaya değer olanı, yani demokrasiyi, insanlara güveni ve eşitlikçi bir dayanışmayı koruyabilir.