Yıldızsız Gece: Bir Felaket Olarak Belirsizlik

Çakılıp kaldığımız bu iğreti ve muğlak şimdiki zamanda, bize ağır çekim bir felaket sahnesinin ortasında kalakaldığımız hissini yaşatan o belirsizliği düşünmeye nereden başlayabiliriz? Üstelik zamanımıza özgü gevezelik, sözün içini alabildiğince boşaltmakla kalmayıp bizi tersinden bir dilsizliğe ve sağırlığa mıhlamışken, sözü çoğaltırken hiçleştiren o gevezeliğe düşmeden ya da bilakis sözümüzün bu uğultulu gevezeliğin bir parçasına dönüşüp çöpleşmesini, daha yazılırken kendisini silmesini de göze alabilecek bir takati nereden devşirebiliriz? Düşünce, tam da takatimizin tükenmiş gibi göründüğü bir anda, bize alabildiğine yabancı gelenin şiddetiyle, yanıtlarımızın nefesinin tükendiği yerde, anlam ile anlama arasındaki bağlantıyı kopartan bir karşılaşmayı göze alarak başlamaz mı zaten? Her şeyi muğlaklaştırarak kendini yürürlüğe sokan felaket, bütün verili uyarım ve yanıt devrelerimizi, bütün kavrama ve akıl yürütme biçimlerimizi felç ederek bizi kendini düşünmeye doğru şiddetle çekerken, bu girdaptan kendimizi nasıl sakınabiliriz? Yazıdan ve sözden kendimize bir sığınak yaratabileceğimiz umudunu yitireli de epey olmuşken, felaketi nerede karşılayabiliriz? Ama sadece şu son birkaç mevsimdir bizi can derdine düşüren covid-19 virüsü salgınını değil, salgının, örtük ve ele gelmez ethos’unu ilk kez bu kadar açık ettiği çağımızın en başından beri orada olan felaketini, bir felaket olarak çağımızı nasıl düşünmeye başlayabiliriz?

* * *

Birkaç anahtar terim ve kavram var gibi duruyor elimizde: Belirsizlik, rastlantısallık, olumsallık, kaygı, kriz. Son birkaç on yılda, piyasanın içkin olumsallığını, belirsizliğini ve “yaratıcı yıkıcılığını” kutsayarak dolaşıma giren neo-liberalizmin mantığı, söz konusu yıkıcılığa karşı birer bariyer ya da sigorta işlevi görsün diye tanınan-kazanılan neredeyse bütün iktisadi ve sosyal haklara saldırırken, toplumu bir arada tutan hemen hemen bütün bağları aşındırmaya başlıyor. Aşınan ve yıkıma uğramaya yüz tutan, toplumun kendisini maddi ve manevi olarak yeniden üretebilme koşulları ve kapasitesi değil yalnızca; bakiyesi işsizlik, güvencesizlik, kırılganlık ve esneklik olan bu belirsizlik rejimi, aynı zamanda, insanları içerisinde bulundukları ahvali idrak ve ifade edebilecek araçlardan da yoksun bırakıyor. “Bildiğimiz dünya” sona ererken, ne yaşanılan zamana dönüp eleştirel bir mesafeden bakabilme ve yön verebilme, ne de önümüzü görebilip geleceğe yönelik kestirimde bulunabilme dermanını bulabiliyoruz kendimizde. Belirsizliği yönetebilecek bütün idari, siyasal ve toplumsal mekanizmaların, yukarıdan ya da tabandan inşa edilebilecek her türlü dayanışma yordamının nafileliğine kanaat getirmeye başladıkça (neo-liberalizmin aynı zamanda bütün bir ideolojik başarısı da burada yatmıyor mudur?) giderek daha yönetilebilir ve harcanılabilir kılıyoruz kendimizi.  “Biçim veremediğimiz şeyin biçimini aldıkça”, giderek çağımıza benzemeye başlıyor; hepten kaygıdan, idraksizlikten, dermansızlıktan oluşmuş tanımsız ve belirsiz bir varlığa dönüşüyoruz.

Ama belirsizlik, olumsallık, geleceği kestirememe, kaygı, zamanımıza mahsus deneyim ve hissiyatlar mı? Bütün bunlar, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamakta olan bizlerin “yeni normal”i mi sadece? Elbette değil. Sadece şimdi ve gelecekle değil geçmişle de bağımızı koparan kolektif dermansızlık hali, çoğu zaman belirsizlik ve olumsallığın, insanın en başından beri dünya ile kurduğu ilişkinin merkezinde yer aldığını da unutturuyor bize. Eğer olumsallığı, şimdiye kadar olmuş, olagelmekte ve olacak olanların zorunlu bir doğasının ve istikametinin olmayışı, her şeyin iyi ya da kötü ama başka türlü de olabileceğine dair her daim bir olasılığın mevcut olduğuna dair bir bilinç ve hissiyat olarak adlandırabilirsek[1], bütün bir bireysel ve kolektif insani varoluş halinin tam olarak böylesi bir belirsizlik deneyimiyle karakterize olduğuna kanaat getirebiliriz. Antik çağlarda kolektif yaşamı düzenleyen mitoslar ve tragedyalar, ölüme yazgılı insanın, kaosla, muğlaklıkla ya da bilinmez olanla mücadelesinin birer ürünü değil midir sözgelimi? Keza bütün tek tanrılı dinlerin müminleri, belirsizliği ve olumsallığı aşkın ve ilahi bir düzen fikri ile karşılamaya çalışmamışlar mıdır? Mitosların, tragedyaların ve tanrıların ya da Tanrının dolayımıyla yürüyen belirsizliği ve olumsallığı anlamlandırma ve sınırlama girişimi, modern dönemde de biçim ve araç değiştirerek yürürlükte kalmıştır. Dünyanın ve toplumun insanlar için önceden hazırlanmış bir düzeninin olmayabileceğine dair şüphe modernlikle birlikte daha da yoğun bir biçimde hissedilirken, belirsizlik ve olumsallık, modern bilinç için de kaos, risk ve türlü tehlikeleri barındıran bir bilinmezlik evreni olarak deneyimleniyordu. Yine de insanlığın önceki evrelerinden farklı olarak, bu evren, salt mitos, efsane ve inançlarla değil, aynı zamanda bilimsel çabayla denetim altında tutulabilecek, barındırdığı tehdit ve riskler yeni düşünme tarzlarının, kurumların, örgütlenme ve yönetme biçimlerinin inşa edilmesiyle kapsanabilecek ve bir ölçüde hesaplanabilecek bir bakışın yörüngesine giriyordu. Dünyanın aşkın bir yasa ve düzeninin olmadığının bilincine varılması, rastlantının ve talihin gücüne dair saf bir iyimserliğe yaslanmayı değil, bilakis bu gücü olabildiğince denetim altına almak için neler yapılabileceğine dair yoğun bir çaba ve merakı tetikliyordu modernlikte. Belirsizliğin ve “olumsallığın bilinci” olarak tanımlanabilecek modernlik deneyimi[2], beklenmedik olan karşısında hazırlıklı olmak gibi bir paradoksla biçimleniyordu. Yine de bu paradoksun kendisini ketlemesine izin vermeden, insanın aklı, iradesi ve eylemiyle, tamamen ortadan kaldıramayacağını bilse de, her tekil durum ve olayda olumsallığı ve belirsizliği analiz etme ve sınırlandırmanın stratejilerini geliştirmenin yollarını arıyordu. Modernlik deneyimi, bir yandan hiçbir şeyin zorunlu bir doğası ve istikametinin olmadığı fikrinin yarattığı güvensizlik, risk ve endişeyle başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan giriştiği bütün devrimlerle, yarattığı bütün siyasal ve toplumsal kurumlarıyla, farklı siyasal düzen tahayyüllerinin vaat ettiği toplum tasarımlarıyla, felsefe akımlarının getirdiği bütün perspektiflerle olumsallığı ve belirsizliği aşmanın yordamlarını geliştiriyordu. Kısacası, belirsizliğin ve olumsallığın farkındalığının, beklenmedik olan karşısında hazırlıklı olmak gibi bir paradoksa batmış olmanın bilinciyle hareket etmenin, yarattığı kaygı ve güvensizlik, hiç de çağımıza özgü durumlar değildi esasında. Modern insan da, bilhassa kapitalizmle birlikte, kendi bireysel ve toplumsal varoluşunu, sürekli bir çözülme, kaygı, çelişki ve belirsizlikler girdabı olarak deneyimliyordu en nihayetinde.

* * *

Peki çağımıza özgü olan belirsizliğin ya da geleceği kestireme halinin ayırt edici tarafı nedir? Güven(ce)sizlik, kaygı ve umutsuzluğun daha da kesifleşmesinden mi söz ediyoruz sadece çağımızı bir felaket olarak tasvir ederken? Çağımızın felaketinin ya da bir felaket olarak çağımızın, antik ya da modern toplumun insanlarının türlü felaketlerle başa çıkma deneyiminin yanıt sunamadığı bir fazlalığı var gibi gözüküyor. Bu fazlayı, Maurice Blanchot’nun felaket temasına dair fragmanlarını takip ederek düşünmeyi deneyebiliriz. Blanchot, sözcüğün Batı dillerindeki karşılığından yola çıkarak (dis-aster, dés-astre), felaketi, bir yıldızsızlaşma, “yıldızlardan ayrı düşme”, “yüksekteki rastlantıyla ilişkinin kopmuş olması” biçiminde tasvir eder.[3] Felaketin etkisinde, talihle bağımız koparken, yıldızlar ya da “felek”[4] artık bize yön gösteremez olur. Yıldızsız göklerin karanlığında artık rehbersiz hareket etmek durumundayızdır.

Antik dönemde ve modern zamanlarda, sıklıkla, belirsizliğin uzamı açık denizle, felaketin eğretilemesi ise denizde seyir halinde olan geminin batışı imgesiyle karşılanırdı. Antik çağların insanı için kara; yasayı, düzeni ve güvenliği çağrıştırırken, deniz; belirsizliğin, kaosun, bilinmeyen doğaüstü güçlerin alanı olarak “hep kuşku uyandırıcı bir varlık” biçiminde tahayyül edilmişti.[5] Denize açılmak, “insana özgü kurumların ve mekânın doğal sınırı”nın ötesine geçmek, güvenilmezliğin, yasa tanımazlığın, “yönetilemez oluş”un bilinmeyen evrenine dahil olmak anlamını taşıyordu.[6] Geminin batışı imgesi ise, bilinmeyen tarafından yutulmayı, felakete uğramayı çağrıştırmıştı çoğunlukla. Siyasetin ve/ya devlet yönetiminin ya da genel olarak ülkenin de gemi ile eğretilenmesi boşuna değildi; siyasete ya da devlete düşen, ülke gemisini, okyanusun taşıdığı bütün riskler ve belirsizliklerle mücadele ederek güvenli limanlara ulaştırmaktı. Rönesans sonrasında ve modernlikte ise, açık deniz, salt korku uyandırıcı bir belirsizlik ve bilinmezlik sahası ya da sınırı olmanın ötesinde, insanın keşif tutkusunu dürten, onu yeni dünyalara sürükleyen bir rotayı, henüz işlenmemiş potansiyelleri barındıran bir geleceğe açıklığı imliyordu aynı zamanda. Geminin yönlendirilmesindeki sorunların çözümlenmesi artık devletin yanında bilim ve tekniğin de el attığı bir meseleydi. Fırtınaların hesaplanmasındaki muhtemel bir yanlışlık sonucu geminin kazaya uğrayıp batması ise ilerleme düşüncesi ve dünyayı keşif tutkusunun canlılığıyla kıyaslandığında ödenebilecek bir bedeldi. Öyleyse, modernliğin ve öncesinin belirsizlik kaynağının açık deniz, felaket eğretilemesinin geminin batışı imgesi olduğunu söyleyebilirsek, artık modernliğin ötesine geçtiğimizi düşündürten bu kadar alametin ortasında çağımızın felaketinin uzamının gökler, eğretilemesinin ise yıldızdan kopma imgesi olduğunu öne sürebiliriz.

Çağımızın bir felaket olarak ele gelmeyen o fazlalığını, tam da açık deniz-gemi batışı ile yıldızdan kopma eğretilemeleri arasındaki bir karşılaştırma üzerinden tasvir etmeyi deneyebiliriz. Öncelikle, deniz, bir belirsizlik sahası olarak felaketlere gebe olsa da, en nihayetinde ötesine geçmeyi denemekten imtina edebileceğimiz bir sınırdı da aynı zamanda; kendimizi beri tutabileceğimiz güvenli bir karanın sınırıydı. Demek ki, yasanın, düzenin ve belirlenmişliğin sahası ile kaosun, bilinmezin ve belirsizliğin arasında bir sınır işaretlenebiliyordu modernlik-öncesi ve modernlikte. Oysa yıldızlardan ayrı düştüğümüzde, felekle bağımız koptuğunda, yıldızsız bir gecenin altında sadece yönümüzü yitirmekle kalmıyor, bizi bilinmezin gadrinden nispeten bağışık tutabilecek bir düzen imgesi olarak karadan da, bir sığınak ihtimalinden de mahrum kalmış oluyoruz. Müesses bir mekân-nizam ile bilinemezlik sahası arasında muhtemel bir sınır da giderek siliniyor ve muğlâklaşıyor. Öte yandan, Aydınlanmanın tahayyülünde, geminin batışı olarak felaket, o güvenli sınırın berisinden, karadan, izlenebilir bir vaka olarak, kendisi üzerine düşünmeye, bir dahaki vuku bulma anını bir nebze de olsa tahmin edebilmeye bir davet çıkarabiliyordu. Geminin batışı, artık doğaüstü kuvvetlerin akıl erdirilemez bir darbesi değil, o an için yanlış hesaplanmış doğa yasalarının öngörülebilir bir sonucu olarak kendisini bir bakışın nesnesi kılabiliyor, göz hizasında kalabiliyordu.[7] Geminin batışı, teşhis edilebilir bir hata ya da kimi zaman tolere edilebilir bir yanılgı olarak, keşif ve ilerleme arzusunu durdurmaya yetmiyor, henüz bilinmeyenin sarmaladığı potansiyellerin sönümlenmesine yol açmıyordu. Arzu, nesnesine ulaşamayacağı ihtimalinin farkında olsa bile, hedefinin etrafında dolambaçlar çizmeye devam ediyordu. Bütün coğrafi ve bilimsel keşifler, bütün felsefi ve sanatsal çabalar, ya da en nihayetinde bütün o siyasal devrimler bir yerde bu dolambaçlar değil miydi?  Yıldızdan ayrı düşme söz konusu olduğunda ise, artık bizi kendini anlamaya davet eden, tarihselleştirilebilir bir hadiseden de söz edemiyor gibiyiz; yaydığı belirsizlik sisini dağıtıp, bizim artık ona bakamadığımız gibi, felaket de bize bakmıyor. Bakışsız felaket, bir olay olarak gerçekleşmediği gibi bir kehanet olarak ilahi bir şiddetle bizi cezalandırmıyor da; bir yandan “her şeyi harap ederken”, diğer yandan “her şeyi de olduğu gibi bırakıyor”.[8]  “Her türlü gelişi durduran” ya da askıya alan felaket, bir türlü varmıyor; bir yandan bizi girdabına alırken, öte yandan hep kenarında tutuyor.[9] Maruz kaldığımızı hissettiğimiz şey, başımıza gelmiş ve gelebileceklerin düzenine dahil olmuyor bir türlü[10]; gemi kazasını izleyen ya da o kazadan sağ kurtulan, denize açılacaklara deneyimini aktarabilirken, halihazırda kerteriz aldığımız yıldızların da çoktan sönmüş olduklarının bile farkına varmayan biz, o belirsizlik sisinin içinde, bir ketlenme halinde kalakalıyoruz. Her türlü muhakemeyi kuşkulu hale getiren, idrak ve ifade gücümüzü tahrip eden, bütün kehanet olanağını askıya alan bir kehanetin sıradanlığında gittikçe yönümüzü yitiriyoruz. Açık denizler gibi arzuyu da kışkırtmıyor artık bu yön yitimi. Ölümü göze alan ya da bizatihi ölümü nesne edinen bir arzu da canlı kalamıyor. Hiçliği bile arzulamaya devam eden bir nihilizm ötesinde, artık hiçlik de dahil hiçbir şeyi arzulamayan bir varoluşun edilginliği tarafından massediliyoruz.

Esas farkı burada belki zamanımızın; belirsizlik, yalnızca arzuyu dürtmemekle kalmıyor bir deneyim de sunmuyor artık bize; kendi yönsüzlüğümüzün bir anlatısını kuramıyor gibiyiz; anlatmaya başladığımız anda sözlerimiz felaketi hep ıskalıyor sanki. Başımıza çok önemli bir şey geldiğini sezsek bile, başımıza gelen, cesaret kırıcı bir sessizlik ya da tersinden sağır edici bir gevezelik içerisinde bizi algı ve idrak kanallarımızın dışına sürgün ediyor. Bir türlü varmayan ya da belirmeyen [appoint], bizi hep kenarında tutan felaket, bir hayal kırıklığı [disappointment] da yaratamıyor.[11] Modern zamanlarda, bilhassa kapitalizmin hükmünü iyiden iyiye ilan etmesinden sonra, belirsizlik ve geleceği kestirememe durumu, bir kopuş ya da kriz deneyimine cevaz verebiliyordu. Her şeyin yeniden tasnifleneceği, değerlerin yeni baştan inşa edileceği, kartların yeniden karılacağı bir yeniden kuruluş anının arifesindeki beklenti halini, sözgelimi, kendi çağında Gramsci, “eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı” bir kriz eşiği olarak işaret edebilecek araçlara sahip görünüyordu. Modernizm de, mevcut değerlerin işlemediği, anlamların buharlaştığı, “büyüsü bozulmuş” bir dünya idi. 19. yüzyılın bütün bir romanı tam da bir değer yitimi içerisinde, artık sarılınabilecek bir geleneğin ya da ahlakın var olmadığı bilinci içerisinde anlamsız bir dünyanın boşluğundan kendini doğurmamış mıydı örneğin?  Yine de modernizmin 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarındaki serencamında ivmelenen değer ve anlam yitimi (Carl Schmitt’in ifadesiyle “tinsel yokluk”), bir siyasal ve sanatsal arayışı ketlememiş, geleceğin açıklığını iptal eden bir etki yaratamamıştı henüz. Anlam ve değer yitiminden, ya da diyalektik bir zaviyeden konuşacak olursak, çelişkilerin yoğunlaşmasından, daha iyi ve güzel olana bir yol öngörülebiliyordu hâlâ. Zamanımızın esas felaketi de burada yatıyor işte; çelişkinin ve belirsizliğin, her şeyin başka türlü olabilme olasılığına erişimimizi kısıtlamasından doğuyor bütün dermansızlığımız. Çelişkiyi ve belirsizliği, devrimci bir siyasetin de esas zemini ya da başlangıcı olarak, özgürleştirici bir açıklık olarak sarmalayamıyor ve işleyemiyoruz. Kendi sonunu sürekli askıya alan, “daima kopuş halindeki kopuş”un yinelemesi[12], bizi yeninin doğmakta zorlandığı bir krizin deneyiminden de mahrum bırakıyor. Felaket çağı, tam da, “onu düşünmek için artık bir geleceğe sahip olmadığımızı”, “onun adına konuşmayı değil, susmayı alçak sesle” fısıldayarak bizi etkisi altına alıyor.[13]

Bugünkü belirsizliğin deneyimi, paradoksal olarak, bir deneyimin yitiminin deneyimi olarak farkında olmadan biçimlendiriyor bizleri. Bu yüzden, kaygı mefhumu, tam olarak tarif etmeye yetmiyor içerisinde bulunduğumuz ahvali. Kaygının da, nihayetinde bizi kendisiyle iştigal etmeye zorlayan netameli de olsa bir deneyimi mevcut; Lacancı bir perspektife göre, çoğu zaman çok yakınına gelen Şey’in sahiciliği hakkında yanıltmayan kaygı, asgari de olsa kendisi üzerinde bir yorumu kışkırtabiliyor ya da bir dikkati diri tutabiliyor. Tam olarak kavrayamasa da, nesnesinin yakınına geldiğinin bilincini yaratabiliyor. Kaygının ötesinde daha çok bir edilginlikle tarif etmeyi deneyebiliriz felaketin deneyimini. Ne evet ne hayır diyebilen, ne razı olan ne de reddeden, “zamana direnç göstermeden zamana katlanan”, kendi üzerine dönemeyen, neye karşı gösterildiği tam olarak idrak edilememiş, “hakim olunmamış bir sabır”la karakterize olan bir edilginlik halinde karşılıyoruz zamanımızda belirsizliği.[14] Bir tevekkül hali yaratmadığı gibi, acı çekebilmeye ya da bir yas çalışmasına da tam olarak kapı aralayamıyor bu sabır. Dolayısıyla, bu hissizlik ya da acı çekemeyişte, kendi benlik yaşantımıza da hakimiyetimizi kaybediyoruz. Yaşamımız sanki kendimizin olmaktan çıkıyor; ona bir türlü eşlik edemiyoruz.

* * *

Yine de, deneyimin yitiminin derli toplu bir deneyimi olmasa da, çok somut bir duygusu, kanlı canlı bir etkisi de yok değil. Çağımız, “onun adına susmayı” fısıldarken bile, bir dermansızlık biçiminde hissedilen bu belirsizlik duygusunun dolaşıma soktuğu sesler, yakınmalar, yarım da olsa tanıklıklar, anlatı parçaları da hayatımızın her anında çınlayıp duruyor. Gazeteci ve öykücü Pınar Öğünç, bir süredir Gazete Duvar’da sürdürdüğü yazı dizisi ve röportajlarında, “çağımıza özgü belirsizliğin”, Türkiye özelinde, hayatın muhtelif mecralarında mücadele etmeye ve var kalmaya çalışan insanların üzerinde yarattıkları etkileri, bizatihi onların tanıklıklarına yer vermeye çalışarak aktarıyor. Bütün bu yarım tanıklıklara, anlatı parçalarına, kısık, kesintili ve işitilmeyen seslere, başka deyişle insanların omuzlarına binen belirsizliğin türlü tezahürlerinin çınlama ve çağrışımlarına kulak kabartırken, onları bütüncül bir hakikat söyleminde birleştirmeye, iyimser bir geleceğin aynasında teskin etmeye çalışmadan beceriyor bunu üstelik. Çağımıza özgü olan ve hepimize eşit olarak dağıtılmadığını vurguladığı belirsizliğin hiç de bütüncül bir deneyimi olmadığının, derli toplu bir anlatıya el vermediğinin farkında çünkü. “Kaynakları, halleri, dile dökme yolları bu kadar muhtelif, sınırları bu kadar muğlâkken, taş kadar somut bir duygusu” olduğunun da.[15]  Bu duyguyu, “her şeyin dışımızda geliştiğine ve değiştirmenin mümkün olmadığına dair inancın verdiği acz” olarak tarif ediyor kulak kabarttığı yakınmalardan yola çıkarak.[16] Bütün bu anlatı parçalarının, işitilmeyen seslerin ortak motifinin, yukarıda dem vurduğumuz bir edilginlik ve nesnesini ve beklentisini yitirmiş, “hakim olunmamış bir sabır” olduğunu söyleyebiliriz. Sözgelimi, 40’larının başındaki tekstil işçisi Serap’ın sözlerinde, bu beklentisiz ve edilgin sabrın çınlamalarını yakalayabiliyoruz: “Yarını gören yok ki” diye başlıyor anlatmaya Serap, “Hayatımda müdahale edebildiğim hiçbir şey yok sanki. Etrafımdaki herkes öyle. Bazı arkadaşlarım borca girdi, bankalar düşük faizli kredi veriyor. Zam alabilecek miyiz bilmiyoruz, ama ne olursa razı gelmek zorundayız, çünkü bizim de borçlar var. Sessiz sessiz çalışacaksın, elin mahkûm.”[17] Bir hayale ya da arzuya imkân tanımayan bir sabır bu aynı zamanda; Serap’a iyi gelen şey hayli mütevazı bir sabır jestini andırıyor: “Bir yerde çimlere oturmak… Koltuğa uzanmak”; bunun da geçici bir soluklanma olacağının farkında aynı zamanda: “Baksana huzurumuz da anlık”[18]. Öte yandan, Kayışdağı ve çevresinde kâğıt ve hurda toplayarak hayatını sürdürmeye çalışan otuz dört yaşındaki Sivaslı Ayfer açlıktan yakınırken (“Sözün gelişi yarı aç yarı tok deyince anlaşılmıyor. Gerçekten aç kalmak diyoruz.”[19]), onun için “kimi zaman akşam çocuklarına ne yedireceğinin bütünüyle, kesin bir biçimde belli olmaması” biçiminde hissedilen belirsizliğin, kendi yaşamı üzerinde hakimiyetini yitirmesine, yaşamanın artık etki edemediği bir sürükleniş ve takatsizliğe evrilmesine ve bunun karşısında sabretmekten başka imkânın kalmadığını hissetmesine yol açtığını sezebiliyoruz.

Bütün bu anlatılardan, pek çok hayat için belirsizliğin, sadece kanlı canlı bir duygusu değil aynı zamanda somut koşulları ve nedenleri olduğunu görebiliyoruz aslında. En başta, kapitalizmin bugünkü sürümü, bu sürümün beraberinde getirdiği güvencesizlik, yoksulluk, açlık, “kırılganlık” ve “esneklikten” müteşekkil koordinatları olduğunu biliyoruz bu yaşanılanın. İşsiz kalma korkusu, istatistiklerde işsiz olarak dahi sayılmamanın getirdiği görünmezlik, en ufak şeyde sesimizi çıkardığımızda başımıza neler geleceğini öngörememe, gece sokakta yürürken, eve dönerken, şiddetin nereden gelebileceğini tahmin edememe, devlet tarafından bir gece yarısı bir kararname ile işinden edilip “medeni ölüm”e mahkûm edilme… Velhasıl, pek çok somut biçim ve semptomu var bu geleceği öngörememe halinin. Yine de, nedenleri ve koşulları işaret edilebilse bile, başa gelenin, kendisinin deneyiminin keşfini mühürleyen, tam olarak idrak edilemeyen, anlatıdan kaçan bir bakışsızlığı da var. Minima Moralia’nın yazarı, ikinci dünya savaşı ve Holokost’un yarattığı yıkımdan dem vururken, bu yıkımın “bellekte bilinçsizce korunmuş kalıcı bir anı bırakmayacağı”na, zira her deneyimin “sağaltıcı unutuşla sağaltıcı anımsama arasındaki süre[de], bu engelle korunan bir alanda” oluştuğuna vurgu yapıyordu.[20] Bugünkü yön kaybımız, yıldızdan ayrı düşmemiz de bizi bir unutuş ya da hatırlama biçiminde gerçekleşebilecek bir yas çalışması, bir enkaz kaldırma işleminden mahrum bırakıyor. Neyin enkaza dönüştüğü, neyin kurtarılabilir olduğunu seçemiyoruz artık; bir yandan girdabına çekerken, öte yandan bizi hep kenarında tutmaya devam ediyor çünkü felaket.

* * *

Albert Camus’nün bugünlerde tabiatıyla yeniden hatırlanan Veba’sında anlatıcı, salgın felaketinin bir yerden sonra ortaya çıkardığı bir monotonluk ya da “tekdüzelikten”, bir hissizleşmeden, bir “bellek yitimi”nden söz açar: “Aramızdan hiç kimsenin öyle coşkulu duyguları yoktu. Herkes tekdüze duygular içindeydi… Belleksiz ve umutsuz, şimdiki zamanın içinde yerlerini alıyorlardı. Gerçekte, onlar için her şey şimdiye dönüşüyordu”.[21] Bir hayli tanıdık gelmiyor mu bu satırlar bize? Camus’nün anlatıcısının söz ettiği bu “vasat, monoton, renksiz yineleme”, bugün içerisinde bulunduğumuz ve çağımızın belirsizliğinin örtük mantığını yüzümüze vuran pandeminin “yeni normal”inde bizi kat eden o rehavetle karışık kabullenme ve dermansızlık halini, o edilgin sabrı epey güncel bir biçimde tarif etmiyor mu? Ama Veba anlatısı, bugünkü ahvalimizden çok önemli bir noktada ayrışıp, umutlu bir kapanışa erişebiliyordu. Kitabın sonunda veba salgını sona eriyor ve salgından kurtulan kent bir “kurtuluşun gecesi”nde geleceğe yeniden umutlu bakabilmenin tadını kutlamalarla çıkarabiliyordu. Romanın başkahramanlarından, salgınla mücadeleyi üstlenen Dr. Rieux, vebadan kurtulan ve kendini kutlamalara kaptıran kenti gören bir terasın üzerinde, göğün yeniden açılışına, yıldızların eskisi gibi parlamasına şahitlik edebiliyordu: “Soğuk, kocaman gökyüzü, evlerin tepesinde parıldıyordu, tepelerin yakınında yıldızlar çakmaktaşı gibi sert, yoğunlaşıyordu”; “artık özgürlüğe kavuşmuş gecenin içinde, istek engel tanımıyordu” çünkü, yenilenen isteğin/arzunun “uğultusu”ydu Rieux’nun kulaklarına ulaşan.[22] Dr. Rieux, arzunun yeniden özgürleştiği bu “kurtuluş gecesinde”, “susanların arasında yer almamak, o vebalılardan yana tanıklık etmek, onlara yönelik adaletsizliğe ve şiddete ilişkin en azından bir anı bırakmak ve felaketlerin ortasında neler öğrenildiğini” aktarmak için “burada son bulan anlatıyı kaleme almak” için güç toplayabiliyordu kendinde üstelik.[23] Felek yeniden “parıldamaya”, yıldızlar “yoğunlaşıp” yeniden yön göstermeye başladıkça, sadece arzu “uğuldamaya” koyulmuyor, kendisine bakmaya, kendisinden öğrenmeye izin veren felaket de bir deneyimin ve anlatının önünü açabiliyordu.

Çağımızın esas felaketi, geleceğe dönük arzumuzu masseden bir belirsizliğe batmış olmamızda uç veriyor. Pandemi biçiminde yürürlüğe giren güncel felaketimiz, bu esas felaketin cisimleşmiş, temsil kazanmış bir tezahüründen ibaret kalıyor. Dünya bu kadar öngörülemez ve sisli olmasaydı, pandemi, ölü bir şimdiye, geçmeyen bir kopuşa bu kadar yoğun bir biçimde mıhlayamayacaktı belki de bizi. Zamanımızın belirsizliğinin ortasında, ne Veba’nın sonundaki gibi yıldızların yeniden parıldayacağı bir “kurtuluş gecesi” tahayyül edebiliyor, ne de derli toplu bir anlatıya başlayabilecek dermanı bulabiliyoruz kendimizde. Elimizde kalan, dağınık anlatı parçaları, takatsiz yakınmalar, birbirine el vermeden hesaptan düşen sözlerden ibaret kalıyor. Adorno’nun işaret ettiği ihtimal, “felaketin en uç, en keskin bilinci[nin] bile yozlaşıp gevezeliğe dönüşme tehlikesinden muaf olmadığı”[24], daha ağzımızdan çıkmadan, kalemimizden dökülmeden bütün sözlerimize mührünü basıyor. Buraya kadar dizilen satırlar da dahil, hiçbir söz, hiçbir tarif çabası, bu huzursuz edici ihtimalden bütünüyle muaf gözükmüyor hâlâ. Kendi anlatımızı kurmaya el verebilecek, söze hükmünü yeniden kazandırabilecek yeni bir etik ve politika yaratabilinceye dek, en azından.

 

*Görsel: Astre Désastre, Pierre Alechinsky, 1969


[1] Aykut Çelebi (2001), “Risk ve Olumsallık: Sosyal Teori-Sosyal Felsefe İlişkisini Anlamaya Yönelik İki Anahtar Kavram”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56 (1), s.24-25

[2] A.g.m., s.36

[3] Maurice Blanchot (2017), Felaket Yazısı, çev.: Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: Monokl Yayınları,  s.11

[4] Tam kesin olmamakla birlikte, Türkçe’de de, felaket sözcüğünün, göklerle ya da “felek”le de bir bağlantısı olduğuna işaret edilebilir: https://www.nisanyansozluk.com/?k=felaket (son güncelleme tarihi, 09.11.2020)

[5] Hans Blumenberg (2002), Gemi Batıyor, Seyrediyorlar, çev.: Osman Toklu, Ankara: Dost Yayınları, s.11

[6] A.g.e., s.10

[7] A.g.e., s.32; 41 ;52

[8] Blanchot, a.g.e., s.9

[9] A.g.e., s.9

[10] A.g.e., s.20

[11] A.g.e., s.75

[12] A.g.e., s. 109

[13] A.g.e., s.9; 97

[14] A.g.e., s.49

[15] Pınar Öğünç, “Çağın Parolası: ‘Her şey çok belirsiz’”, Gazete Duvar, 25.09.2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/09/25/cagin-parolasi-her-sey-cok-belirsiz (son güncelleme tarihi, 27.10.2020)

[16] A.g.m.

[17] A.g.m.

[18] A.g.m.

[19] Pınar Öğünç, “Yahu biz zaten fakirdik, daha ne kadar fakirleşebiliriz şu hayatta?”, Gazete Duvar, 13.10.2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yahu-biz-zaten-fakirdik-daha-ne-kadar-fakirlesebiliriz-su-hayatta-makale-1501481 (son güncelleme tarihi, 27.10.2020)

[20] Akt. Nurdan Gürbilek (2015), Sessizin Payı, İstanbul: Metis Yayınları, s.118

[21] Albert Camus (2002), Veba, çev.: Nedret Tanyolaç Öztokat, İstanbul: Can Yayınları, s. 164-165.

[22] A.g.e., s.276

[23] A.g.e., s.277

[24] Akt. Nurdan Gürbilek, a.g.e., s.121