Yargı ve Varlık (1795)

Çevirenin Notu: Bir şair olan Hölderlin, yaşamının görece erken dönemlerinde (1795 yılında) yazdığı Yargı ve Varlık (Urtheil und Seyn/Urteil und Sein) adlı kısa metniyle felsefe tarihine büyük bir etkide bulunmuştur. 1794/1795 yıllarında Jena’ya gidip Fichte’nin derslerine katılan Hölderlin bu metinde Fichteci sistemin bir eleştirisini sunmuştur.

Fichte 1794’de yayımlanan Wissenschaftslehre (Bilim Öğretisi) adlı metninde Kant’la başlayan ve Reinhold’la kendisine kadar gelen aklın temel ilkesinin ne olduğu sorunuyla ilgilenmiştir. Reinhold’a göre Kant bilinç için bilişi mümkün kılan temel bir unsur önermiş olmalıydı. Bu eksikliği fark eden Reinhold bu ilkenin tasarım (Vorstellung) olabileceğini iddia ederken Fichte bu ilkenin mutlak ben (das absolute Ich) olduğunu ileri sürmüştür. Wissenschaftslehre mutlak benin üzerine temellenen bir sistem kurma girişimidir, ki bu girişim (tıpkı Husserl’in fenomenoloji girişimi gibi) Fichte tarafından yaşamı boyunca tekrar tekrar formüle edilmiştir. Fichte’nin önerdiği bu sistemde bütün bilgi benin kendisiyle refleksif ilişkisinde, yani mutlak bir benin benle ilişkisinde temellenir. Kurucu bir edim olarak ben her şeyi kuşatmaktadır.

Hölderlin’in Fichte’de problemli gördüğü şey bu ben tasarımı, yani Fichte’nin felsefi sisteminin ilkesi, söz konusu sistemin başlangıç noktasıdır. Hölderlin bir ilke olarak benliktense bir zemin (der Grund) varsayımı olarak varlığı önermektedir. Yani bilinçten önce bir bilinemez, kavranamaz, üstüne konuşulamaz tam bir Varlık fikrine dönmeyi savunmaktadır. Bu varlık kendisinde ayrımsızken yargıyla birlikte özne ve nesne olarak yarılmaktadır; dahası, varlık daima zaten özne ve nesne olarak yarılmıştır. Hölderlin’in kökensel-yarılma dediği şey budur: özne-nesne arasında bir çeşit dilsel-bilişsel açılış. Benlik bu yarılmayla, yani bir ben-olmayanla daima zaten işaretlenmiş halde kurulmuştur. Öyleyse A’nın içinde bir ~A tarafından daima zaten işgal edildiğini, ~A’nın A’nın derinine nüfuz ettiğini, onu dönüştürdüğünü, A’nın ise ancak bu sınır ihlaliyle, sınırların bu muğlaklaştırılışıyla mümkün olduğunu söyleyebiliriz: “‘Ben benim’ dediğimde, özne (ben) ve nesne (ben), ayrılmanın ayrılacak şeyin özüne zarar vermeden mümkün olmayacağı derecede birleşmiş değillerdir; aksine, ben yalnızca benliğin benlikten ayrılmasıyla olanaklıdır.”

Hölderlin’in bu kısa metni Kant’la başlayan ve Fichte’yle kendisine kadar gelen bir tartışmanın kısa ama öz bir eleştirisinden oluşmaktadır ve başta Schelling ile Hegel gibi Alman idealistleri olmak üzere Heidegger gibi pek çok çağdaş filozofun da üzerinde epey etkili olduğu söylenebilir.  

 

 

Yargı ve Varlık (1795)

Yargı [Urtheil]. entelektüel görüde birbiriyle sıkı sıkıya birleşik özne ve nesnenin asli ayrımının [die unsprüngliche Trennung] en yüksek ve katı anlamıdır, öncelikle özne ve nesneyi mümkün kılan bu ayrım, kökensel-yarılmadır [Ur=theilung].[1] Yarılma kavramında [Im Begriffe der Theilung] nesne ve öznenin birbirleriyle karşılıklı ilişkilerinin kavramıyla nesne ve öznenin parçası [Teil] olduğu zorunlu bir bütünün varsayımı zaten bulunmaktadır. “Ben benimdir” teorik bir yargı olarak bu yargı kavramının en uygun örneğidir, zira pratik yargıda ben kendini ben-olmayana, kendisi olmayana karşıt olarak koyar.

 

Etkinlik ve olanaklılık tıpkı dolayımlı ve dolayımsız bilinç gibi birbirlerinden ayırt edilebilir. Bir şeyin [Gegenstand] olanaklı olduğunu düşündüğümde, yalnızca kuvveti etkin olan önceki bilinç halimi tekrarlarım. Bizim için etkinleşmemiş bir düşünülebilir olanaklılık yoktur. Bu yüzden olanaklılık kavramı aklın nesnelerine [Gegenständen der Vernunft] hiçbir şekilde uygulanamaz, zira onlar bilinçte hiçbir zaman olmaları gereken biçimde görünmezler, bu sebeple onlara yalnızca zorunluluk kavramı uygulanabilir. Olanaklılık kavramı anlama yetisinin nesneleri için, etkinlik kavramıysa algının ve görünün nesneleri için geçerlidir.

Varlık – özne ve nesne arasındaki ilişkiyi ifade eder.

Özne ve nesnenin yalnızca parçalı olarak değil tamamen birleşik olduğu yerde – ki bu öyle bir birleşikliktir ki ayrılacak şeyin [getrennt] özüne zarar vermeden yarılma mümkün değildir – ve başka hiçbir yerde olmamak üzere yalnızca bu yerde, entelektüel görünün durumunda da olduğu gibi, tam bir Varlıktan bahsedilebilir.

Ne var ki bu varlık özdeşlikle karıştırılmamalıdır. Ben benim’ dediğimde, özne (ben) ve nesne (ben), ayrılmanın ayrılacak şeyin özüne zarar vermeden mümkün olmayacağı derecede birleşmiş değildir; aksine, ben yalnızca benliğin benlikten ayrılmasıyla olanaklıdır. Öz-bilinç olmadan nasıl “Ben!” diyebilirim ki? Fakat öz-bilinç denilen şey nasıl olanaklıdır? Tam da kendimi kendimle karşı karşıya getirerek, kendimi kendimden ayırarak; fakat yine de bu ayrıma rağmen ben kendimi karşıtımda aynı şey olarak [als dasselbe] görürüm. Ama ne ölçüde aynı? Sorulabilir bir soru ve ben de bu soruyu sormalıyım, zira bir açıdan da o [yani ben] kendi kendine karşıttır. Öyleyse, özdeşlik nesnenin ve öznenin birliğinin yalın bir biçimde oluşumu değildir, öyleyse özdeşlik = mutlak varlık değildir.

Kaynak: Friedrich Hölderlin: Sämtliche Werke. 6 Bände, Band 4, Stuttgart 1962, S. 226-228.

Entstanden vermutlich 1795. Erstdruck in: Sämtliche Werke, hg. v. F. Beissner, Stuttgart 1962.
Orijinal metne online erişim: http://www.zeno.org/nid/20005106338

 


[1]Teilung ve Urteil kelimeleri parça, bir bütünün bir kesimi anlamlarına gelen Teil kelimesinden türetilmişlerdir. Urteil kelimesini Türkçeye bu parçalanmayı da göz önünde bulunduran Yargı kelimesiyle çevirmeyi tercih ettiğimizde Teilung’u da çok uzaklara gitmeden yarılma olarak çevirmenin uygun olabileceğini düşündüm. Fakat burada sözü geçen yarılmayı psikanalitik jargonun Spaltung’uyla karıştırmamak gerekir.