Yabanın İhtiyatı. Spinoza’da Tutkular ve Politika

Yabanın İhtiyatı. Spinoza’da Tutkular ve Politika (çev. Ali Dokuzlu, İsmet Şebin, İstanbul: Zoe, 2021), Diego Tatián’ın Türkçeye çevrilmiş son eseri olsa da aslında onun Spinoza üzerine yazdığı ilk kitaptır. Arjantin’de 2001’de, yani tam yirmi yıl önce yayımlanmıştır. Fakat bu ilk çalışma günümüze uzanan etkileyici bir bağa, kelimenin tam anlamıyla “bizim şimdimize” dokunan güçlü bir sezgiye sahiptir. Onun Spinoza felsefesine dair yazdığı şu sözler, Tatián’ın kendi kitabı için de rahatlıkla söylenebilir: “Spinoza felsefesi şimdiye ait bir felsefe değildir; şimdi üzerine düşünür, ama ne şimdide tükenen ne de birincil nesnesi olarak şimdiyi kabul eden bir düşünceden yola çıkarak bunu yapar. Belki de bu yüzden, felsefeyle ilgili olarak, şimdimize anlamlı biçimde müdahil olmaya muktedir eleştirel bir güç bulabiliriz burada” (s. 171). Tatián’ın geliştirdiği eleştirel okumada, şimdiye müdahil olmaya muktedir ve birbirleriyle doğrudan bağlantılı üç önemli izlek belirir. Birincisi yazarın merkezi sorunsalı, yani sıradan hayattan gerçek hayata, bir başka ifadeyle sıradan toplumdan gerçek topluluğa geçiş(ler) sorunsalı ekseninde, Alman ve İtalyan filozoflardan alarak nadir karşılaşılan bir özgünlükle Spinoza’ya uyarladığı impolitik kavramıyla ilgilidir. Bu uyarlama bizi, baskıcı devlet biçimlerindeki varoluş tarzlarımızı, kuruculuk ve güç ilkeleri zemininde sürekli gözden geçirmeye çağırır. Maruz bırakıldığımız koşullar içinde kendimizi bütünüyle pasif hissettiğimiz hallerde bile, gelecek için korumamız gereken belli bir gücümüz olduğunu, bu gücü gerçekte olduğundan fazla (ütopyacı bir umut) ya da az (kötümser bir korku) değerlendirmenin ise bir faydasının olmayacağını hatırlatır. Otoriter devletlerin asli karakteristiğinin, korku uyandırmayı hedefleyen klişe hamleler yoluyla yurttaşları pasifleştirmek olduğu iyi bilinir. Fakat bu türden politik yapıların üzerinde pek durulmayan bir diğer özelliği ise, görünüşte çelişkili bir biçimde yurttaşları aşırı politikleştirmeleri, öyle ki tüm yetenek ve kudretlerini emen ve bireysel özerkliklerini yok eden bir tarzda onları güncel bir ajandaya maruz bırakmalarıdır. Söz konusu durum, yaşamsal güçleri artıran ve de sözlerle, jestlerle ve eylemlerle bir fark yaratan gerçek bir politiklikten ziyade, politikasızlaşmanın eşlik ettiği bir hiper politikleşme, aşırı uyarılma ve nihayetinde sevinçten çok keder duyguları yaratan bir tükenme halidir. İşte bu çifte kuşatılmışlık halinde, Tatián’ın ustalıkla gösterdiği gibi Spinozacı bir impolitik tavır geçici, göreli fakat hafifsenmemesi gereken bir aşındırma, sıçrama ve özgürleşme aralığı sağlar. İmpolitiklik ne politikaya kayıtsızlık (apolitiklik) ne de politika karşıtlığıdır (anti-politika). Tam tersine, gerçek politikanın imkânsızlaştırıldığı koşullar içinde, bu durumu ileride değiştirebilecek fikir ve pratiklerin korunup çoğaltılabileceği kısıtlı ama mümkün bir manevra alanıdır. Sözün değerden düşürüldüğü, doğrunun ve ortak faydanın aşağılandığı, toplumsal tüm birikimlerin alaşağı edildiği bir kör tutkular denizinde, özgürlük arzusunun nefeslenebileceği, kuvvetini yeniden toplayabileceği bir kıyı veya adacıktır. Tatián’ın sorgulamasının güncel müdahale gücünü sergilediği bir diğer önemli izlek olan dostluk kavramı da tam bu noktada ilkine bağlanır. İmpolitiklik bir inziva, toplumsallıktan çekilme, mevcut yaşamı hor gören bir münzevilik tutumunda değil, Spinozacı etiğe uygun biçimde yalnızca güçte birleşmiş dostlar topluluğu tarafından benimsendiğinde etkili olabilir. İnsan ancak dostları, kendisi gibi yüzü özgürlüğe dönük zihindaşları sayesinde hurafe, yalan, cehalet ve zorbalığın yarattığı boğucu atmosfere dayanabilir ve buna karşı direnebilir. Dostluk, “birilerinin gücünü yitirmesi[nin], diğerlerinin güçlenmesinin şartı” (s. 67) olduğu tiranlığın tam zıt formudur; ki Yabanın İhtiyatı’nın en güzel vurgularından biridir bu. Tatián’ın çevirmeni olduğu ve en az Spinoza’yı bildiği kadar iyi bildiği La Boétie’den yaptığı alıntıyla, “kötüleri bir araya getiren arkadaşlık değil, komplodur; çünkü onlar birbirlerini sevmez, birbirlerinden korkarlar; onlar dost değil, suç ortaklarıdır” (s. 76). Tiranın etrafına tirancık olmak için yanıp tutuşan sahtekârlar doluşur. O yüzden de tiranın dostları olmaz, olsa olsa dalkavukları olur. Sınırsız hırs, güvensizlik, panik, paranoya ve ihanet korkusu içinde kıvrandığından, güçsüzlerin en güçsüzü de aslında odur. Öte yandan Nietzsche’nin hatırlattığı gibi, insanlık tarihindeki en temel soru yine de şudur: Güçlüler güçsüzlerden nasıl sakınır? Spinoza bu soruyu Nietzsche’ninkinden daha farklı bir yoldan, ilişkisel ortaklığa dayanan daha toplumcul bir hat üzerinden cevaplamıştır. Spinoza için, tıpkı apolitiklik ile hiperpolitiklik arasında bir impolitiklik aralığının bulunması gibi (Tatián “ya hep ya hiç”, “ya o ya bu” mantığı kadar Spinoza’ya aykırı bir zihniyet olamayacağını pek yerinde bir şekilde vurgular), kutupsal bir karşıtlıkta konumlanmayan özgür birey ve gerçek topluluk da ancak birlikte, özerklik üretimleri ve geçişleri içerisinde iç içe var olabilir.

 

Fakat her mükemmel şeyin ender olması ve zor bulunması gibi, zordur dost olmak, gerçek dostlara kavuşmak. Sıradan hayatta insanların dostluk sandığı şey, tiranlarınki kadar tehlikeli olmasa bile en hafifinden faydasız, çoğu kez de zararlı bağlardır. Güçte değil güçsüzlükte birleşmekten, birbirini aşağılara çekmekten, sahte samimiyetlerle duygusal kontrol ve hatta tahakküm altına almaktan ibarettir. Oysa gerçek, yani varlığı karşılıklı dolduran dostlukları bulmak için verili ilişkilerin, geleneksel hısımlıkların, statülü angajmanların ötesine bakmak gerekir; dönüştürülemeyen mevcut bağlardan kurtulup dünyanın sonsuz olanaklarına açılmak gerekir. Bir dostluk politikası geliştirmek gerekir. Bu yöndeki çabalar ise, bir bedenin neler yapmaya muktedir olduğunu keşfe çıkanların çok iyi bildiği gibi, sıradan toplum biçimlerinde hep engellenir, engellenemediğinde dışarı atılır, yalnızlaştırılır, marjinalleştirilir, hatta kriminalize edilir. Ama Tatián, uzmanı olduğu filozof gibi gerçekçidir. Bu yüzden de onun başat motivasyonu kitabını ideal bir dostluk övgüsüyle donatmaktan ziyade, incelemesi boyunca kararlı bir biçimde “neden kölelik vardır da onun yerine dostluk yoktur?” (s. 25) sorusunu takip etmektir. Verili veya yaygın durum dostluk karşıtı köleliktir; her şeyden önce bunu kabul etmek, bunun ardında yatan tutkusal dinamikleri anlamaya çalışmak gerekir. Tatián, özellikle 5. bölümde geliştirdiği bir nefret mikrofiziği ve “kederin ruhsal ekonomisi” analizi üzerinden, insanlık durumunu öncelikle “olması gerektiği gibi” değil “olduğu gibi” ortaya serer: İnsanın özü arzu olduğu için, tüm insanlarda sınırsız bir güç isteği vardır. Fakat bu sınırsız güç isteği, ender olarak gerçek güçle buluşur. Bu bakımdan kifayetsiz muhterislik, çocukluktan itibaren hepimizin en doğal (hem “kendiliğinden” hem de “ham” anlamında) halidir. Arzu ile güç arasında yapısal bir uyumsuzluk mevcuttur. Bu uyumsuzluktan deneyimlerin çeşitlenmesiyle, bireysel özerkliği koruyan bir toplumsallaşmayla, eğitimle, kendi üzerine düşünüm yetisini geliştirecek karşılaşmalarla, kendine ait bir zaman ve mekâna kavuşmakla çıkılabilir. Fakat böylesi bir deneyimden yoksun kalanların birçoğu, imitasyon yoluyla, güç kazanmanın daha kolay ve yıkıcı yollarına başvururlar. Pozitif biçimde kendilerinin üzerinde değil, negatif biçimde başkalarının üzerinde güç uygulayarak veya uygulayanların yanında toplaşarak varlıklarını sürdürmeye çabalarlar. “Güçsüzlüğün gücünün” (s. 165) kaynağı işte böylesi tutkusal yatırımların karanlıklarında gizlenir. Bu kaynağın tespiti aynı zamanda şu olgunun kabulünü de beraberinde getirir: Özgür ruhlar, yani kendi güçlerini başkalarının gücünü azaltmadan artırmayı öğrenmiş olanlar, güçsüzleri varlıkta tutan hararetli bir tutkudan muaftırlar: başkalarını yönetme ihtirası. Özgürlük tutkunları ile hakimiyet tutkunları arasındaki etkilenimlerin asimetrik olmasının bir sebebi de budur. Bu asimetriden, yengi-yenilgi ikiliğinin ötesine uzanan düşünsel araçlarla anlaşılmayı bekleyen bir fark ontolojisi ve politikası belirir. İnsanın özü arzudur ama bu iki taraf, özlerinde aynı şeyi istemezler. Birincinin isteği daha yalın ama daha zor ve ender ulaşılan bir amaca yönelmiştir. O, bizzat kendisinin neden olduğu etkileri ve duygulanımları çoğaltmak ister. Diğeri ise hayatı adeta kestirmeden yaşamaya heveslidir. Baktı ki kendisi etkiler üretemiyor, başkalarının yarattığı etkileri engellemek ya da kendine mal etmek ister. Bir şekilde şansı yaver gitmiş, onu biraz olsun iyileştirecek karşılaşmalara kavuşmuş ve bu sayede bir zorbaya dönüşmekten kurtulmuş olsa dahi, dünya tahayyülü en fazla bir kariyer planıyla, yakınlık anlayışı da ona zaten verili olanlarla (aile, akraba, kurum, dini cemaat, millet…) sınırlı kalır. Bu sınırları aşma kanallarının erişilebilir olduğu ve geçmişiyle yüzleşebilmiş demokratik toplumlarda dahi insanların azımsanmayacak kadar büyük bir kısmı sıradan duygular ve özelliksiz tepkiler içinde yaşayıp gidecektir. Buralarda başkalarını yönetme ihtirası büyük oranda dizginlense bile asla tamamen ortadan kalkmayacaktır. İnsan bir kere cennetten kovulmuştur. Herkesin aynı güce ve yeterliğe sahip olmadığını, her şeyi ve herkesi mutlaka ve birden değiştiremeyeceğimizi, özgürleşme hareketinin asla tümüyle elde edilemeyecek ve hep yaban kalacak bir yanının olduğunu kabullenmek gerekir. Fakat diğer yandan da güçlülerin kendilerini koruması, yaşamlarına devam etmesi lazım gelir. İşte Tatián’ın kitabının üçüncü kavramsal izleği olan ihtiyat burada devreye girer. Yabanın ihtiyatı… O bize “kendi duygusal durumlarına uygun olmadığı için anlayamayacakları şeye karşı şartlanmış ve korku ile nefretin biri tarafından doğrudan yönetilmediklerinde ikisine de başvurmaya yatkın olanlardan” (s. 158) uzak durmayı salık verir.  Bu, basitçe kişisel olmayan, bilakis derin bir politik boyut taşıyan hayati önemde bir önlemdir. Masallardaki gibi, çukurlarda uyuyan devleri uyandırmadan yolculuğun asıl hedefine doğru kararlı bir şekilde yürümeye devam etmek gerekir. Çünkü tıpkı Spinozacı bilgi türlerinde birinci türden üçüncüye doğrudan geçmenin mümkün olmaması gibi, kölelik durumundan bütüncül bir politik özgürlüğe birdenbire geçilemez. Buraya ancak impolitik bir ihtiyatın, politik bir dostluğun, ortak politik nosyonların dolayımıyla varılabilir. Ki aslında nihai olarak bir yere de varılmaz, çünkü tıpkı Doğa’nın kendisinin veya entelektüel Doğa sevgisinin sonsuz olması gibi, özgürleşmenin de kendinde bir sınırı yoktur. Politika da asla tamamlanmayacak bir topluluk inşasından başka nedir?

 

Tatián, pratik etkilere ve güncel içerimlere sahip bu üç kavramsal izlek (impolitiklik, dostluk, ihtiyat) dışında, Spinoza okumalarını derinleştirmek isteyen okurların istifadesine onları özellikle dipnotlarda bekleyen zengin bir felsefi birikim de sunar. Spinoza’yı kadim bir “tedbir öğretisi” neslinin veya “ihtiyat geleneğinin” içerisine yerleştirerek ilgi çekici ve verimli birçok karşılaştırma veya çapraz okumanın anahtarını verir. Bu bağlamda Epiktetos, Seneca ve çok daha geniş bir açıdan La Boétie değinileri özellikle önemlidir. Dahası yazar, Spinoza literatüründe sık rastlanan bir biçimde kendini sadece Hobbes veya Machiavelli referanslarıyla sınırlamamış, bu alışıldık referansları yaptığında bile hep yeni bağlantılar kurmuş (örneğin biyopolitika ve Hobbes bağlantısı) ve önemsediği sorunsallar ekseninde Platon, Aristoteles, İbn Rüşd, Uriel de Costa, Gassendi, La Mettrie, Kant ve Arendt gibi çok çeşitli başka düşünürlere de başvurmuştur. Bu başvuruların bir kısmı yakınlıkları veya süreklilikleri, diğerleri uzaklıkları veya kopuşları vurgular ama hepsi birden, belli felsefi sorunları hiç yanından ayırmadan düşünce tarihi üzerinde rahatlıkla gezinen özgün ve ehil bir bakışı belli ederler. Tatián’ın felsefi sorunsalları merkez alan yöntemi onun aynı zamanda Spinoza’nın eserlerine yaklaşımını da belirlemiştir. Bu sebeple de Kısa İnceleme ve Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme gibi ilk eserlerden son metin Politik İnceleme’ye dek sürdürdüğü soruşturmasına doğrusal ve gelişimci bir önvarsayım değil, Spinoza’nın kavram yaratımındaki sürekliliği yakalayan bir eserler bütünlüğü perspektifi hâkim olmuştur. Tatián’ın kitabının bir diğer önemli özelliği ise kendisini yine referanslarda belli eder. Türkiyeli Spinoza araştırmacıları veya okurları (Tatián ve Negri’nin kitapları hariç) genellikle İngilizce, Fransızca, daha nadir olarak da Almanca literatüre ve bunlardan yapılmış çevirilere aşinadır. Nihayetinde Avrupa-merkezcilik de yekpare bir bütün değildir, çevrenin de çevresi olduğu gibi merkezin de merkezi vardır. Tatián yukarıdaki dillerden olanların yanı sıra özellikle İtalyanca ve İspanyolca kaynaklara ya da Brezilyalı Spinozacı Marilena Chauí’ye yaptığı göndermelerle hem bizim literatür bilgimizi zenginleştirir hem de şu apaçık hakikati bir kez daha hatırlatır: Ne felsefenin ne de dostluğun ulusal dili olur. Entelektüel Doğa sevgisinde birleşmiş dostların her şeyden önce dili ortaktır. Bu dilin farklı farklı gramerleri, çeşit çeşit kipleri olur elbet, ama onu konuşanlar hep aynı şeyi düşünür, hep aynı arzuyu ifade eder.

 

 

Diego Tatián’ın Türkçeye çevrilmiş diğer eserleri:

 

  • (yakında) “Spinoza. Özgürleşme Olarak Özgürlük”, çev. C. B. Akal, Özgür İrade? Hukuk, Nörobilim, Psikoloji ve Ötesi, ed. Ozan Erözden, İstanbul: Zoe, 2021.

 

  • (yakında) “Spinoza. Gizemsiz Düşünce”, çev. C. B. Akal, Özgür İrade? Hukuk, Nörobilim, Psikoloji ve Ötesi, ed. Ozan Erözden, İstanbul: Zoe, 2021.

 

  • “Cernauti, Amsterdam, Pau: Paul Celan’ın Bir Şiirinde Spinoza”, çev. C. B. Akal, Spinoza Daima içinde, ed. C. B. Akal, İstanbul: Zoe, 2019, s. 7-24.

 

  • Spinoza. Bir Başlangıç, çev. Ali Dokuzlu, Ankara: Dost, 2019.

 

  • “Spinoza Marx’la. Bir Karşılaşmanın Protokolleri”, çev. C. B. Akal, Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a Güncel Müdahaleler içinde, ed. E. Canaslan, C. B. Akal, Ankara: Dost, 2017 (2013), s. 153-172.

 

  • “Ölülerin Kırılgan Hafızası” (öykü), çev. C. B. Akal, Notos Öykü sayı 27, Nisan-Mayıs 2011, s. 58.

 

  • Spinoza. Dünya Sevgisi, çev. Sevin Aksoy Hancı, Hüsam Turşucu, Ankara: Dost, 2009.

 

  • “Laura’nın Bin Bir Öğle Uykusu” (öykü), çev. Sine Ergün, Notos Öykü sayı 11, Ağustos-Eylül 2008, s. 30-31.