Çetin Türkyılmaz’ın ViraVerita’da yayınlanan “Sınır, Sessizlik ve Felsefe” başlıklı metninden yeni haberim oldu. Metin, altındaki dipnota göre, Türkyılmaz’ın Şubat 2012’de Assos’ta düzenlenen Wittgenstein Sempozyumu’nda yaptığı konuşmanın yazıya dökülmüş hali. Dolayısıyla metnin sunumu sırasında yapılmış olması muhtemel tartışmalardan haberdar değilim. Bu nedenle metnin sunumuna tanıklık etmiş okur için buradaki düşünceler yeni ya da ilgi çekici olmayabilir. Türkyılmaz “Sınır, Sessizlik ve Felsefe” başlıklı yazısının başında Wittgenstein’ı “doğru” anlayıp yorumladığını iddia etmediğini söylüyor. Aynısı bu metin için de geçerli. Doğru, geçerli – gerekli – bir Tractatus[1] okuması önerecek değilim; ne var ki Türkyılmaz’ın metnini okuyunca Tractatus’tan ne anladığımı, onu nasıl okuduğumu düşünme fırsatım oldu. Düşündüklerimi not etmeye, notlardan da kısa bir metin oluşturmaya çalıştım. Bu nedenle okurdan ricam, bu kısa metni Türkyılmaz’ın metnine bir yanıt olarak değil, söz konusu metin üzerine düşülen notlar olarak görmesi. Türkyılmaz’ın metninde değindiği birkaç noktaya kendimce açıklama getirmeye çalışacağım. Bu noktalar Türkyılmaz’ın metninde kapalı kaldığı için değil, ben bu noktaları başka bir biçimde açma, açıklama eğiliminde olduğum için.
Oruç Aruoba Nietzsche’den yaptığı bir çeviriye düştüğü notlarda Nietzsche’nin metnini “geviş getirir gibi” okumak gerektiğini söylüyordu. Buna göre okur metni önce baştan sona bir kez okumalı (çiğnemeden yutmalı), ardından onu yeniden, ancak bu kez yavaşça, sindirerek, öğüterek okumalıdır. Şüphesiz yararlı, zihin açıcı bir okuma yöntemi, ama her metin böyle okunur mu, bilmem. Tractatus başka bir biçimde okunursa daha verimli bir okuma gerçekleştirileceğini düşünürüm. Bana kalırsa Tractatus döngüsel, kendi içinde kapalı (basit bir elektrik devresi gibi), daha doğrusu “sonu -yeniden- başına bağlanan” bir metin olarak görülmeli, böyle okunmalı. Okur ilk önermeyi son önermenin ardından gelen önerme olarak hayal ederse metnin içine yeniden, ancak bu kez başka bir biçimde girecektir. Hatta tersi de olanaklı. Konuyla ilgilenen okura Tractatus’u bir kez de sondan başa doğru okumasını öneririm. Metnin yapısı ve dili buna büyük ölçüde izin verir. O zaman, yani metin döngüsel olarak arka arkaya ya da bir kez sondan başa okunduğunda, Wittgenstein’ın “ne söylediğinin” bir parça daha açıklık[2] kazanacağını sanırım Okur bu kısa metinde böylesi bir okumanın izlerine rastlayabilir.
Türkyılmaz’ın üzerinde durduğu birkaç noktadan söz edeceğimi söyledim, bu doğru, ama bu birbiriyle ilişkili birkaç nokta da aslında tek bir konuya işaret ediyor. Bunu kabaca şöyle açıklayabilirim: Tractatus’un, daha doğrusu “Tractatus’un Wittgenstein’ı”nın felsefe tarihindeki “bir mistisizm geleneği”ne bağlananıp bağlanamayacağı sorusu, üzerine düşünmeye değer bir soru. Ne var ki, – en azından Wittgenstein’ın Tractatus’taki kavram ve tümceleri göz önüne alındığında – Wittgenstein’a böyle bir mistik gelenekte yer bulmanın olanaklı olmadığını düşünüyorum. Sorunun – benim için – yanıtını böylece, baştan vermiş oldum. Peki, neden böyle düşünüyorum, böyle düşünmekte haklı mıyım? Açıklamaya çalışayım.
Türkyılmaz, Wittgenstein’ın “sınır düşüncesi” ile “sessizlik” kavramı arasındaki ilişkinin Wittgenstein’ı “dolaylı ya da dolaysız bir şekilde mistisizmin uzun geleneğine bağladığını” söylüyor, metnini de büyük ölçüde bu sav üzerine kuruyor. Bu sonuca varabilmemiz için elimizde – ya da Tractatus’ta – yeterli neden olmadığını düşünüyorum. Wittgenstein’ı, daha doğrusu Tractatus’u çok okunur ve aynı zamanda zor anlaşılır kılan, herhalde Tractatus’un yedinci, yani kapanış önermesi olan o ünlü – ve kanımca haksız ve yanlış bir biçimde ünlü olmuş – , sloganlaşmış önermesidir: “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.” (TLP-7[3]) Duyulduğunda kulağa bilgece, sofuca gelen, okura gizli kalmış kadim bir sırrı bağışlamak ister gibi görünen bu önermeyi kurarak Wittgenstein ne demek istiyor? Gerçekten kendisinden başka bir şeylere, efsunlu bir şeylere mi işaret ediyor bu önerme? Sanmıyorum. Dahası, metnin önsözü ve ilk önermeleri ile birlikte düşünüldüğünde bu önermenin anlamının gayet açık olduğunu, Tractatus’taki diğer önermelerden “daha” derinlikli, “daha” anlamlı olmadığını düşünüyorum. Kısacası, Tractatus’taki Wittgenstein’ın bir mistisizm geleneğine bağlanıp bağlanamayacağı sorusu, Wittgenstein’ın yedinci önerme ile neye işaret ettiğini sormakla daha da açıklık kazanacaktır.
Wittgenstein Tractatus’a “dünya” dediğimiz şeyi betimleyerek başlıyor. Felsefi olduğu söylenen sorunların ortaya çıkış nedeninin dilimizin mantığının – burada şüphesiz mantığın kendisinden çok, bir işleyiş biçimi ya da çalışma mekanizmasından söz ediyor – yanlış anlaşılması olduğunu söyleyen Wittgenstein işe dünyanın ne olduğu sorusundan başlamakla, sanki hemen oracıkta, metnin başında, dilin bu işleyiş biçiminin “dünya” dediğimiz ile doğrudan bağlantılı olduğunu anlatmak ister gibidir. Öyle ki Tractatus’a – ve başka birçok referential anlam kuramına – göre dilin asıl, temel işlevi dünyayı resmetmek, işaret etmek, betimlemek, karşılamak, vs. olarak açıklanabilir. Buna göre dilimiz dünyayı resmettiği sürece dildir. “Ad nesneyi karşılar. Nesne onun karşılığıdır.” (Der Name bedeutet den Gegenstand. Der Gegenstand ist seine Bedeutung[4].-TLP 3.203) Başka bir deyişle adlar dilimizde nesnelerin yerlerini tuttukları, tümceler de olgular arasındaki bağlantıları işaret ettikleri ölçüde anlamlıdırlar, daha doğrusu anlamlılıkları ancak bu ölçü ile sınanır. Öyleyse dilimin sınırları, daha doğrusu neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğim, neyin üzerine konuşup, neyin üzerine konuşamayacağım dünyanın[5] kendisi ile belirlenir. Bu bakımdan doğal değil, yapay bir sınırdır bu. Nelerin anlamlı olup olmadığının, başka bir deyişle nelerin üzerine konuşup konuşamadığımın ölçüsü de böylece dünyanın kendisi ya da dünyada “olmak”tır. Bu ölçü kabaca, “doğa biliminin nesnesi olmak”, ya da en azından birgün “doğa biliminin nesnesi olabilecek olmak” olarak açıklanabilir. (bkz. TLP 6.52’deki “o l a n a k” vurgusu) (Bu, sanırım aşağıda daha da açıklık kazanacak.)
Peki, eğer dilimin sınırları dünyanınkine denk düşüyorsa, başka bir deyişle yalnız “bunlar” üzerine konuşabiliyorsam geriye “ne” kalıyor? Şöyle de sorulabilir: Wittgenstein gizemli olanla, mistik olanla, üzerine konuşulamayan ile “ne”yi kastediyor? Neden Wittgenstein’ı, söylenemeyen bir “şey”den bahsettiğini söyleyerek, bir mistisizm geleneğine dahil etme gereği duyuyoruz? Sorun “ne”den kaynaklanıyor? Sanırım şundan: Yaygın bir biçimde – doğal olarak analitik değil, kıta avrupacı geleneğe yakın felsefeciler arasında yaygın bir biçimde – Wittgenstein’ın bu yedinci önerme ile bir şeylerin “var” olduğunu, ancak bunun bizce bilinemez, anlamının kavranamaz olduğunu söylemek istediği düşünülüyor. Benimkinin de “doğru” bir okuma olmayacağını söylemiştim, ama hiç değilse bunun, yani bu yaygın inancın çok temel bir yanlış olduğunu söylemek için yeterli nedenim var sanırım. Bunu açıklamaya çalışayım.
Bu yedinci önerme ile Wittgenstein’ın ne kastettiğini açıklamaya başlarken Türkyılmaz, haklı bir biçimde, şöyle söylüyor: “Öyleyse bizim neyin üzerine konuşulamayacağını sorma hakkımız vardır.” Şüphesiz bu hakka sahibiz, ancak bu soruya “Üzerine konuşulamayacak olan işte bu ‘…’dır.” gibi bir yanıt vermek, bu soruya değil, başka, yanlış bir soruya yanıt verdiğimizden başka bir anlama gelmez. “Üzerine konuşulamayan işte bu ‘…’dır.” dediğimizde ve bir ‘…’a işaret ettiğimizde, bir bakmışız ki, az önce üzerine konuşulamayacağını söylediğimiz ‘…’, daha da açık ifade etmek gerekirse üzerine konuşma olanağımız ve yetimiz olmayan “…” üzerine konuşmaya başlamışız. Oysa üzerine konuşulamayan, üzerine konuşma olanağımız ve yetimiz olmayandır. Başka bir deyişle, Wittgenstein’ın sözünü ettiğimiz anlam kuramına göre dilimizin bir parçası değildir. Bu sınanamazlık nedeniyle anlamlı ya da anlamsız olduğu da söylenemeyecektir, çünkü bunun için onu önce söylememiz gerekecektir. Oysa adı üzerinde, üzerine konuşulamayan, üzerine konuşulamayandır, söylenemeyendir. Üzerine konuşulamayan dediğimizde herhangi bir “şey”e işaret etmeyiz, dünyanın herhangi bir parçasını resmetmeyiz, betimlemeyiz, vs. Üzerine konuşulabilir olan ne varsa, hali hazırda, zaten, bunun üzerine konuşuruz, konuşabiliriz. Dilimiz, dil dediğimiz, budur. Bu, yani dilce söylenebilir olan, açıkça söylenebilir. Bir şey dile getirilebiliyorsa, dile getirilebilir, çünkü dünya bu yolla resmedilebilir demektir bu. Dile getirilemeyen, ancak yine de bir şekilde ima edilebilir olduğu düşünülense, işte bu, üzerine konuşulamayandır. Bu ise “yok”tur.
Türkyılmaz’ın yukarıda alıntıladığım tümcesinden sonra, yani “ne”yin üzerine konuşulamayacağını sorduktan sonra verdiği yanıt, –Tractatus’a göre– doğal ve doğru olarak şu: “Wittgenstein’da üzerine konuşulamayacak olan şey söylenemez olandır.” Evet, bu doğru. Doğru ama, söylenemez olan “olan” değildir ki! Zaten “olmadığı” için söylenemez, dile getirilemezdir. Bu, yani söylenemez olan, yani üzerine konuşulamayan “gizemli” olandır. Gizem ise “yok”tur, bu dünyaya ilişkin değildir. Sanırım sorun bu “gizem” sözcüğünden, Wittgenstein’ın bu sözcükle ne demek istediğinin üzerinde anlaşılamamasından kaynaklanıyor.
Dile getirilemeyen ve gizemli olan ile ilgili Wittgenstein 6.522’de şöyle yazıyor: “Dile getirilemeyen vardır gene de. Bu kendini g ö s t e r i r. Gizemli olandır o.” Kişi gizemli olanı söyleyemez, dile getirilemeyendir o; bu gizemli olan kendini gösterir ancak. Ancak bu kendini göstermeden bir tür “açığa çıkma”, “anlamlı, görünür hale gelme” anlaşılmamalıdır. Çünkü gizem “yok”tur. (bkz. TLP-6.5) Gizemli olanın kendini göstermesinden bu bakımdan neyin söylenemeyeceğinin kendiliğinden anlaşılır hale gelmesini anlamak gerekir. Neyi söylebildiğim, sınır çekme ile belirlendiğinde, neyin söylenemeyeceği de böylece “kendini gösterir”. Sınırın dışında kalandır bu. Ancak sınırın dışı “yok”tur. Yoksa gizemli olanın kendini göstermesi, – yine de – sınırın dışında bir şeylerin olduğu, kaldığı anlamına gelmez. Çünkü gizemli dediğimiz “yok”tur, dile getirilemeyişinin nedeni de zaten budur. Kısacası, sanki sınırın dışında bir şeylerin – gizemli, aşkınsal, örtük, söylenemeyen, vs. bir şeylerin – hali hazırda bir anlamı varmış da, yalnızca bu anlam bize açık, verili ya da bizce bilinebilir, kavranabilir, ulaşılabilir değilmiş gibi bir sonuca varmak, hiç değilse bu bakımdan, yanlış olur. Çünkü bu “şey”ler yokturlar, “var” değildirler. Bu bakımdan “şey” de değildirler. (“var” diye olana, “şey” diye mevcuda denir.) Bu da şu demek: üzerine konuşamadığımız şey “yoktur”. Bunların olduğunu söyleyememek, bunların birer anlamı olmadığı, daha doğrusu bunlar üzerine kurulu tümce ya da önermelerin anlamlılıklarının sınanamayacağı, yani düpedüz saçma kalacakları anlamına gelir. Bu çaba, yani konuşulamayan üzerine konuşma çabası böylece, sonuçsuz kalmaya mahkum bir çabadır. Çünkü konuşulamayan üzerine konuşulamaz, bu nedenle bu çabaya girmek sonuçsuz, deyim yerindeyse gereksiz bir çabadır. Kısacası bu nedenle, üzerine konuşulamayan konusunda susmak gerekir. Yoksa, Wittgenstein’ın bu yedinci önerme ile bir şeylerin bilinip, hissedilip, vs. söylenemeden kaldığını kastettiğini, ya da üzerine konuşulamayan herhangi bir şeyin “var”lığını olumladığını söylemek, yine hiç değilse bu açıdan, yanlış olur.[6] İşte bu nedenle Wittgenstein’ın örtük, gizemli kalan herhangi bir şeyin “var”lığını kabul ettiğini düşünmenin ve böylece onu mistisizm geleneğine dahil etmenin yanlış olacağını düşünüyorum.
Dahası, bu söylenemeyen, dile getirilemeyene, gizemli olana işaret etme işini Wittgenstein’ın felsefeye yüklediğini söylemek de pek olanaklı değil gibi görünüyor. Öyle ki Türkyılmaz metninin sonlarına doğru şöyle yazıyor: “Felsefe sınır çizerek söylenebilir olanın ötesine geçer ve söylenemez olana işaret eder.” Bu sava, sanırım, Wittgenstein’ın şu sözleri kaynaklık ediyor: “(Felsefe) söylenebilir olanı açıkça ortaya koymakla, söylenemez olanı imleyecektir.” (TLP-4.115) Bana öyle geliyor ki, “söylenemez olanı imlemek” ile felsefe – ve Wittgenstein – ne herhangi bir sınırın ötesine geçme ne de “söylenemez olan”a (Heidegger gibi) bir tür hakikilik, asalet, asıllık (Eigentlichkeit) atfetme eğilimi gösteriyor. Bu “söylenemez olanı” ve imlemi, işaret etmekten ve böyle gizemli bir şeyin “daha önemli” olduğunu vurgulamaktan çok, (yukarıda da olduğu gibi) neyin söylenebilir olduğunu belirleyerek, yani bir sınır çizerek, bu sınırın dışının söylenebilir olmadığına ve bunun böylece kendiliğinden ortaya çıkmış olacağına işaret eder görünmektedir. Öyle ki felsefenin asıl ve “doğru” yöntemi ve görevi böyle bir gizeme işaret etmek değil, tam tersine “söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden başka bir şey söylememek”tir. (TLP-6.53) Bu bakımdan felsefe, en azından Wittgenstein’ın tasarladığı felsefe, asıl olarak ne herhangi bir gizeme, söylenemez bir hakikate işaret etmekle ne de Türkyılmaz’ın deyimiyle “bir iç deneyime yol açmak” ile görevli olabilir. Çünkü “söylenebilir ne varsa, açıkça söylenebilir, üzerine konuşulmayan konusunda da susmak gerekir.” (TLP-Önsöz)
Burada dile getirdiğim düşüncelerden, en azından şu sonuca varıyorum: Tractatus’un Wittgenstein’ı Kıta Avrupa’cı geleneğe yakın felsefeciler tarafından yaygın bir biçimde savunulduğu gibi, Viyana Çevresi filozofları ya da mantıkçı pozitivistler tarafından pek de yanlış anlaşılmış değildir. Peki eğer öyleyse, Russell’ın kendisini yanlış anladığını söylerken, Wittgenstein neyi kastediyordu? Sanırım başka bir şeyi. Ama bu, başka bir metnin konusu olabilir ancak.
Bonn, 2013
[1] Aksi belirtilmedikçe, Wittgenstein’dan yapılan alıntılar okuru Tractatus’un şu baskısına göndermektedir: Wittgenstein, Ludwig, Tractatus Logico-Philosophicus, çev. Oruç Aruoba, Metis Yayınları, İstanbul, 2005
[2] Wittgenstein’ın söylemek istediği açık değil demek istemiyorum. “Söylenebilir olan ne varsa açıkça söylenebilir” diyen bir filozofun bir şeyleri açıkça söylemediğini savunacak değilim.
[3] Parantez içlerindeki sayılar alıntı yapılan kaynaktaki sayfa sayılarına değil, önerme sırasına işaret etmektedir.
[4] Her ne kadar “Bedeutung” sözcüğünden “bir sözcüğün anlamı”nı anlayabilecek olsak da, Wittgenstein’ın Frege’yi takip ederek yaptığı “Sinn”-“Bedeutung” ayrımını bizim de yapmamız, bu nedenle bu iki farklı kavram için iki farklı kavram kullanmamız gerekir. Buna göre tümcelerin “anlam”ı (Sinn), sözcüklerin ise “karşılık”ları (Bedeutung) vardır (ya da yoktur). Bu yüzden, dünyayı karşılama, dünyadaki bir nesneye karşılık gelme düşüncesini daha iyi ifade ettiği için “Bedeutung” adını “karşılık”, “bedeuten” eylemini “karşılamak” olarak çevirdim.
[5] Herhangi bir kafa karışıklığına neden olmamak için bu ”dünya“ adının yerine yer yer “evren“ diyebileceğimizi de eklemek gerekir. Evet, güneş bu dünyada değildir, ancak “güneş” sözcüğünün karşılığı doğa biliminin nesnesi olan “güneş”tir.
[6] Wittgenstein’ın yaşamının bir parçasını böyle sofuca geçirmiş olması da (Wittgenstein manastırda çalışmış, dağ başında yaptığı kulübede yalnız yaşamıştır.) Tractatus’un böylesi bir mistisizmi olumladığı anlamına gelmez.