Vicdanın Sesi Nereden Gelir?

Vicdan, başkasının olduğu taraftan, başka yer ve zamandan gelen bir sestir. Genellikle sesi duymaya açık olana yönelir ve onu adaletli olmaya, davranmaya, düşünmeye çağırır. Bu sesi duyan, eğer bir sorumluluk ya da kararlılıkla donanmadıysa, kendisini suçlar, ayıplar. Vicdansızlık da bu tarife göre, kendisini duyana “ayar vermeye” açık bu sese kulaklarını tıkayan ve kendi gündelik yasasını uygulayanın, dayatanın tavrıdır; kimsenin kendisini hizaya getirmesine izin vermeyenin sıfatıdır.

Heidegger için, varlıktan gelen bu ses Dasein’a her zaman ulaşmaz. Farklı davranmayı, daha sahih olmayı duyuran bu seslenişi işiten, yeni varoluş olanaklarının farkına varır. Kendi olgusallığına, gündelik dünyasına ve başkalarıyla sürdürdüğü yaşamına gömülmüş haldeyken kendisini duyuran bir vicdandan yükselen sese mazhar olur (2001: 312). İçerisine gömüldüğü dünyanın ve kalabalığın içerisinde gayrisahih bir yaşam süren Dasein’ı “kendisine getiren” bir sestir bu (313). Dasein, kendisi olmadıkça bu suçlayıcı sesi duymaya devam eder. “Gayri sahih insan”, bu sesi duyunca vicdani bir sorumlulukla donanır ve “sahici” bir insan gibi davranmaya başlar. Gündelik dünyada karşılığı olmayan bu kökensel suç, Kafka’nın Dava romanındaki gibi, Dasein’ı dayanaksız bir suçlamanın nesnesi yapar. Kendisini suçlanmış bulanın, dünyaya ve başkalarıyla ilişkisine bakarak, geçmişine göz gezdirerek bulgulayamayacağı bir suçtur bu. Dünyasal meşguliyetler arasından sızan, gündelik alışkanlıkları ve olağan iletişim yordamlarını askıya alan bir sesleniştir.

Heidegger, vicdanın çağrısının bir tür seslenme olduğunu dile getirse de, ortaya çıkan “söyleme”, farklı ifade biçimlerine sahip olabilir (316). Sözgelimi resimli ya da yazılı bir söyleme de olabilir. Vicdanın çağrısı, sadece işitilen değil, aynı zamanda görülen, okunan bir duyumdur. Varlığın bir tür duygulanımı, ruh hali olan suçluluk ve onun kaynağı olarak vicdan, duyu ve ifadeler arasındaki ayrımların geçersizleştiği, Dasein’ın varlıkla rabıtalı olduğu varoluş düzeyinde gerçekleşir. Dasein’ın belli ruh hallerine kapılmasına neden olan sesli, resimli ya da edimsel olabilen duyum ve ifadeler birbirlerine karışırlar. Bu ilksel varoluş zemininde, ne vicdanın çağrısını yönelten bir özne ne de bu çağrıyı duyan bir nesne vardır. Vicdan, bu kökensel telaffuzu sırasında, dünyadaki bir olaya, haksızlığa, suça işaret etmez; söz konusu telaffuzda, kamusal ya da beşeri vicdan gibi bir adalet beklentisi cisimleşmez. Heidegger, vicdanı dünyasal bir adalet beklentisi ile birlikte ele alan yorumları “vülger” ya da “alelade” olarak niteler (1996: 257). Ancak bu aleladelik de eğer bir sahihlik taşıyorsa, varoluşsal olanın nüvelerini içerisinde barındırır. Oysa sahici vicdanın sesi, mevcudiyete ilişkin bir nesneye, olguya, işleve vurgu yapmaz; kaynağı gibi göndergesi de yokluktur, hiçliktir (1996: 318). Sahici vicdani çağrının, neden olduğu dayanaksız suç gibi, vazettiği, telaffuz ettiği bir adalet kaynağı da yoktur. Oysa bu çağrı aleladelik kazandıkça dünyasal olanın ufku içerisine girer ve Dasein vicdanlı bir varolan niteliği kazanır. Bu çağrı dolayımıyla kendi olanaklarını dinleyerek, hem suç işleyen hem de hüküm veren bir varolan konumu edinir. Vicdanın sesi, Dasein’ın kendi varlık olanakları içerisinde bir yankılanmadır. Suçluluk, bir ruh hali olarak vicdani sese yaşam verir.

Kafka’nın Dava romanında, suçu işleyen ve suçu isnat eden kişi ya da makam özünde aynıdır. Joseph K., kendisini yargılayacak mahkemeyi ne görür ne de suçunun tam bir tarifine ulaşabilir. Mahkemenin kapısını çamaşırcı bir kadın bekler sözgelimi. Kendisini yargılayanların dili ve niyetleri anlaşılmaz. Joseph K.’nın konuştuğu papazın söylediği gibi, “mahkeme senden hiçbir şey istemiyor. Geldiğin zaman seni içine kabul ediyor, gittiğin zaman da seni hemen serbest bırakıyor”. Hem keyfilikten hem de zorunluluktan karşısına dikilen ‘Yasa Kapısı’ndan geçmesine engel olan sadece kendisidir. Kapıdan geçmesine izin vermeyen kapıcı yine kendisidir. Sadece kendisi için dikilmiş bir yasa kapısıdır bu. Ardında, kapıların başka kapılara ulandığı sınırsız bir içerisi vardır. Her kapının önünde vicdani bir çağrı ve ona cevaben bir suç varsayımı vardır.

Mevcut hukuksal yordamları kullanarak çözülemeyecek bir suç vardır ortada. Bu nedenle avukatlar da nasıl yaklaşacağını bilemezler. Sadece Joseph K.’ya özel, yeri ve zamanı belirsiz bir suçun kovuşturmasına makamlar ya da kişiler hazır değildir. Ortada suçun açık bir tarifi yoktur; bunun yerine Heidegger’in varlığın anlamına dair sorusu gibi, her olayın, araştırmanın kaynağı bir soruşturma vardır. Soru kendi meselesini ve belki de cevabını yaratır. Kimin kim tarafından sorgulandığı belli değildir. Yargıç, tanık, sanık ve hatta mahkeme salonunun da Dasein’ın kendisi ve muhiti olduğu bir suçla ilgili işlem vardır ortada.

Sadece Dasein’ın vicdani celbi duyarak kendisine dönmesi gibi, Joseph K. da suçu kendinde arar. Muhtemel suçun kaynağı üzerine düşünürken, özellikle başkalarına dönük kayıtsızlığı üzerinde dursa da tam bir gerekçeye ulaşamaz. Dünyadaki düşkünlüğü, başkaları arasına fırlatılmışlığı onun kökensel suçunun kaynağıdır. Bu dünyanın ve başkalarının yarattığı telaş biraz aralansa, aralıksız olarak kendisini duyuracak bir vicdanın ve ondan ayrı tutulamayacak olan suçluluğun, ayıplamanın içerisine girer. Kaynağı belirsiz bir ses kendisini kınar durur. Vicdan ve suç karşılıklı olarak birbirlerini çağırırlar. Bir sesi işitmenin sonucunda ve bir suç ifadesiyle koşut olarak ortaya çıkan vicdan, ilksel varlık zemininde yürüyen bir kovuşturmadır. Duyum ve ifadenin birleştiği, ayrımsızlaştığı bu zeminde, vicdanın sesi bir ışık kaynağı gibi Dasein’ın dünyasını aydınlatır. Bu ses, duyu ötesi bir kaynaktan geliyormuş gibi değil de, Dasein’ın gündelik ve ortalama yaşamı içerisinde bir dile ve söyleme kavuşur.

Sahici vicdanın özünde yokluktan gelen, sözcüklere dökülemeyen sesi, ne kadar “karanlık ve belirsiz” kalırsa, Dasein o kadar endişeyle dolar. Kimin kendisini çağırdığına dair bir soru da beraberinde ortaya çıkar (2001: 318). Duyduğu sesler, öznesi ve nesnesi olan her türlü iletişimden, söylemsel aktarımdan uzak bir bağlantının sonucudur. Bu sese kulak verdikçe, adalet nihai bir şekilde sağlanamaz olur, suçluluk baki kalır. Bu ses işitildikçe, kimsenin suçu sabit görülemez, ucu açık bir kovuşturma devam eder. Ancak kökensel adaleti inşa eden edim de, bu sese kulak vermeyi sürdürmek, bu belirsiz söyleyişe ihtimam göstermektir. Bu ihtimam, bir tür “merak” şeklini aldığında ya da sesin nereden gelip ve kime doğru yöneldiğini belirleme çabası ortaya çıktığında, ses artık işitilmez olur. Yani bir iletişim parçası gibi, sesin kaynağını, hedefini ve mesajını anlama girişimi, mesajın yok olmasına neden olur. Ses, Marshall McLuhan’a atfen söylenirse, kaynağı ve göndergesi yokmuş gibi yankılanır; ileti mesajın kendisi olmuştur. Kaynağa ya da göndergeye odaklı bir dikkat, sesi bastırır. Bu sesin kesilmemesi ve dolayısıyla vicdanın ayakta kalması için gösterilen ihtimam, onu merakla soruşturmayı, anlama, söyleme ya da yasaya tercüme etme çabasını önceler.

Vicdanın çağrısı, başkalarıyla paylaşılan kanıların, “gevezeliklerin” arasında kaybolmazsa eğer, belli bir an için duyulan seslerdir. Dasein’ın gündelik dünyasında ve herkesle paylaştığı yaşamın kalıpları içerisinde çözülemeyecek bu söyleyişin temel ifadesi, “kaybolmuşluk”tur; özellikle de, dünyada ve herkesle uyum içerisinde yaşamak için bu ilksel sesi bastıran Dasein’ın yitikliğidir. Bu nedenle, dünyevi söylem ve meşguliyetlerinin bu sesle temellenmediğini fark eden Dasein’a, işittikleri, gördükleri, yaptıkları yavan gelir. Nasıl ki gündelik olan varlığa yabancılaşmayı, ondan neşet eden ışığı ve sesi “yanlış anlamayı”, onun ilksel duyusunu kalıp söyleyişlere tercümeyi zorunlu kılıyorsa, varlıktan gelen bu ses de, gündelik olanı ilksel kaynaklarına taşır ve yeniden yabancılaştırır. Bu sesi işiten, diğer varolanlar ve başka Dasein’lar arasında, herkesle birlikte ne kadar tekinsiz koşullarda olduğunu anlar. Vicdanın sesi, herkesçe paylaşılan bir dünyada kaybolmuş Dasein’ı “geri çağırır” (1996: 253).

Varlığın muhitinden, gündelik, olgusal dünyaya doğru yol aldıkça, Dasein’ın duyum ve ifade biçimleri ayrışır; seslerin, bakışın kaynağı, hedefi belirginleşir. Vicdanın sesi de, gündelik ya da alelade koşullarda, bir başkasından bana, bize doğru gelen, amacı ve yönelimi az çok belli bir sesleniştir. Ancak varlıkbilimsel anlamda bu ses, Dasein’dan kendisine doğru yönelir. Kendi imkânlarına ihanet etmiş gibi, daha iyisini yapacakken daha yavan bir zaman ve yer parçasında yer tutanın kendisine yönelik suçlayıcı bir iç ses gibi ortaya çıkar. Eğer dinlemesini bilirse, bu sese ihtimam gösterirse, yeniden varlıkla aynı hizaya gelmesini sağlayacak bir çağrıyla karşı karşıya kalır. Oysa Heidegger’in yüzünü varlığa dönmüş analizinde, gündelik görüngüler nadiren bu ilksel düzeye erişir ya da oradan gündelik dünyaya geri döner.

Heidegger, sahici vicdani sesin, Dasein’ın kendisinden başka kimseden gelmediğinde ısrarcıdır. Ama burada vicdanın sesini veren, Arthur Rimbaud’nun, “Ben bir başkasıdır” şeklinde ortaya koyduğu gibi, olanaksız görünen bir iyeliğe sahiptir. Benim ya da başkasının tasarımlarını, iradesini aşan ve içine düştüğüm bir ruh hali olarak, dünyasal bir düşkünlüğün sonucunda beliren bu ses, hem içimden hem de ötemden gelir. Vicdanın sesinin, hem içkin hem de aşkın bir tarafı vardır; sözgelimi Emmanuel Levinas’ın “yüz” olarak tarif ettiği görüngü gibi. Bu ses, benim zihinsel çabamla, yeryüzünde adalet arayışımla, mevcut düzene, yasaya dönük bir itirazımla duyulur olmaz. Ruh halime değen etik bir kaygının doğrudan sonucu da değildir. Vicdanın sesi, “alelade vicdan” tarifinde olduğu gibi, bende saklı bir hakkaniyet duyusunun karşılığı değildir.

Heidegger vicdan üzerine düşünürken, tüm yapıtında olduğu gibi, varlığa ilişkin soruyla irtibatlı olmayan yan yollara sapmaz. Varlıkla ilgili nasıl bir veçheye işaret ettiğine, bu dünyadaki bir ruh halinden, duygulanımdan kalkarak, varlığın muhitine dair nasıl bir sorgulama olanağı tanıdığına bakar. Vicdanlı olmak da, sözgelimi kaygısızlık gibi bir başka duygulanım olarak biçimsel bir değere sahiptir. Bu nedenle, Heidegger’in sorgusunun, daha iyi bir dünyaya ve yaşama dönük bir ilgi olduğunu çıkarsamak olanaksızdır. Bu tür yorumlar, ontik meselelerdir.

Vicdanın sesi, daha çok mevcudiyeti, “el-altında-hazır-olanı” duymaya açık kulak ve gözlerin ne ölçüde keskin olduğundan bağımsız, yokluktan çıkıp geldiği için, tüm dünyasal sesler ve ışık aradan çekilse de müspet biçimde duyulamaz. Müspet olmamasının yanında, mistik bir görüngü de değildir. Heidegger, tanrıların da birer varolan olduklarını, onların da varlık tarafından temellendiklerini ortaya koyar. Dolayısıyla vicdanın sesi, Dasein’a doğru yolu gösteren kutsal bir ses, görünüm değildir. Ona yeni yeni feyz kapıları açmaz; daha çok ondaki düşkünlüğe, varlıktan uzaklığa ait bir belirti, işaret gibi tecrübe edilir. Bu sesin işitilmesi, endişe içindeki bir varolanın kendi yaşamını üzerine kurduğu uçurumun duyusuna sahip olması demektir.

Kaynakça

Heidegger, Martin (2001). Being and Time, çev. John Macquarrie ve Edward Robinson, Oxford: Blackwell.

Heidegger, Martin (1996). Being and Time, çev. Joan Stambaugh, New York: State Univ. of New York Press.

Heidegger, Martin (2008). Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, İstanbul: Agora.