BÖLÜM III: Dünya-içinde-olma
Heidegger, varız ve yalnızca bu nedenle düşünüyoruz, diyerek Descartes’ı nasıl baş aşağı çevirdi?
İlk yazımda, Heidegger’in bizim standart ve geleneksel felsefi sözdağarımızı ortadan kaldırmaya ve onu yeni bir şeyle değiştirmeye çalıştığından söz etmiştim. Heidegger’in bilhassa yıkmaya çalıştığı, insanlar ve dünya arasındaki ilişkinin, kaynağı Descartes’ta olan ve modern felsefede yaygın bir biçimde benimsenen tasviridir; öyle ki Descartes Varlık ve Zaman boyunca en çok suçlanan filozoftur. Kaba ve basit bir ifadeyle, bu, dünyada iki tür töz olduğu fikridir: bizim gibi düşünen şeyler ile masalar sandalyeler –ve hatta uzay ve zamanın tüm yapısı- gibi yer kaplayan şeyler.
Düşünen ve yer kaplayan şeyler arasındaki ilişki bir bilgi ilişkisidir ve felsefi ve bilhassa da bilimsel vazife, daha sonra geleneğin “özne” olarak adlandırdığı şeyin nesneler dünyasına nüfuz edebilmesini sağlamaktır. Bu, epistemoloji “bilgi teorisi” anlamına geldiğinde, insanlar ve dünya arasındaki ilişkinin epistemolojik yorumlanışı diyebileceğimiz şeydir. Heidegger bilginin önemli olduğunu inkâr etmez; yalnızca onun önceliğini reddeder. İnsanlar ve dünya arasındaki ilişkinin düalistik tasvirinden önce, Heidegger’in “Dasein, dünya-içinde-olmadır” formülüyle göstermeye çalıştığı derin bir birlik yatar. Bu ne anlama gelebilir?
Şayet insan gerçekten dünya-içinde-olma ise, bu, bizzat dünyanın, insan olmanın anlamının temel kuruluşunun bir parçası olmasını gerektirir. Yani, ben, bağımsız bir benlik ya da yüzünü karşısında duran nesneler dünyasına dönmüş bir ego değilim. Heidegger’e göre ben, daha ziyade, kendi dünyamım. Dünya, benim varlığımın, varoluşumun yapısının, ayrılmaz parçasıdır. Dasein’ı, nesneler dünyasından ayrık bir özne olarak değil de, benim varlığımın ve dünyanın varlığının çoğunlukla birbirinden ayrılmadığı durumdaki bir açıklık deneyimi olarak düşünürsek, Heidegger’in buradaki düşüncesini kavrayabiliriz. Ben, kendi dünyam tarafından tamamen soğurulmuş ve büyülenmiş durumdayım; bir çeşit “zihin” ya da Heidegger’in deyişiyle “bilinç kafesi” içerisinde ondan koparılmış değilim.
Heidegger’in Varlık ve Zaman’da geçen dünya tartışmasındaki temel iddiası şudur: Dünya, kendini en yakından ve çoğunlukla kullanışlı ve işe yarar bir dünya –ortak ve vasati her günkü deneyimin dünyası- olarak duyurur. Üzerinde bu sözcükleri yazdığım masa ile dolaysız karşılaşmam, geometrik olarak düzenlenmiş uzay-zaman sürekliliğinde varolan ve belirli bir maddeden (örneğin, ahşap ve demir) yapılmış bir nesne ile karşılaşma değildir. Daha ziyade, bu, yalnızca yazmak için kullandığım, kâğıtlarımı, dizüstü bilgisayarımı ve kahve fincanımı düzenlemeye yarayan masadır. Heidegger dünyaya ilişkin her günkü deneyimimizin üzerini örten “yorumlama eğilimlerimizi kenara itme”miz ve kendini gösterene dikkatle bakmamız konusunda ısrarcıdır.
Dünya bir bütün olarak bir arada olan ve benim için anlamlı olan kullanışlı şeylerle doludur. Daha basitçe ifade edersek, dünya hepsi birbiriyle ilişkili olan eşyalarla dolu bir bütündür: Dizüstü bilgisayarım masamın, gözlüklerim burnumun, masa yerin üzerinde durur; ben camdan dışarı bahçeye doğru bakabilirim ve bu şehirdeki yaşamı oluşturan trafiğin sakin uğultusunu ve polis sirenlerini duyabilirim. Bu, Heidegger’in insanı çevreleyen ve çoğunlukla insanın içine dalmış olduğu dünyayı tarif ederken “çevreleyen dünya” (Umwelt) adını verdiği şeydir.
Heidegger, dünyaya ilişkin yaşam deneyimimizin, bilimsel araştırma ve zihin ile gerçeklik arasında düalistik bir ayrım olduğunu varsayan standart bir zihin felsefesi tarafından göz ardı edildiğini ve gözden kaçırıldığını vurgular. Bize gereken, dünyaya ilişkin yaşam deneyimimizin, kendini her şeyden önce bizim deneyimimizde gösteren şeye sadık kalmaya çalışan bir fenomenolojisidir. Bunu başka bir şekilde ifade edecek olursak, Heidegger’in teori ve pratik arasındaki alışıldık ayrımı tersyüz ettiğini söyleyebiliriz. Benim dünyayla ilk karşılaşmam teorik değildir; yani bu, bir gözlemcinin değerlerden arındırılmış bir dünyaya bakma deneyimi değildir. Tam tersine, ben dünyayı ilkin yararlı ve kullanışlı olduğu kadar insanın değerleriyle ve anlamla dolu olan şeyler dünyası olarak kavrarım. Descartes gibi bir düşünürde bulunan teorik ya da bilimsel görüş, şeylerle ilgilenen ve onlardan büyülenen pratik bir içgörüde temellenmiştir.
Heidegger dünyaya yaklaşım tarzları arasında bir ayrım yapar: mevcut-olmaklık (Vorhandenheit) ve el-altında-olmaklık (Zuhandenheit). Mevcut-olmaklık nesnelerden oluşmuş dünyaya ilişkin teorik kavrayışımıza işaret eder. Bu, bilimin kendisinden başladığı dünya kavrayışıdır. El-altında-olmaklık, bizim yararlı ve kullanışlı şeylerle olan pratik ilişkimizi betimler. Heidegger’in temel iddiası; pratiğin teoriyi, el-altında-olmaklığın ise mevcut-olmaklığı öncelediğidir. Descartes sonrası felsefenin problemi, dünyayı teorik olarak kavraması ve Descartes gibi, dış dünyanın varlığından ve hatta dünyada bulunan kişilerin gerçekliğinden şüphe edilebileceğini varsaymasıdır; kimbilir, bakarsın robotlardır! Heidegger’e göre, tam tersine, insanlar olarak kim olduğumuz, benim dünyamı oluşturan karmaşık sosyal pratikler ağına ayrılmamacasına bağlıdır. Dünya, kim olduğumun bir parçasıdır. Heidegger için, Descartes gibi, kendini dünyadan koparmak, meseleyi hiç anlamamaktır; bizim dünyaya açıklığımızın yapısı tek parçadır ve bölünmemelidir. Bunun yanı sıra, dünya yalnızca kullanışlı, alışıldık ve anlamlı şeylerden oluşmaz; dünyada kişiler de vardır. Ben temelde dünyamla birlikteysem, bu dünya diğerleriyle birlikte deneyimlenen ortak bir dünyadır. Bu, Heidegger’in deyişiyle, “birlikte-olmak”tır (Mitsein).
**Simon Critchley’in 2009’da The Guardian için Varlık ve Zaman üzerine kaleme aldığı sekiz bölümlük yazı dizisinin üçüncü bölümüdür. İlerleyen günlerde diğer bölümlerin çevirisini de yayımlayacağız. Önceki bölümler için: