Varlık ve Zaman, Bölüm II: “Benimkilik” Üzerine

BÖLÜM II: “Benimkilik” Üzerine

Heidegger’e göre insanı tanımlayan, onun, soruların en derini karşısında hayrete düşme yetisidir: Neden hiçbir şey yok değil de bir şey var?

Heidegger’in, kitabın başlığı olmayan açılış sayfasında belirttiği gibi, Varlık ve Zaman’ın meselesi varlık sorusudur. Bu soru, Aristoteles’in 2500 yıl önce yazıldığında isimsiz olan, fakat sonradan Metafizik olarak tanınan elyazmasında sorduğu sorudur. Aristoteles’e göre, onun deyişiyle “varlığın kendisi”ni, yaşayan şeylerin varlığı (biyoloji) ya da doğal dünyanın varlığı (fizik) gibi, herhangi bir spesifik varlık alanına başvurmadan araştıran bir bilim vardır.

Metafizik, diğer her şeyi önceleyen ve Aristoteles’in “ilk felsefe” olarak adlandırdığı bir soruşturma alanıdır. Bu, felsefenin en soyut, en genel ve tanımlanamaz, fakat aynı zamanda en temel alanıdır.

Heidegger, Varlık ve Zaman’da, hayranlık uyandıran bir kendinden eminlikle işte bu varlık sorusunu soruşturmayı amaçlamaktadır. O, işe, bir dizi retorik soru sorarak başlar: Varlığın anlamı sorusuna bir cevabımız var mı? Hiç de yok, diye cevap verir. Peki, bu soru bizde bir hayret uyandırıyor mu? Hiç de uyandırmıyor, diye tekrar eder. O halde, Heidegger’in kitabının ilk ve en önemli amacı, Hamlet’in “Olmak ya da olmamak?” şeklinde ifade ettiği bu soruların sorusuna yönelik bizde bir hayret uyandırmaktır.

Heidegger’e göre insanı tanımlayan, onun, soruların en derini karşısında hayrete düşme yetisidir: Neden hiçbir şey yok değil de, bir şey var? O halde, Varlık ve Zaman’ın amacı, bizde, bu hayrete düşme ve sorgulama zevkini harekete geçirmektir. Sorgulama, Heidegger’in kariyerinin son yıllarına doğru belirteceği gibi, düşünmeye adanmış bir eylemdir.

Varlık ve Zaman’da ana metnin ilk cümlesi şudur: “Analiz konusu olan varolan biz kendimiziz”. Kitabın başında geçen ve son derece önemli olan benimkilik (Jemeinigkeit)  kavramının anahtarı budur: Eğer varlığı soru –“olmak ya da olmamak”- olarak ele alan varlık bensem, varlık sorusu benim o ya da bu halde olmamdır.

Öyleyse insan olmanın varlığını oluşturan nedir? Heidegger’e göre bu, varoluştur (Existenz). O halde, varlık sorusuna Heidegger’in “varoluşsal bir çözümleme” dediği yolla nüfuz edilebilir. Fakat insan varoluşu ne tür bir şeydir? Bu varoluş muhakkak ki zamanla tanımlanır: Biz, bir geçmişe sahip olan, şimdinin içinden geçen ve bir dizi olanağın, Heidegger’in deyişiyle “olma halleri”nin önümüzde durduğu yaratıklarız. Heidegger’in buradaki düşüncesi oldukça basittir: İnsan bir masa ya da sandalye gibi bir “ne” ile değil, zamandaki varoluş tarafından şekillenen bir “kim” ile tanımlanabilir. İnsan olmanın anlamı belirli bir geçmiş, kişisel ya da kültürel bir tarih ile önümde açık olan ve yakalayabileceğim ya da kaçırabileceğim bir dizi olanak ile birlikte varolmaktır.

Bu bizi çok önemli bir noktaya getirir: İnsan olmanın varlığı benimkilik ile tanımlanıyorsa, benim varlığım, benim kayıtsız kalabileceğim bir şey değildir. Bir masa ya da sandalye Hamlet’in monoloğunu tekrarlayamaz ya da kendini sorgulama ve kendinden şüphe etme sözcüklerinin ifade ettiği deneyimi yaşayamaz, ama biz, bunları yapabiliriz.

Bu, Heidegger’in, insana özgü olanı, ona ait olanı, isabetli bir biçimde ifade eden sahicilik (Eigentlichkeit) düşüncesinin özüdür. Heidegger’e göre, insan olmanın iki temel hali vardır: sahicilik ve sahici olmama hali. Bunun yanı sıra, bu hallerden birini seçme şansına sahibiz. Bu seçim kendi olma ya da kendi olmama, kendi kendinin yaratıcısı olma ya da olmama seçimidir. Heidegger, Varlık ve Zaman boyunca yaptığı gibi, sahici olmama halinin daha aşağı ya da az olmayı imlemediği konusunda ısrarcıdır, fakat birçok okuyucunun bu sözlerden şüphe etmek için nedeni de vardır. Heidegger’in ünlü tenkitçisi Theodor Adorno şöyle sorar: Sahicilik, onsuz daha iyi durumda olduğumuz bir jargon olmakla kalmıyor mu? Bunun tartışmalı olduğunu söylemekle yetinelim.

Sahicilik ve sahici olmama ikiz hallerine bakmaksızın, Heidegger Varlık ve Zaman’ın başlarında, sahici olma ya da olmama arasındaki herhangi bir seçimden önce, insanın, ilk olarak kayıtsız karakteriyle ortaya çıkması gerektiğini vurgular. Kısa süre içinde kitapta mantra haline gelecek sözlerle Heidegger, insanı “en yakından ve çoğunlukla” (Zunächst und Zumeist) belirdiği haliyle betimlemeye çalışır.

Bu ilk hareketin radikal doğasına dikkat edin: Felsefe, dış dünyanın varolup olmadığı, etrafımdaki insan benzeri yaratıkların robot mu insan mı oldukları ve buna benzer şeyler hakkında öte dünyasal bir spekülasyon değildir. Felsefe, daha ziyade insanları her günkü vasati varoluşları içinde betimlemekle -Heidegger’in “fenomenoloji” dediği şeyle- başlar ve bu her günkülükten belirli ortak yapılar elde etmeye çalışır.

Fakat biz Heidegger’in kendine koyduğu ödevin zorluğuna dikkat etmeliyiz. Bize en yakın ve en açık olan, betimlemesi son derece zor olandır. Hiçbir şey bana kendi vasati ve kayıtsız her günkü varoluşumdan daha yakın değildir; fakat bu nasıl betimlenir? Heidegger, St. Augustine’in İtiraflar’ından şu alıntıyı yapmayı çok sevmektedir: “İşte, ya Rab, burada zorlanıyorum ve kendi varlığımı da kavramakta zorlanıyorum. Kendi kendime zorluklarla dolu, ter dökülüp emek harcanan bir toprak haline geldim.”[1] Heidegger gerçekten de zorluğu kastetmiştir, insan çoğunlukla bu sayfalar boyunca ter döker. Fakat aydınlanma anları açıklıkları içinde nefes kesicidir.

*Simon Critchley’in 2009’da The Guardian için Varlık ve Zaman üzerine kaleme aldığı sekiz bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümüdür. İlerleyen günlerde diğer bölümlerin çevirisini de yayımlayacağız. İlk bölüm için:

1. varlik-ve-zaman-bolum-i-heidegger-neden-on…


[1] Augustine’in İtiraflar’ının 10. kitabının 25. maddesinin ilk cümlesidir. Burada benim de kullandığım çeviri Çiğdem Dürüşken’e aittir.