Toplumsal Cinsiyet Belası: TRANS vs. TERF Tartışması Üzerine Düşünceler

Bir Sosyal Medya Faciası Daha

2019 yılının Ağustos ayında sosyal medyada patlak veren TRANS vs. TERF kapışması üzerine söylenecek çok şey olsa da bu konuda yazmak da zor. Söylenecek her şeyin bir damgalama vesilesi olabileceği korkusu değil sadece insanı durduran. Daha derindeki neden, gerçekten de kafamızın ve duygularımızın allak bullak olmuş olması. Böyle sosyal medya facialarını ilk kez yaşamıyoruz elbette ama bu sefer içerik biraz farklı olunca, konu translarla ilgili olup ve kimsenin duymadığı ya da ilk kez duyduğu TERF ve cis gibi sözcükler sahneye çıkınca, anlaması da izlemesi de güç, çok küçük bir azınlık dışında tutum alması imkânsız bir durum doğdu.

Aslında tartışmaya hakkını vermek için olayın tam olarak nasıl başlayıp nasıl evrildiğini, kimin nereye kadar haklı, nerede haksız vb. olduğunu (tartışmanın çığırından çıkmasına neden olan bazı kışkırtıcı ifadeleri vb.) açıklayan geniş bir özet vermek gerekirdi ama kavgada edilen her sözün hesabını sormak gereksiz ya da imkânsız. En azından biraz dışarıda duran benim gibi biri için. Yine de ben genel olarak sahneye bakınca ne gördüğümü söyleyeyim; yani günün sonunda ne oldu? Birkaç feminist akademisyen TERF olarak lanetlendi, ağır ve haksız bir saldırı altında kaldılar. Trans-feminizm sert biçimde kendi doğumunu ilan etmiş oldu, herkes yeni bir gücün yeni bir enerjiyle bir atılım yaptığını gördü, bundan sonra böyle devam edeceğini anladı ve ona göre tutum belirlemeye başladı. Bu şekilde seyreden bir sosyal medya linçini esas alan bir gövde gösterisinin, trans olan olmayan feminizme ne getirip ne götüreceğini zaman içinde anlayacağız. Ben bu konuda biraz karamsarım. Ama tüm bu olup bitenler en azından bir şeye yaradı: Trans insanları ve feministleri ilgilendiren önemli konular, tüm yakıcı yönleriyle birlikte daha geniş bir kamuoyunun dikkatine sunulmuş oldu. Umalım ki bu durum, sorunun daha demokratik tartışma zeminlerine taşınmasına vesile olsun.

Benim için bu tartışmaya dâhil olmak zordu, yine de bir yerinden bulaşmış oldum.[1] Benim gibi, tartışmanın esas sorununun yöntem olduğunu, siyasi etik ya da aktivist tarzlara dair olduğunu düşünen pek çok kişi içeriğe dair pek bir şey söylemedi ve konum belirlemek için hararetin dinmesini bekledi.[2] Yoksa elbette söylenecek çok şey vardı ve çoğu eksende ben kendimi trans-feminizm tarafına daha yakın görüyordum. Bu yazıyla bu konumumu açıklamaya çalışacağım, hem bu alacakaranlık kuşağında kendi yolumu bulabilmek için hem de demokratik bir tartışma zeminine katkıda bulunması umuduyla.

TRANS’lar TERF`lere karşı

Şu itirafla başlayayım. Uzun zamandır toplumsal cinsiyet çalışan birisi olarak benim bile anlamakta zorlandığım, içinden çıkamadığım bir durum söz konusu. Giderek karmaşık hale gelen bir terminoloji ile yüklenen teorik düzeydeki tartışmaları izlemek bir yana asıl kafa karışıklığı yaratan şey, feminizm içindeki güncel politik tartışmaların seyri. Bunu özellikle Anglo-Amerikan dünyadaki tartışmayı izleyince net olarak hissediyoruz.[3] Dikkatli izleyince geride ciddi meselelerin olduğunu görüyorsunuz elbette ama çoğu zaman tartışılan konunun içeriğini çok aşan ve tamamen kamplar arası laf atışmasına ve taraf belirleme hevesine dönüşen, giderek sertleşen bir ortam var. Herkes birbirini adlandırmaya, damgalamaya çalışıyor, yeni terimler icat ediliyor, bu terimlerin hakaret olup olmadığı kavramsal olarak tartışılıyor, her taraf birbirini nefret söylemi ile suçluyor, karşılıklı ayrımcılık ve şiddet ithamları yapılıyor vb. İzlerken derin bir karamsarlığa kapılmak ve dumura uğramak işten bile değil.

Özellikle bu gerilimin en yükseldiği yer olan İngiltere’ye bakarak durumu anlamaya çalışalım. Tartışmanın merkezindeki kritik konular kabaca şunlar: İlk olarak yeni bir yasal düzenleme ile  (2004 tarihli Gender Recognition Act adlı yasaya dair yapılması planlanan bir değişiklik) beyana dayalı (self ID) olarak trans kişinin cinsiyet kimliğini belirmesine izin veren yasa hazırlığına tepki olarak gelişen bir tartışma var ki burada trans-kadınların sadece kadınlara ayrılan bazı mekânlara girmelerine karşı feminist olan olmayan kadınlardan çeşitli düzeylerde itirazlar yükseliyor.[4] İkinci olarak trans çocukların cinsiyet değiştirme süreçleri ve bu süreçte hangi yaştan itibaren neyin nasıl yapılacağına dair mevcut düzenlemelere yönelik eleştiriler söz konusu.[5] Ayrıca seks işçiliğinin feminizm açısından statüsünün ne olması ve nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair sorunlar seti var.[6] Nihayet self ID kabul edilince istatistik toplamada ya da kan bağışı gibi durumlarda, ya da tuvalet ve hapishane gibi kadınlara özel alanlarda nasıl kamusal düzenlemeler yapılması gerektiğine dair tartışmalar da bunlara ekleniyor.

Bu gibi sorunlar üzerinden gelişen ağır kamplaşma ortamında kabaca iki uzlaşmaz taraf belirmiş durumda. Ara konumlar ve tutumlar olsa da tartışmaya yön veren taraflar olarak şu ikisi öne çıkıyor: Bir yanda trans-aktivist ya da trans-feministler var, öte tarafta ise onların adlandırmasıyla TERF (trans dışlayıcı radikal feminist) ve SWERF (seks işçisi dışlayıcı radikal feministler). Bu ikinci taraf genellikle bu adlandırmaları hakaret olarak görüyor ve susturma amaçlı kullanıldığını söylüyor. Bu taraf genellikle kendini ‘gender critical feminist’ olarak adlandırmayı tercih ediyor. İlk taraf ise bunun bir hakaret değil tanımlayıcı bir ifade olduğunu ve bu konumdakilerin sergilediği transfobi ile mücadele ettiklerini ileri sürüyorlar.[7]

Yine kabaca söylersek, trans taraf, trans hakları ve trans-feminizm adına, beyanı esas alan yasanın geçmesini ve trans bireylerin kadınlara ayrılan mekânlara girebilmelerini, trans çocukların geçiş süreçlerinin 16 yaşından daha erkene alınmasını ve seks işçiliğinin meşru bir emek biçimi olarak tanınmasını talep ediyorlar. Buna karşın, (her zaman her konuda tam bir cepheleşme ve yekpare tutum olmasa da) radikal feminist taraf kadınlara özel mekânlara (yurt, okul, hapishane, tuvalet, havuz gibi) trans kadınların (sadece beyana dayalı olarak) girmesini güvenlik gerekçeleriyle sorunlu buluyor ya da reddediyor; insanları cinsiyet değiştirmeye yönelten toplumsal cinsiyet rejimini reddediyor, çocukların geçiş süreçlerine dair ise daha sert eleştiriler getiriyorlar; nihayet seks işçiliğinin varlığının kadınlara yapılan en büyük kötülük olarak görülmesini ve tamamen yasaklanmasa bile başka şekillerde düzenlenmesi gerektiğini savunuyorlar.

Böyle ifade edince bir kısmı uzlaşmaz görünen (ve bir taraf lehine çözülmesi gereken), bir kısmı açık dışlama ve transfobi ifade eden ama bir kısmı da makul orta yollar bulunabilir, en azından üzerinde konuşulabilir olan, trans olan olmayan kadınların tümünü ilgilendiren hassas konular olduğunu sanabiliriz bunların. Ama öyle değil ne yazık ki. Karşılıklı olarak misojini ve transfobi ithamlarının arasında son derece nefret dolu bir iklim oluşmuş durumda. Herkes nefret suçundan mağdur olduğuna, temel bir insan hakkının ihlal edildiğine, hakarete uğradığına inanıyor. Özellikle kampüslerde ve feminist dergi çevrelerinde trans-feminizm hâkim olmaya başladığı için TERF olarak damgalanan kişilerin söz ve yazı ile kendilerini ifade etmelerine dönük engelleyici tavırlar güçleniyor.[8] Yaşanan gerilim feminist akademik dergilerin kurullarında yankılanıyor, ciddi editoryal krizlere yol açıyor,  hatta Guardian gazetesi ile USA sürümü arasında editoryal düzeyde atışmaya neden olabiliyor.[9] Ezilmişlik olimpiyatlarına dönüşen bu oyunda zehirli bir tartışma tüm hareketi etkisi altına alıyor.   Zehirli tartışmanın, trans-feminist bir aktivistin bakış açısından nasıl göründüğünü aşağıdaki pasajdan anlayabilirsiniz.[10]

Bu gibi Radfem™’ler, Paglia ve Žižek’ten özünde hiç de daha az tutarsız ve entelektüel olarak daha az tembel olmayabilirler ama bir dizi sonsuz tekrarlanan mem etrafında birleşmiş, tek derde sahip bağnazlar olmaktan mutlular: ‘biz toplumsal cinsiyeti, siz gerçekliği ortadan kaldırmak istiyorsunuz’; ‘seks işçileri sendikası kadın ticaretiyle mücadele etmemizi engelliyor’; ‘cis bir küfürdür’; ‘trans-gender ideolojisi kız kardeşliğin ‘enerjisini’ iç eden/tecavüz eden kıskanç erkekler tarafından yapılan aşağılayıcı kadın öykünmelerini teşvik ediyor’; ‘çocuğa cinsiyet değiştirtmek çocuk istismarıdır’ ‘dişinin silinmesi ile bağlantılıdır’; ‘hiçbir sağlık sorunu olmayan bedenler mahvediliyor’; ‘erkekler artık gerçek lezbiyenleri siklerini emmeye zorlamak için kadın olduklarını söyleyebiliyorlar’. Bu ideologlar fikirlerinin alıcı bulduğu daha geniş kültürden ayrılar ama coşkulu aktivizmlerinin çoğu, somut olarak sağlık hizmetinin ölümcül şekilde engellenmesine ve polis gücünün genişlemesine suç ortaklığı yapıyor.

Bazıları bu tabloya bakarak şöyle düşünebilir: Bu bir mücadeledir, trans hareketi cis dünyayı şiddetle sarsıyor, bu arada eski moda feminizmi de dönüşmeye zorluyor, bunu da başarıyor. Gerçekten de Anglo-Amerikan dünyada trans feminizmin giderek daha hegemonik bir güç haline geldiğini gözlemlemek mümkün. 1990’lardan itibaren ikili cinsiyet rejimine dair çok güçlü teorik çıkışlar yapıldı ve LGBT hareketler çok önemli kazanımlar elde ettiler. Gelinen noktada toplumsal cinsiyet kimliği (gender identity) kavramı merkezinde yeni kavramsal ve politik müdahaleler etkili olmaya başladı. Bu politikaların benimsenmesinde en etkili olan LGBT örgütü Stonewall “toplumsal cinsiyet kimliğini” şöyle tanımlıyor: “Bir kişinin ister erkek, ister dişi, ister başka bir şey olsun; doğumda atanan cinsiyetine karşılık gelebilecek veya gelmeyebilecek, kendi toplumsal cinsiyetine dair doğuştan gelen algısı”. Amerika’da 2012’den itibaren bu tanımı esas alan yasal düzenlemeler gerçekleşti ve şimdi de İngiltere’de gündeme geldi. Bu düzenlemeler, trans-toplumsal cinsiyet kişilerin toplumsal cinsiyet uyumsuzluğu (disforia) tanısı ve cinsiyet değiştirme süreçlerine girmeye zorlanmaksızın beyana dayalı olarak kendi kimliklerini belirlemelerini mümkün kılıyor.

Açık biçimde trans dışlayıcı olsun ya da olmasın bu gelişmelere dair eleştirel görüş belirten feministler ise büyük ölçüde savunmada kalmış gibi görünüyor. Daha çok, kontrol edemedikleri ve pek de iyi anlamadıkları yeni bir feminist toplumsal dalga karşısında sesi kısılmış, sözü bastırılmış, modası geçmiş (aynı zamanda da yaşlı) ama hala kafalarındaki eski güzel dünyaya dair hayallerinde ya da mevcut na-trans (cis) ayrıcalıklarında direten reaksiyonerler gibi görünüyorlar. Zayıflamış olmakla beraber, Amerika’da ama daha çok da İngiltere’de bu Radfem direniş hala etkili. Bu yasal düzenlemelerin kadınların uzun zamandır verdikleri mücadeleyi tehlikeye atacağını, özellikle cinsellik ve üreme bazlı kazanımları geri plana ittiğini söylüyorlar. Biyolojik kadınlar ile trans-kadın ayrımını yok eden ve bu ayrımın dile getirilmesini bile transfobik bulan yaklaşımın, kadınların kadın olmaktan kaynaklı ezilmesini görmezden geldiğini ve mücadele ve kazanımlarına yönelik bir sorun teşkil ettiğini ileri sürüyorlar. Toplumsal cinsiyet kimliği kavramına karşı, bunun biyolojik cinsiyetin önemini hiçe saydığı ve stereotip cinsiyet rollerini pekiştirdiği eleştirisini yöneltiyorlar. [11]

Dediğim gibi bu kadar sertleşmiş bir ortamda neyin ne olduğunu anlamak ve tavır almak biraz zor. O yüzden bu olayı değerlendirebilmek için hem biraz daha geriye giderek ‘buraya nasıl geldik’ diye sormak hem de biraz yükseğe çıkarak hepimizi sarıp sarmalayan daha genel tarihsel duruma ve açmazlara yukarıdan bakmak gerekiyor. Önce biraz geriye giderek buraya nasıl geldiğimize bir bakalım.

Toplumsal Cinsiyet BelasıBuraya Nasıl Geldik?

Trans-feminizmin Doğuşu

Trans-aktivizm ile feminizm arasındaki gerilim tarihsel olarak şöyle gelişti. Aslında gerilim, 1970 sonlarında bazı radikal feministlerin (özellikle lezbiyen feministlerin) trans-kadınları dışlayıcı tutumlarına kadar geri gidiyor.[12] Bu dışlamaları takiben yazılan 1979 tarihli bir kitap, sonraki trans-dışlayıcı radikal feminizmin zeminini oluşturdu. Janice Raymond The Transsexual Empire: The Making of the She-Male kitabında tüm transları ve özellikle lezbiyen-transları kadınların bedenlerine, cinsellik ve ruhlarına tecavüz etmekle suçladı.[13] Raymond, ünlü radikal feminist Mary Daly ile doktorasını yapmış olan, eski bir rahibe ve lezbiyendi ve kadın sağlığı hareketinden aldığı ilhamla ataerkil tıp ve psikiyatrik düzene karşı çıkayım derken ağır bir transfobi üretti.[14] Transseksüelliği, kadınların bedenlerinin ele geçirilmesi ya da kandırma yoluyla ihlali olarak kodladı. Ona göre kadın olmak demek, dişi bedene sahip olmak ve buna dayalı olarak atanmış oldukları “kadın” cinsiyet rollerinde ezilme deneyimine maruz kalmak demekti. Bu yüzden trans-kadınlar “kadın” değil erkek, trans erkekler ise “kadındı”. Trans-kadınlar hem dişi olarak doğmadıkları için hem de bu cinsiyet rollerine dair ezilme deneyimleri olmadığı için erkek olarak görülmeliydi. Ayrıca Raymond, transların ezilmesinin nedeninin, aslen cinsiyetçi sistemin dayattığı cinsiyet rolleri olduğunu savunuyordu. Bu durumda yapılması gereken şey, mevcut cinsiyetçi rol sistemine uyum sağlamak üzere bedeni değiştirmek değil, cinsiyetçi toplumu değiştirmekti. Transseksüelizmi mümkün kılan tıbbi müdahale kadın ve erkek özelliklerini birbirine ekleyerek aslında özsel bir bütünlük anlayışını bozuyor, bedensel bütünlüğü ihlal ediyor ve cinsiyetçi rolleri pekiştiriyordu. Kısacası Raymond, transseksüelliğin nedeni olarak cinsiyetçi toplumu işaret ediyor ve dahası cinsiyet değiştirmeyi mümkün kılan tüm bir tıbbi aygıtı patriyarkaya hizmet eden bir “imparatorluk” olarak nitelendiriyordu.

O zaman feminist çevrelerde çok iyi karşılanan bu kitap günümüze kadar gelen dışlayıcı yaklaşımın temalarını oluşturdu: Kadın olmanın biyolojik olana indirgenmesi, kadınlığın ezilme deneyiminin de buna bağlı olarak açıklanması, trans-kadınların öznelliklerinin yok sayılması, “trans olarak ezilme” diye ayrı bir kategorinin inkâr edilmesi, trans varoluşların sadece tıbbi müdahalelere indirgenmesi ve cinsiyet değiştirmenin patriyarkal bir tuzak olarak görülmesi ve transların, kadınlara yönelik bir dış ihlal hatta tecavüz olarak resmedilmesi gibi temalar aynı sertlikte olmasa da devam edecekti. Nitekim günümüzün önde gelen trans dışlayıcı radikal feministi olarak görülen Sheila Jeffreys, Gender Hurts: A Feminist Analysis of the Politics of Transgenderism (2014) adlı kitabında transgender ve geçiş ameliyatlarına dair radikal feminist eleştirileri güncelledi.[15] Jeffreys, geçişten sonra tekrar geri dönme (cayma) (detransition) olaylarını merkeze alarak bir tartışma açtı ve trans-gender olmak diye özel bir insan türünün aslında var olmadığını ve bu varsayımına dayanarak çocuklara yapılan müdahalelerin sağlıklı bedenlere zarar verdiğini ileri sürdü.[16] Britanya’nın Andrea Dworkin’i diye anılan kült bir isim olan Jeffreys, önceki kitaplarında bir cinsel sınıf olarak kadınların erkekler tarafından cinsellik yoluyla ezilmesi (tecavüz, porno, ensest, fahişelik ve güzellik normları) sorununa odaklanmıştı. Bu son kitabında da trans-kadınlar için özellikle “erkek” tabir ediyor ve kendileri için kadın hitabı talep ettiklerinde aslında içine doğdukları erkek cins-sınıfının getirdiği eril ayrıcalıklarını gizlediğini savunuyordu. Ona göre kadından erkeğe geçenlerin asıl dürtüsü, cinsiyetçi sistem içindeki statülerini yükseltmek, erkekten kadına geçenlerin dürtüsü ise kadın cinsel organlarına duydukları bir tür cinsel fetişizm idi.

Transseksüelliği “native” sağlıklı bedenleri sakatlayan, insan haklarının politik ve tıbbi istismarı olarak gören bu yaklaşım hiç kuşkusuz Butler’ın ifadesiyle “kendini yargıç yerine koyma” ve “trans yaşamların feminist polisliğine soyunmak” [17]anlamına gelir ve asıl sakatlanma budur. Bu sekter ve dogmatik tavır, tam da yaşam ile teori ve politika dolayımını kuramayan ve belirli yaşamları politik ve teorik doğru bir tutuma kurban eden bir yaklaşımdır.

Bu dışlayıcı tutumlara rağmen ve kısmen de bunlar nedeniyle 2000’li yıllarda feminizm içinde trans-feminizm hızla yükseldi ve hegemonik oldu. 1987’de Sandy Stone (Michigan Festivalinde dışlanmış olan trans-kadın müzisyen, Donna Haraway’ın doktora öğrencisi) The Empire Strikes Back: A Post Transsexual Manifesto’yu yayımladı ki doğrudan Raymond’a yanıt olan bu metin trans çalışmalarının öncüsü oldu.[18] Nihayet Emi Komaya, The Transfeminist Manifesto (2001) kitabını yazdı. Komaya, trans-feminizmi şöyle tanımlıyordu. “Transfeminizm, kendi kurtuluşlarının içsel olarak tüm kadınların (ve ötesinin) kurtuluşlarına bağlı olduğuna inanan trans kadınların hareketidir ve trans kadınlarla birlik içinde olmayı hayati gören tüm queer, interseks, trans erkek, trans olmayan kadın ve erkeklere açıktır”. Ayrıca, ne zaman yeni bir kadın grubu kendini ortaya sürse yaşanan feminizm içindeki bu geçici parçalanma ve kutuplaşmaların kapsayıcı bir koalisyon siyasetinin erdemlerine zarar vermemesi gerektiğini söylüyordu. Trans-feminizmin popülerleşmesi ise Julia Serano`nun 2007 tarihli The Whipping Girl adlı kitabı sayesinde gerçekleşti.[19] Trans-biseksüel aktivist ve biyolog olan Serano bu kitabıyla cis-sexism, cis-sexual, cis-gender, trans-misojini gibi terimlerin yaygınlaşmasını sağladı. Serano, liberal reformist, radikal feminist ya da gender-queer olsun feminist ve LGBT hareket içinde cis-seksizmin yaygın olduğunu saptadı. Ona göre bu tutum, toplumsal cinsiyete dair özcülük yapmakla (radikal feminizmde olduğu gibi) ya da toplumsal cinsiyet bir toplumsal inşadır (toplumsal cinsiyet-queer yaklaşımda olduğu gibi) demekle ilgili olmaktansa, “gender-artifactualism” dediği bir kavrayıştan kaynaklanıyordu. Bu hatalı kavrayışa göre toplumsal cinsiyet, kültürel olarak kurulan bir siyasi ezilme sistemi olarak görüldüğü için, toplumsal cinsiyetin biyolojik yönleri olan ve çok çeşitli ifade biçimleri yaratan bir çeşitlilik alanı olduğu reddedilmiş oluyordu. Serano, feminizm içindeki dışlamaları buna bağlıyordu.

Ayrıca Serano, Butler’dan kaynaklandığını düşündüğü belirli bir queer yorumuna karşı, cinsiyetin sadece performans olmadığını, biyoloji, kültür ve çevrenin karmaşık bir etkileşimi sonucunda ortaya çıkan çeşitli toplumsal cinsiyet ve cinsellik biçimlerinin var olduğunu söylüyordu. Önerdiği bazı kavramlar biyolojik özcülük gibi görülmüş olsa da (ayrıca Butlercı performans kavramını yanlış anlamış olsa da) aslında Serano toplumsal cinsiyet ve cinsel çeşitliliğin kabul edilmesini sağlayacak bir kavramsal zemin açmayı amaçlamıştı. Butler’a, performansa ve toplumsal inşa kavrayışına karşı çıkmasının nedeni de buydu çünkü ona göre, bu kavrayış ‘eğer cinsiyet bir toplumsal inşa ise o halde cinsiyeti politik olarak doğru hale getirip bu toplumsal cinsiyet sistemini değiştirebiliriz’ yanılsamasına neden oluyordu. Bu şekilde kavranınca, trans varoluşlar, ikili cinsiyet rejimini pekiştirmek ithamıyla reddediliyordu.

Böylece trans-feminizmin doğusuyla birlikte feminizmin tarihinde çok özel ve sancılı bir dönüşüm momentine varmış olduk. Günümüzde bir yandan kime “kadın” deneceği üzerindeki alan savaşları hararet kazanırken bir yandan hem trans hareket içinde hem queer hem feminizm içindeki fay hatları hareketleniyor. Verili kimlikler ve sınırlar şiddetle sarsılıyor. Bu mesele hem kuramsal hem politik düzlemde bir dizi çetrefilli sorun alanlarına açılıyor. Yazının sonraki bölümünde önce kuramsal sonra da politik soruna dair görüşlerimi paylaşacağım.

Kuramsal Sorun: Toplumsal Cinsiyet, Beden ve Kimlik

Toplumsal cinsiyetin kuramı da kendisi ve politikası kadar belalı çıktı.[20] Trans-feminizmin çıkışından itibaren günümüze gelene kadar kuramsal tartışma çok daha karmaşık bir hal aldı.[21] Burada tüketici şekilde ele alınamayacak kadar derinleşen tartışmada, biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kimliği arasındaki ilişkilere dair çok farklı görüşler gelişti. Erken dönem beden algısı, deneyimi ve önemi, cinsiyetin biyolojik temeli, biyolojik cinsiyetin ne anlamda kurgu olduğu,  doğuştan (genetik ya da içsel) bir cinsiyet kimliği algısı olup olmadığı, erkek beyni kadın beyni gibi fikirlerin geçerliliği, trans deneyimlerinin çeşitliliği ve karmaşıklığı, geçiş öncesinde kadın erkek olarak kimlik edinmenin anlam ve sınırları, “kadın” olmanın genitaller dışında dış görünüm, ifade, temsil ve davranışlarla olan ilişkisi, toplumsal cinsiyetin bir inşa ya da performans olduğunu söylemenin ne anlama geldiği, kadınların ezilmesinin maddi temelinin ne olduğu, toplumsal cinsiyetin bir ezilme biçimi olarak değil de bir kimlik olarak sahiplenilmesinin ikili cinsiyet rejimini destekleyip desteklemediği vb. üzerine yoğun kavramsal müdahaleler yapıldı.

Tüm bu kuramsal alana bakınca ben esasen şunu görüyorum: 1990 ve sonrasında hâkim olan ve popülerleşen “toplumsal cinsiyet bir inşadır” ve “cinsiyet de bir toplumsal cinsiyet inşasıdır” diyen teorik yaklaşım son yıllarda ters iki taraftan gelen itirazlarla karşılaşıyor. Butler’a atfedilen ve bedeni-biyolojiyi hiçe saydığı söylenen bir yaklaşım, trans-feminizm tarafından trans deneyimine yeterince açık olmamakla eleştiriliyor. Bu yüzden trans-feminizm, biyolojinin bir değişken olarak önemine dikkat çeken makul önerilerden genetiğe (kadın beyni erkek beyni gibi) ya da “bilinçaltı cinsiyet” ya da “doğuştan gelen cinsiyet kimliği” gibi özcülüğe varan yaklaşımlara kapı aralıyor. Öte yandan Butler çizgisi, bedene ve beden deneyimine ve cinsel farkın önemine özel bir vurgu yapan yeni materyalist (Bradotti, Grozs) yaklaşımlar tarafından da sorgulanıyor. Ama radikal feministler bu konuda tuhaf bir ikileme düşerek, bir yandan kadın olmanın tamamen bir toplumsal cinsiyet işlevi, yani ikili cinsiyetin hiyerarşik işleyişinin sonucu olduğunu söylerken, öte yandan kadın (ya da erkek) olmanın zorunlu olarak dişi (ya da erkek) bedene doğmuş olmakla zorunlu bağıntısını varsayıyorlar. Ayrıca bazı radikal feminist yaklaşımlar, queer kuramı ve özellikle Butler’ı kadınların ezilmesinin maddi temelini önemsemeyip, bunun yerine sadece hetero-seksizm eleştirisi yapan ve böylece feminizm dışına düşen bir düşünür olarak kodluyorlar.

Kuramsal tartışmaların derinine girmeden sadece kendi konumumu belirlemek adına şunları söyleyeceğim. Ben Butler’ı bir feminist, queer-feminist olarak görüyorum ve onun eserini radikal demokrasi perspektifinden yazılmış olduğu, kimlik siyaseti yerine kapsayıcı bir koalisyon siyasetini önerdiği için önemli buluyorum. Ben de onun gibi “radikal demokratik kuramın ve siyasetin görevi yaşanabilir bir hayatı sağlayan normları mevcut durumda hakları tanınmamış olan topluluklara genişletmektir” diye düşünüyorum. [22]  Toplumsal cinsiyete dair yazdığı karmaşık metnin, ancak bu siyasi hedefe bağlı okunursa iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Ayrıca toplumsal cinsiyet kuramını a) dışlayıcı olabilecek özcü yaklaşımlardan uzak olduğu; b) ataerkil Yasa’nın kendi altüst oluşunun imkânlarını nasıl yarattığını gösterdiği c) idrak edilemez gerçek-dışı gibi görünen oysa bizzat Yasanın işleyişi sayesinde mümkün olan kültürel imkânlara dikkat çektiği için değerli buluyorum. Dahası Butler’ın siyaset kavrayışı ile toplumsal varoluş ve toplumsal cinsiyet kuramı arasında da içsel bir bağlantı olduğunu görüyorum. Bu bağlantıyı anlamayan ya da önemsemeyenler için Butler’ın kavramlarının o ya da bu yöne çekilmesi de yanlış anlaşılması işten bile değil. Butler’a dayanarak herhangi bir cinsel bedensel ya da toplumsal cinsiyet kimliği algısının (ister “trans” olsun ister “kadın” kimliği olsun) küçümsenmesi, diğerlerinden daha az ‘gerçek’ ya da ‘meşru’ ilan edilmesi, dışlanması mümkün değildir. Öte yandan, Butler’ın siyasi derdi bundan çok daha fazlasıdır.

Bir şeyin söylemsel ya da toplumsal kuruluş olduğunu söylemenin ya da ona performans demenin tam olarak ne anlama geldiği ve farklı kavrayışların ne gibi farklı politik konumlara denk düştüğü üzerine bitmek bilmeyen bir tartışma var. Butler’a göre toplumsal cinsiyet bir inşadır demek, onun bedenle bir ilgisi olmadığı anlamına gelmediği gibi, cinsiyet bir toplumsal cinsiyet inşasıdır demek de cinsiyetin de toplumsal cinsiyetin de gerçek dışı, önemsiz, gelişigüzel seçilen ve değiştirebilen, mutlak akışkan bir şey olduğu anlamına gelmez. Zaten Butler’ın performatif kuramı, klasik toplumsal inşa yaklaşımının eleştirisi üzerine kurulmuştur. Dahası da var: Normatif demek her zaman ve zorunlu ve tek yönlü olarak kötü, baskıcı ve ezici bir şey demek değildir. Yine teorik detaya girmeden ve sadece trans tartışmasını odak alarak bu yanlış anlamalara dair Butler’ın ne dediğine kulak verelim. Toplumsal Cinsiyet Belası’nı yazarken trans mevzular üzerinde fazla düşünmediğini teslim eden Butler, yine de performatif derken (bazı transların iddia ettiği gibi) asla kurgu ve gerçek değil diye bir şeyi kastetmediğini, akışkandır, değişkendir, salt bir tercihtir demek istemediğini belirtir. Buna rağmen gelen eleştiriler ışığında ‘ama beden deneyimine ve cinsiyetin bu yönlerinin tanınması yönündeki meşru talebe daha fazla dikkat göstermeliydim’ diye de ekler.[23]

Butler, Jeffeys gibilerinin translara karşı çıkarken toplumsal cinsiyetin bir inşa olduğunu tezini kullanmalarına itiraz eder. Trans birinin medikal söylem tarafından kurulduğu için toplumsal inşa kurbanı olduğunu savlamak açık biçimde inşa kuramını yanlış anlamaktır diyen Butler’ın ifadesiyle;[24]

“Oysa şunu anlamıyor ki hepimiz, bedenler olarak, bizi kuran norm ve inşalarla birlikte ve onlara karşı nasıl bir yaşam yaşayacağımızı aktif biçimde belirlemek durumundayız. Kendimizin seçimi olmayan sözcük dağarcıkları sayesinde kendimizi kuruyoruz, bazen bunları reddediyor bazen de yenilerini geliştiriyoruz… Bu toplumsal inşa kavrayışıyla ilgili sorun, trans insanların kendi toplumsal cinsiyetleri hakkında hissettiklerinin inşa olduğu için gerçek-dışı (unreal) olarak görülmesidir”.

Öte yandan trans-feminizm tarafından geliştirilen, en azından popülerleşen bazı görüşler toplumsal cinsiyet kimliğine dair içsel (innate) bir algı olduğunu ya da genetik olarak (kadın beyni erkek beyni gibi ayrımlar) farklar olduğunu söyledikleri noktada Butler kendi kuramsal konumunu korumakta ısrar eder. Butler, biyolojik cinsiyetin bir toplumsal inşa olduğu yolundaki çok tartışılan fikri konusunda da ‘bu tür kavramlarla çalışırken sabırlı olmalıyız, farklı şekillerde anlaşılabilir’ diye uyarıda bulunur.[25] Yine de “istemediğimiz cinsiyet atamalarına karşı çıkmak ve ihtiyaç duyduklarımızı edinmek için dilsel ve toplumsal kurumlara ve siyasi tahayyüllere, yani ötekilerin dünyasına ihtiyacımız var” diyerek sorunun toplumsal boyutuna dikkat çeker. Ayrıca içsel ya da genetik toplumsal cinsiyet kimliği fikrine dair bir soruya yanıt olarak şöyle der:

“Bazen kim ne olduğumuza dair temel, asli, sürekli ve zorunlu boyutu vurgulayan bir dile ihtiyacımız olabilir ama doğuştan (innate) terimi zorunlu değil bence. Genetiğe başvurmak da öyle. Bunlar hep spekülasyon olan düşünceler… Başka bir insanın beyan edilmiş ya da yaşanan cinsiyet ya da toplumsal cinsiyet algısını etik olarak tanımak zorunda olduğumuzu anlamak için doğuştan kavramına ya da genetik diline ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum… Bu kendilik anlayışına saygı göstermek için, bu algının nereden geldiğine dair bir görüş birliğine sahip olmak zorunda değiliz.”

Sonuç olarak Butler’ın düşüncesinde sadece cinsel çeşitliliğin tanınmasına dair değil aynı zamanda dilsel ve kavramsal çoğulluğun da tanınmasına dair bir hassasiyetin olduğuna dikkat çekmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Ama daha önemlisi, Butler’ın bu ifadeleri kavramsal açıklamalar ile politik tutumlar arasında çoğu aktivistin varsaydığı dolaysız ve zorunlu bağıntıya dair bir itiraz olarak da okunmalıdır. Onun için asıl önemli olan şeyin ne olduğunu açıkça görebiliyoruz.

Birisi kendi toplumsal cinsiyetli ve cinsel gerçekliğini ne kadar sabit görsün ya da görmesin bundan bağımsız olarak her insanın kendi bedenleşmiş yaşamlarını yasal ve dilsel terimlerle belirlemeye hakkı olmalıdır. Kişi ister çok katı ister çok akışkan bir cinsiyet toplumsal cinsiyet algısına sahip olsun, önemli olan kendini, ayrımcılık, taciz, yaralanma, patolojikleştirme ve kriminalleştirme olmadan ve tüm kurumsal ve topluluk desteğiyle özgürce yaşama hakkı olmasıdır”[26]

Butler’ın tüm eserinin kalkış noktası da varış noktası da budur aslında. Toplumsal cinsiyetin var olmadığı bir dünya mümkün mü? şeklindeki bir soruya yanıt olarak ‘sanırım toplumsal cinsiyete dair farklı konumların olduğunu kabul etmeliyiz. Bazıları toplumsal cinsiyetten özgür olmak ister, bazıları ise kendileri için esas gördükleri toplumsal cinsiyet olmak özgürlüğü ister, bazen toplumsal cinsiyetin hayatımızdaki önemini azaltmak isteriz bazen de toplumsal cinsiyet bizim için çok önemli olabilir.’ diye yanıtlar.

Ama tam da bu noktada, toplumsal cinsiyet (hem yaşanan cinsiyet hem de kurama dair) hakkındaki bu görececilik ne anlama geliyor diye sorabiliriz. Queer kuramı salt bir cinsel çeşitlilik (toplumsal cinsiyet kimliğinin özgür ifadesi) savunusuna indirgemek, kuramın teorik ve politik eleştirel gücünden taviz vermek anlamına mı gelecektir? Toplumsal cinsiyet eleştirisi adına, (bazı radikal feministlerin yaptığı gibi) belirli insan gruplarının dışlanması savunulamayacağına göre, bu eleştiri nerede bulunacaktır? Butler’ın amacının alan açmak olduğu açıktır elbette ama toplumsal cinsiyet kuramının bunun dışında bir eleştirel yanı yok mudur? Vardır elbette hetero-normatif ikili cinsiyet yapısını altüst etmek. Ama başka bazı gender-queer konumlardan farklı olarak Butler, altüst etmenin anlamı, sınırları ve olanakları konusunda temkinli düşünen biridir. Cinsiyet Belası bu açıdan iyi anlaşılmadığı için, Bodies that Matter kitabında ve sonraki birçok eserinde bu konuyu netleştirmiştir. Butler, ne transları ne de hetero-insanları (ne kadın ne de erkekleri) ikili düzeni yeniden üretenler olarak görmez. Ona göre basit bir yeniden üretim mümkün olmadığı gibi, altüst etme de ayrıcalıklı (LGBT) özneler tarafından belirli performanslar sayesinde kasıtlı yapılacak bir şey değildir. Butler, ikili cinsiyet rejiminin dışında kalan ayrıcalıklı öznelere değil, tüm hetero-normatif alanı kuran iç tutarsızlık, tersine dönme ve sızdırma eğilimlerine dikkat çekmiştir. Normatif alan ile onun dışında kalan bir yer arasındaki ayrımı reddederek tüm toplumsal cinsiyet alanının nasıl hem normatif hem de kendi kendini altüst eden bir işleyişi olduğunu göstermeye çalışmıştır. Onun temel derdi daima yaşamı normatif kurgulara ve dayatmalara karşı savunmak olduğu için kuramın kendisinin herhangi bir normatif dayatmaya (trans ya da kadın kimliğinin dışlanması) hizmet eder şekilde yorumlanması mümkün değildir.

Öte yandan Butlercı queer-feminist yorumunun ayırt edici özelliği, salt bir cinsel çeşitlilik savunusu değil, aynı anda güçlü bir şekilde yapılan diğer eleştiridir: Cinsellik merkezli öznellik biçimlerinin ve kimlik siyasetinin eleştirisi. Butlercı queer politika, toplumsal cinsiyetin nasıl çok değişken olduğunun sürekli oyuncu bir coşku halinde kanıtlanmasını ya da gösterilmesini değil, zaten hep mevcut olmuş olan çeşitliliğin toplumsal alanda ötekiler nezdinde tanınmasını, kamusal alanda eşit haklarla donatılmasını önemser. Ayrıca cinsel kimlikler alanının ötesine geçerek, eşit ve değerli yaşamı herkes için mümkün kılmak üzere diğer tahakküm ilişkilerine karşı mücadele vermek için genişleyen bir koalisyon politikası önerir. Özneler ancak kendilerini tanımlayan dar sınırları sorgulayarak ve kimliklerini dışa açan pratikler içine girerek kimlik siyasetinin ötesine geçebilirler. Özne merkezli siyasetin ötesine geçmek gereklidir çünkü özneleştirici pratikler, belirli varoluşları mümkün kıldığı gibi (ben ile öteki arasında) ciddi sınırlar da koyar ve kendini kuran iktidar pratiklerini görünmez kılabilir. Queer-feminist politika, tek tek bireylerin kendi cinsel kimliklerinde bu sınırları yıkmaya uğraşmasıyla değil, (bu kendiliğinden olur ya da olmaz) kolektif politik adlar adına verilen tekil mücadelelerin birbirine eklemlenmesiyle ilgilidir.

Sonuç olarak, cinsellik ve toplumsal cinsiyet alanında herkesin politik olarak doğru kuramsal olarak doğru tutumu almaya zorlanması değil, tersine bu çeşitliliğin veri kabul edilmesi ve kamusal alanda kendine eşit bir yer bulması önemlidir. Ama aynı zamanda herkesin kendi dar kimlik sınırlarının dışına açılması da, özneleştirici pratiklerin sınırlarının aşınması da önemlidir. Bu da bizi feminizm ve LGBT hareketi içindeki içerme-dışlama meselesine getiriyor. Ben, trans-feminizm ile TERF geriliminde en öne çıkan politik sorunun tam da bu içerme dışlama meselesi olduğunu düşünüyorum. İzleyen bölümde bu konuyu ele alacak ve hem trans-feminizmi hem radikal feminizmi kapsayan ve aşan daha derin bir sorundan muzdarip olduğumuzu iddia edeceğim.

Politik Sorun: Dışlayıcılık-Kapsayıcılık Gerilimi

Gelinen son noktada tuhaf bir kapsama-dışlama dinamiğinin işlediğini görüyoruz. Bir yanda trans-kadınları kadın olarak görmedikleri için feminist toplantılardan ya da kadınlara özel yerlerden dışlamak isteyenler var ki trans-feminizmin güçlenmesiyle birlikte bu tutum dışlayıcı olmaktan çok, kendini geri çekmeye (gizli toplantılar) kendine ait bir kolektif adı (“kadın”) korumaya ve kendine ait bir alanın-mekânın meşruluğunu tanımlamaya çalışıyor. Kendini savunan, kendi alanını korumaya çalışan reaktif bir dışlama bu.[27] ‘Trans haklarına saygılıyız’ ‘ama bizim de var olmaya hakkımız var’ noktasına geri çekilme gibi bir şey söz konusu. Öte yandan trans-aktivizm daha önce dışlandığı bir alana dönüştürücü bir güç olarak girerken kendisine aykırı konumları ve kişileri transfobik olarak damgalıyor ve dışlıyor. Yani burada kapsayıcı ve (özellikle kesişimsel) iddiası olan bir gücün uyguladığı dışlamalar var. İki taraf da adlandırıyor, damgalıyor, sınır çekmeye çalışıyor ama aynı düzlemde değil.

Öte yandan her iki taraf arasında başka bir düzlemde aslında çok birbirine benzer dışlayıcı tavırlar olduğu da görülebilir ki ben meselenin özünde bunun olduğunu düşünüyorum. İlk bakışta trans-aktivizmin asıl olarak radikal feministlerin dışlayıcılığına karşı bir tepki olarak öne çıktığını görüyoruz. Ama geriye bakarsak radikal lezbiyen feministlerin de 60’larda ana akım feminizm tarafından dışlamaya uğramış olduklarını görürüz. Onlar da sonradan heteroseksüel feministleri dışlamışlardı. Ve şimdilerde de feminist, queer ve trans hareketler içinde benzer damgalama-dışlama dinamikleri iş görmeye devam ediyor.  Kısacası, bu sadece transların TERF’lere yönelik suçlamalarıyla ilgili değil. Daha ziyade, iki tarafı da içeren daha genel bir feminist siyaset yapma tarzıyla ilgili derin bir sorunun varlığına işaret ediyor. Peki bu tür suçlayıcı, damgalayıcı, sekter tutumlar tam olarak nereden kaynaklanıyor?

Son zamanlarda bu sorunun adını koyan ve etkili biçimde tartışan kişinin, trans-feminizmin en önde gelen ismi Julia Serano olması hem çok anlamlı hem de çok değerli. Serano’nun sadece transların dışlanmasına değil, genel ve temel bir dışlama mekaniğine dikkat çeken görüşlerini çok önemli bulduğum için ondan bahsedeceğim bir sonraki bölümde.

Özel Olan Politik mi?

Serano’nun ilk kitabındaki amacı toplumsal cinsiyet ve cinsel çeşitliliğin kabul edilmesi çağrısıydı.  Ardından yazdığı The Excluded (2017) adlı kitapta asıl derdinin kapsayıcı bir koalisyon siyaseti olduğunu daha da netleştirdi.[28] Serano, trans olarak kadın-feminist çevrelerde, femme ve biseksüel olarak queer çevrelerde uğradığı dışlanma ya da (makul görünmeme) deneyiminden kalkarak bu kitabı yazmış olduğunu söylüyor. Dışlamanın, dışarıdan gelen gerici ya da muhafazakâr görüşlerden kaynaklandığı ve ancak daha doğru ve radikal konum alarak çözüleceğine dair bu hareketler içinde hâkim olan bir görüşü eleştiren Serano, dışlamanın bizzat feminist ve queer çevrelerde hâkim olan belirli bir toplumsal cinsiyet anlayışından kaynakladığını ileri sürüyor.[29] Feminizm içinde dışlamaların uzun bir tarihi olduğuna dikkat çeken Serano, “lezbiyenlerin reformistler tarafından, heteroseksüel feministlerin lezbiyenler tarafından, transların toplumsal gender-queerler ve radikal feministler tarafından dışlanması örneklerinin tümünde aynı politik önermeden hareket etmişlerdi” diye düşünüyor. Bu politik anlayışa göre, duruma göre terimler değişiklik gösterse de o ya da bu toplumsal cinsiyet ya da cinsellik biçimi, reddedilmesi gereken ikili toplumsal cinsiyet rejimini (ya da patriyarkayı ya da zorunlu heteroseksüelliği) yeniden üretmekle suçlanıyordu. Ona göre, bu tür yaygın cinsiyetçi hiyerarşi ve dışlamaların, (toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerinden polislik yapmanın) temel nedeni, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve cinsiyetçilik konusunda hâkim olan yanlış bir kavrayıştı. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerinden ezilmenin tek bir biçimi ve nedeni olduğu varsayıldığı için herkes kendi zarar gördüğü cinsiyetçiliğe odaklanırken diğerini inkâr ediyor ya da görmezden geliyordu.

Dahası, Serano, bu hiyerarşik dışlama taktiklerinin, Anne Koedt’in dediği gibi ‘özel olan politiktir’ anlayışının raydan çıkmış (perversion) bir yorumundan kaynaklandığına işaret ediyordu.[30] Koedt, 1971 tarihli Lezbiyenlik ve Feminizm adlı yazısında radikal-lezbiyen feministlerin hetero-feministleri, “eğer kadınlarla birlikte değilsen beni eziyorsun”, ya da “radikal feminist olamazsın” diye suçlandıklarına dikkat çekmiş ve bunu eleştirmişti. Aslında bu tutum, lezbiyenlerle de başlamamış, tersine radikalizm adı altında, hareket içindeki kadınların evli ya da çocuklu olmaları ya da mini etek giymeleri gibi durumlarda suçlamalara neden olmuştu.[31] Serano, bu gibi durumlarda öne çıkan cinsiyetçiliğin, insanların diğer insanları cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsellik ile ilgili kendi varsayım ve beklentilerine uymadıkları zaman dışlamalarıyla ilgili olduğunu yazdı. İnsanların kişisel tarzlarının, kimlik, cinsel partner ya da yaşam tarzlarının politik olarak doğru çizgiye uymadıkları için suçlanmalarını ya da politik bir doğrunun dayatılmasını cinsiyetçilik olarak kodladı. Ayrıca gender-artifactualism şaşmaz biçimde bu sapkın yorumla el ele gidiyordu. Bu yoruma göre insanlar, toplumsal cinsiyet sistemini yıkmak üzere kendilerinin (ve başka insanların da) toplumsal cinsiyet ve cinselliklerini değiştirecek şekilde davranmalıydı (sanki bu mümkünmüş gibi).  Bunun da ötesinde, herkesin toplumsal cinsiyetin nasıl yıkılacağına dair kendine özgü farklı bir görüşü olduğunu ve bunun ne anlama geldiği hakkında belirsizlik olduğunu söyleyerek şunu soruyordu:[32]

“Toplumsal cinsiyetin sonunun gelmesi tam olarak ne demektir? Kadın ve erkek bedenlerine işaret edecek sözcüklerimiz olacak mı? Yoksa kadın ve erkeğe özgü beden parçalarına ve üreme işlevlerine dair sözcükler, toplumsal cinsiyet ayrımını pekiştirdiği gerekçesiyle dilden mi atılacak? Toplumsal cinsiyetin sonu geldiğinde ne giyeceğiz, hepimiz etek ya da pantolon mu giyeceğiz, ya da farklı bir kıyafet mi icat edeceğiz ya da tüm kıyafet sistemi toplumsal cinsiyetli olduğu için çıplak mı dolaşacağız?

Serano bu akıl yürütmenin sonunda aslında ortada bir toplumsal cinsiyet sistemi falan değil, çok sayıda cinsiyetçi çifte standart sistemi olduğu sonucuna vardı ve asıl meseleyi şöyle ortaya koydu: “Feministler olarak asıl hedefimiz toplumsal cinsiyete son vermek değil, birilerini cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerinden şeytanileştiren, gayri-meşru gören ve gayri-insanileştiren çifte standartlara karşı mücadele etmektir.”[33]

Toplumsal cinsiyeti sadece bir kimlik olarak ele almakla, ikili cinsiyet sistemine dair eleştirel yorumlardan tamamen vazgeçen (çok sayıda cinsiyetçi çifte standart dışında) Serano’nun yaklaşımı tartışmaya açık olsa da ben yine de Serano ile Butler arasındaki yaklaşım benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Bence toplumsal cinsiyetin ne olduğu hakkında çok farklı iki görüşe sahip olmalarına rağmen temel noktada aynı yere gelmelerinin nedeni ikisinin de kesişimsel feminizme ve queer-feminist koalisyon siyasetine inanıyor olmalarıdır. Böyle kapsayıcı ve kesişimsel bir koalisyon siyaseti için nasıl bir aktivizme ihtiyaç duyulduğu sorusunu önemseyen Serano, kitabının son bölümünü bu konuya ayırmıştı. Aktivizmle ilgili bu bölümde neredeyse tamamen call-out stratejisinin (ifşa) eleştirine odaklanmış olması da bence çok anlamlı. Türkiye’de yaşanan tartışmayla da doğrudan ilgili olduğu ve trans-feminizme dair ciddi bir uyarıda bulunduğu için bu eleştiriden daha detaylı bahsetmek istiyorum.

Call out (ifşa) Eleştirisi

Serano, bizzat cis-seksizm kavramını icat eden ve yaygınlaştıran kişi olmasına rağmen bu kavramın bir kişisel itham olarak yaygın ve yanlış kullanılışına dair rahatsızlığını paylaşıyor. Gerçekten gerekli olduğu durumlar dışında (açıkça ve doğrudan bir cinsiyetçilik ve çifte standardın ısrarla sürdürüldüğü durumlar ki bu durumda bile insanları değil, eylemlerini hedef almak gerekir diyor) bu yöntemin nasıl aşırı ve gelişigüzel kullanıldığını ve aktivizm açısından ne gibi ciddi sorunlara yol açtığını anlatıyor.[34] Ona göre ifşa stratejisi giderek kendi kendini haklılaştıran homojenleştirici gruplar ve haklılığı kendinden menkul aktivistler yaratıyordu. Verdiği örnekler durumun traji-komikligini gözler önüne seriyor: Kadınlarla ilgili bir sorun konusunda makale yazıp o sorunun trans-kadınları nasıl etkilediği sorusunu es geçen birinin cis-seksist ilan edilmesi ile aynı esnada başka bir yazarın trans-kadınlarla ilgili makale yazdığı için “translar adına konuşmak” ve “trans kadınları uygun hale getirmekle” itham edilmesi örneğinde olduğu gibi. Ya da geçmişte cis-seksist şeyler yazmış olan birinin, bu konuyla hiç ilgisi olmayan başka bir eserine referans veren yazarların da ifşa edilmesinde olduğu gibi. Dahası, Serano, itham edilen kişilerin kendilerini açıklama veya yanıt verme hakkı tanınmadan sadece özür dilemeye mecbur edilmelerini de, her sağduyulu insan gibi kabul edilemez buluyor. Ayrıca Serano, cis ayrıcalık ithamının yaygın kullanımı konusunda da rahatsızdı ve bu ithamı “insanları sindirmek için kullanmaktan” vazgeçelim diyordu. Herkesin faklı ayrıcalıkları olabilir, bu onların her dediğini değersiz kılmaz ve her ayrıcalıklı insan canavar ve ezici olarak tanımlanamaz. Kendi trans-kadın yoldaşlarına, cis-kadınlar kamusal ortamlarda adet görme, gebelik, doğum, meme, vajina gibi mevzuları konuştuklarında kendilerini “cis-ayrıcalık” tan mağdur olmuş hissetmeleri için bir neden olmadığını da söylüyordu.[35]

Serano, kitabının son cümlesinde “haklı aktivist vs şeytani ezen” ve “hatasız aktivist vs cahil ezen” ikiliklerini parçalamayı öneriyor. Bu kitabın, çaresiz bir kimlik politikası çıkmazından, tek-mesele aktivizminden ve ifşa çılgınlığından muzdarip olan Amerikan feminizmi-LGBT hareketinin bu halinden rahatsız olan herkes için nasıl da çölde vaha etkisi yarattığına şaşmamak gerekir. Umarım bizim de Amerika’yı yeniden keşfetmemiz gerekmez.

Radikal Demokrasi Savunusu

Türkiye’deki tartışma sırasında yaptığım yorumda sorunun temeli olarak işaret etmiş olduğum, ‘kimlik siyaseti, yaşamın aşırı politik ve teorikleştirilmesi, yaşam tarzı siyaseti, kadın, erkek ve trans kategorilerinin aşırı ciddiye alınması, kimlik üzerinden içe kapalı cemaatleşme; ve nihayet yaşam, politika ve teori arasındaki ayrımları ve dolayımları tanımayan acilci ve öfkeli dışavurumcu bir muhalif tarz’ ile ne demek istediğimi bu yazı ile daha iyi açıklamış olduğumu umuyorum. Bunun bu olayda trans-aktivistlerde öne çıkmakla birlikte aslında belirli bir feminizmden öğrenildiğini ve aslen feminizmle de sınırlı kalmayan çağa özgü bir muhalif siyaset açmazı olduğunu yazmıştım. Bu yazıda bu tarzın radikal feministler ile başlamasa da onların tavırlarında netleştiğini ve günümüze kadar taşındığını, ama aynı zamanda queer ve trans hareket içinde de etkili olmaya devam ettiğini açıklamaya çalıştım. Elbette söylenmeden kalan daha çok şey var. Ama yazıyı daha da uzatmamak için sadece birkaç şeye daha değinmek isterim.

Yaşanan tartışmada trans taraf, sürekli olarak karşı tarafı, ‘trans kadınlar kadındır’ demeye davet etti. Tersini söyleyen olmadığı halde ısrarla bu mesaj tekrarlandı. Bunun doğal ve makul bir talep olduğu iddia edilebilir. Ama burada beliren tuhaf bazı kaymalara dikkat etmekte fayda var. Trans-kadınlar kadındır demek ne demek? Öyle anlaşıldı ki artık transfobik damgası yemeden ‘trans-kadınlar trans-kadındır demek’ ya da ‘trans-kadınlar erkek bedenine doğdular demek’ ya da sadece cis ön eki olmadan “kadın” sözcüğünü kullanmak mümkün olmayacak. Dahası, “doğuştan gelen bir cinsiyet kimliği algısı vardır” ya da “kadın beyni-erkek beyni vardır” gibi düşünceleri sorgulayanlar feministler transfobik ilan edilebilecekler. Burada ciddi sorunlar olduğu açık. Bir kere herhangi bir dış adlandırma nedeniyle bir öznenin bu kadar ağır yaralanabilir olarak kurulması iyi bir şey değil. Ayrıca, “trans-kadınlar kadın değildir, erkektir” demek ayrı bir şey, “trans-kadınlar erkek bedenine doğdular” demek ayrı bir şey. İlki transların eşit haklarla kamusal yaşama katılma ve tanınma haklarıyla ilgili sorunlar yaratıyor, ikincisi ise öyle olmak zorunda değil. Trans-kadınlar erkek bedenine doğdular diye tipik bir ‘erkek sosyalleşmesi’ (o da neyse) olduğunu varsaymak trans gerçekliğini anlamamak demektir. Dahası bu varsayımsal sosyalleşme nedeniyle onları erkek ayrıcalıklarına sahiptirler diye kodlamak, “erkek” ilan etmek ve onlara ihlalci muamelesi yapmak açıkça transfobidir elbette ama transfobik olmadan da geçiş öncesi ve sonrasında atanan ya da hissedilen kadınlık ve erkeklik kimlik algılarının karmaşık etkileşimleri hakkında konuşulabilir. Bazı dışlayıcı radikal feministlerin ve sıradan kadınların, (özellikle de doğrudan erkek şiddeti deneyimi yaşamış olanların) sanki trans-kadınlar (tuvaletlerde, sığınma evinde, hapishanede ya da yurtta) onlara dönük bir eril şiddet tehdidi oluşturuyormuş gibi hissetmelerinde transfobik bir yön vardır elbette ama eğer bu korku, trans-kadınların aslında erkek olduğu ve kadın alanlarına tecavüz etmeye çalıştıkları gibi açık bir politik ifadeye eklemlenmediği ölçüde ele alınabilir ve ikna edici biçimde yatıştırılabilir. Bazı feministlerin transfobik tutumlarının gerisinde daima bu eril şiddet sorununun merkezi bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Öte yandan günümüzde trans bireylerin faili olduğu birkaç olay üzerinden aşırı ve gereksiz bir korku pompalandığı doğrudur ve bununla mücadele etmek hayatidir. Ayrıca trans-kadınların yaygın ve tipik olarak maruz kaldıkları şiddete dikkat çekmek, kadınlara ayrılan yerlerden dışlanmalarının onları nasıl ağır şiddet biçimlerine maruz bıraktığını görmek de çok önemlidir. Trans-kadınların sadece kadın olarak görüldüğü bağlamlar olduğu gibi trans olarak görülmelerinin önemli olduğu (kendileri için) başka bazı bağlamlar da olabilir. Bazı trans-kadınlar kadın olmayı diğerleri ise trans olmayı ya da non-binary olmayı kendi kimlikleri için daha önemli görüyor olabilirler. Trans çocukların geçiş süreçlerine dair bazı tartışmalı noktalar olabilir ve bunları trans camianın kendi içinde ve sağlık uzmanlarıyla birlikte tartışmaları en doğrusu olmakla birlikte cis feministlerin de konuya dair bir fikir geliştirmeye, en azından tartışmalara ilgi duyup izlemeye, soru sormaya hakları vardır. Kimin konuştuğuna bakmadan, niyetine ve neyi amaçladığına bakmadan, sadece belirli politik ifadeleri düzgün biçimde kullanmıyor diye (ya da bir eleştiri-saldırı altında kendini savunmaya kalktı diye) ya da kafası karışık diye içine şeytan kaçmış, ruhunu ve dilini acilen arındırması gereken, itirafa zorlanan canavar muamelesi yapmak en hafif ifadeyle aymazlıktır. Teorik açıklamalar ve her türlü adlandırma elbette politik imalar barındırıyor olsa da felsefi ve akademik alana özerklik tanımak çok hayatidir. Aynı şekilde politik alana da kendi hakkını vermek gerekir. Ne teori ne de aktivizm kendi kaygılarını tam olarak diğerine dayatabilir. Bazı trans-kadınların savunduğu gibi doğuştan kadın vardır demek de feminizmin mücadele ettiği doğallaştırıcı ataerkil söylemlere kapı aralayabilir. Ayrıca bazı teorik ve felsefi konumlar, yaratıcıların niyetlerinden bağımsız olarak o ya da bu şekilde yorumlanabilir, popülerleşebilir, kendisine karşı dönebilir. Tüm bu gerilimler doğal akışa (sağlıklı bir teorik ve politik tartışma ortamı) bırakılırsa yolunu bulur, yok eğer kesif bir dil polisliği ve akademik sansüre uğrarsa at izi it izine karışır, çoğu zaman olduğu gibi.

Öte yandan elbette bu tartışmaların tarihsel anlamı ne sadece trans vs TERF kamplaşması ne de sadece feminizm ve muhalif hareketlerle sınırlı değil. Çünkü tüm bu tartışmalar, daha genel bir neo-liberal ve küresel bağlamda ve derinleşen bir biyopolitika içinde anlam kazanıyor. Beden, duygu ve düşünce-dil hiç bu kadar politikleşmemişti. Cinsellik ve cinsiyet tarihin bu anında hiç beklenmedik biçimlerde ve çok farklı siyasi amaçlarla politikleşiyor. Feminizmin ve queer politikanın etkisi hem de teorik gelişmeler iktidar mekaniği ile beden, duygu ve dil arasındaki girift bağıntıları ortaya koymakta çok başarılı oldu. Ancak tüm bu yeni paradigmatik dönüşüm momentinde ciddi bir risk gündeme geliyor: Tüm siyasetin buna indirgenmesi riski. Sanki doğru beden, dil ve duygular edinerek bu iktidarı alt edebilirmişiz gibi. İktidara karşı savaşımda en önemli engeller bunlarmış gibi. Oysa çoğu zaman unutulan şey şu ki bizleri belirli adları taşıyan özneler olarak kuran ve sarıp sarmalayan iktidar pratiklerine karşı sadece o adlar üzerinden, sadece o belirli kimlikler üzerinden karşı duramayız. Hem o adları üstlenmek zorundayız hem de o adların kendi içimizde ve ötekilere karşı koyduğu duvarları, sınırları genişletecek şekilde mücadele etmeliyiz. Bu, dönüşüm için hep ötekilere ihtiyacımız olduğu anlamına gelir. Ancak bizi ya da bu şekilde tanıyan tanımayanlarla girdiğimiz ortak bir yolda, ortak bir kamusal alan inşasını önemsediğimiz oranda bunu başarabiliriz.

Bir de şunu da unutmamak gerekir: Bu tartışmalar, tam da feminist ve LGBT harekete karşı aynı anda yükselen güçlü saldırılar eşliğinde gerçekleşiyor. Trans-dışlayıcı eğilimler gücünü artık gerileyen bir radikal feminizmden değil, daha ziyade güçlenen bir anti-feminist muhafazakârlıktan alıyor. Öte yandan hem feminist hem de queer harekete dönük olarak sol cenahtan gelen itirazlar da artıyor. Çoğu solcu bu hareketleri “kimlik ve kültür” olarak indirgeyip “maddi şeyden” ve asıl sorunlardan kaçmak olarak kodluyor dahası neo-liberal küresel düzenin işbirlikçileri olarak görüyorlar. Žižek kimliğin ve cinselliğin salt keyfini çıkarılacak bir kimlik olarak gören trans-gender aktivizme ağır eleştiriler getiriyor. Feminizmin kendi içinden de bu tür işbirlikçilik itirazları yükseliyor.[36] Bir yandan kesişimsel politika çağrıları artarken öte yandan feminizmi tekrardan “kadınlara” sınırlamak yönünde tutumlar da güçleniyor.[37]  Tüm bu gerilimleri, sadece feminizm içi değil, daha genel sol muhalif harekete dair iç gerilimler olarak okumakta ve farklı konumlar arasında diyaloğa açık olmakta fayda var.

Sonuç olarak ben kendi adıma tüm bu gelişmeleri izleyerek şu sonuçlara varıyorum: Teorik ve politik olarak iki şeyi her şeyden çok önemsiyorum. Öncelikle insani çeşitliliğe (yaşam tarzı, cinsel ve toplumsal cinsiyet kimliği ve diğer kimlikler) yapılan her türlü vurguyu değerli buluyorum. Bu vurgunun nasıl bir felsefi ya da kuramsal çerçeveye dayalı olarak savunulduğu benim için çok fark etmiyor (teorik tercihlerim var elbette). İkinci olarak, bu kadar çeşitlilik varken ve buna rağmen nasıl olup da mevcut her türlü eşitsizlik ve tahakküm yapılarına karşı birlikte ve hep genişleyerek mücadele edebileceğimize dair umutları ve perspektifleri güçlendirmeyi önemsiyorum. Bu iki soruya birden verilecek mükemmel bir kuramsal açıklama ve politik strateji olduğuna inanmıyorum. Hem teorik hem politik olarak deneysel olmanın, melezlenmeye ve geleceğe açık olmanın önemine inanıyorum. Verili hiçbir anda ne teorinin ne de politikanın yaşamın karmaşıklığa denk bir güce erişebileceğini, onu tümüyle kapsayabileceğini sanmıyorum. Bu nedenle belirli bir teorik-politik doğru ya da kuramsal tutarlılık adına ya da etik-estetik siyaset adına benimsenen dışlayıcı, yargılayıcı, sekter ve püriten siyaset tarzlarını, yaşam tarzı siyasetlerini kendime çok uzak buluyorum. Belirli tek bir ezilme biçimi ve ayrıcalıklı bir ezilme konumu saptamak ve belirli ezilme konumlarında bulunan insanların sırf bu nedenle belirli siyasi görüşleri doğal ve zorunlu olarak benimseyeceklerini varsaymak doğru değil. Kadın ya da gay ya da trans olmak zorunlu olarak belirli bir siyasi öznellik hattında buluşmayı getirmiyor. Çünkü bu ‘ezilen’ konumlar, farklı siyasi projelere eklemlenebiliyorlar. Ne ‘ezilenler ne yapsa güzel yapar, en iyisini onlar bilir’ anlayışına ne de ezilenler hiyerarşisine dayalı tutumlara sempati duyuyorum. Ezilenler adına konuştuğunu iddia eden aktörlerin konuşma alanını tekeline alma hakkı olduğuna karşı çıkıyorum. Bir grup ya da topluluk çıkarı ya da dava adına bireylerin feda edilmesini, gruba uyum sağlamaya zorlanmasını reddediyorum. Kimin daha fazla ezildiği ve böylece kimin en fazla söz söylemeye hakkı olduğunu belirleyen hiyerarşik mantıkları baskıcı buluyorum. Feminizm herkes içindir mottosuna inanıyorum. Buna inanmayan feminist konumların varlığını da meşru görüyorum, ama politik olarak parlak bir gelecek görmüyorum. En doğru feminizm şudur ya da budur saçmalıklarından uzak biçimde, feminizmin kendi çağımızın mücadele çeşitliliğini ve birikimini kapsamasını, kendi dışına ve geleceğe açık olmasını önemli buluyorum. Bu siyasetin adı queer feminizm ve radikal demokrasi ve ben hala buna inanıyorum.

 

 

 


[1] Tartışma sırasında Zeynep Direk’in Facebook sayfasında şu yorumu paylaşmıştım: “Ben tartışmayı yeni fark ettim ve üzülerek izledim. Birçok teorik-politik sorun var elbette tartışılması gereken (bazı şeyleri kaçırmış da olabilirim) ama hiç bunlara girmeden sadece temel bir meseleye işaret etmek isterim. Bu olay özelinde trans kadın tarafın sergilediği tutum (karşı tarafın TERF olarak suçlanması) bence de rahatsız edici ve haksız. Öte yandan bu tutumun onların “gerçek kadın” olmamalarıyla ya da erkek sosyalleşmesini feminizme taşımalarıyla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum. Böyle ifade etmenin trans insanları rahatsız etmesini de anlıyorum. Tersine bu sekter, dogmatik, püriten, damgalayıcı, suçlayıcı siyaset biçimlerini trans-aktivizm başlatmadı, belirli bir feminizmden öğrendi. Bu güya “radikal” siyaset tarzı, kadın erkek ya da trans falan olmakla ilgili değil, herkesi cinsiyetine bakmadan esir alabiliyor. Hatta erkeklik denen soyut bir kötülük ile de açıklanamaz. Burada daha çok, bu çağa özgü bir muhalif açmaz var ki bu feminizmle de sınırlı değil elbette. Temelinde, kadın erkek vb kimlik kategorilerini aşırı ciddiye alınması, kimlik üzerinden içe kapanma, yaşam tarzı siyaseti, siyaseti etik ve estetiğe indirgeme, gündelik yaşamın aşırı politikleşmesi ve teorikleştirilmesi, dile aşırı yüklenme ve sansürcülük, politik doğruculuk vb var ki bunlar muhalif çevrelerde yaygın eğilimler ne yazık ki. Bir de bunlara sosyal medya linci sorunu ekleniyor. Yaşam, politika ve teori arasındaki fark ve dolayımları es geçen acilci ve öfkeli bir dışavurumculuk… Bu durum vahim bence. Hep birlikte sürüklendiğimiz bu yolun sonunda giderek herkesin herkese nefretinin hâkim olduğu bir çıkmaz sokağa giriyoruz. Kimlik politikası çıkmazından çıkmadıkça bu sorun daha derinleşecek korkarım. Yükselen tehditler karşısında hep daha geniş insan gruplarıyla nasıl yan yana dururuz sorusunu önemsemek gerekiyor”.

[2] Geç fark ettiğim bu tartışmaya dair Facebook’ta yazdığım bir iki yorum ve paylaşım nedeniyle (ya da daha çok, TERF’lerin başı olarak hedef alınan akademisyenin kendisine yönelik sosyal medya lincini eleştirdiği bir fb yorumunu beğenmiş olduğum için) kendini TERF’lerin baş düşmanı olarak gören kişi tarafından ‘fail aklayıcısı’ olarak kodlandım. Cis akademik dayanışma adına (ya da mahalle dayanışması adına) doğru bildiği söylemekten kaçınan etik dışı bir konum almakla itham edildim. Başka bazıları, beni “tarafsız gibi görünüp aslında taraflı olmakla” ya da “aman benim başım ağrımasın”, “aman kimse tartışmasın” diyen eski moda (‘o sıkıcı’ 80’ler kuşağı) biri olarak gördüler.

[3] Ben bu yazıda Türkiye`deki kötü kopyasını değil, tarafların netleştiği Batı’daki tartışmayı ele alacağım. Çünkü bana göre, bizdeki kapışmada trans kadınların iddia ettiği ve çoğu kişiyi ikna etmiş göründüğü üzere bir TERF kamp neyse ki Türkiye’de bulunmuyor(du). TERF olmakla suçlanan kişilerin sosyal medyada yaptıkları bazı yorumların, (çocuklarda uygulanan hormon bloklamaya dair eleştirel görüşler ya da sorular, içsel bir cinsiyet kimliği anlayışına itirazlar, trans kadınların önceki erkek sosyalleşmesine dair yorumlar) Batı’daki tartışma temalarına uysa da bu görüşler bütünlüklü ve ısrarlı bir TERF ideolojik konumdan ifade edilmiş değildi. O nedenle üzerinden analiz yapılacak kadar bir malzeme sunmuyorlar. Aynı nedenle bence o düzeyde bir tepkiyi de hak etmiyorlardı.

[4] Bu konuda bkz. Debbie Hayton, “Women are right to have concerns over trans reforms”, theties.co.uk, 13.09. 2018. Janice Turner, “Trans rapist are a danger in women’s jails”, thetimes.co.uk, 21. 11. 2018

[5] Bu konuda bkz. Sophie Lewis, “How British Feminism Became Anti-Trans”, nytimes.com, 07.02.2019. Jamie Dowad, “Children’s gender identity service in row over damning report”, theguardian.com, 23.02.2019. Meg barer, “A trans review of 2017: The year of transgender moral panic”, theconversation.com, 27.12.2017.

[6] Bu konuda bkz. Sophie Lewis, “SERF ve TERF: Bazı Kötü Maddecilikler üzerine Notlar”, dunyadanceviri.wordpress.com, 08.09.2018

[7] TERF adlandırması etrafında dönen gerilim için bkz. Viv Smythe, “I’m credited with having coined the word “TERF”. Here’s how it happened’, theguardian.com, 28.11. 2018. “TERF”, feministwiki.org, 9,13,2017. Lucy Bannerman, ‘Trans movement has been hijacked by bullies and trolls”, thetimes.co.uk, 01.10.2018. “.

[8] Bu konuda bkz. “The gender wars, academic freedom and education”, bera.ac.uk, 25.01.2019. “Philosophers should not be sanctioned over their positions on sex ad gender”, insidehighered.com, 22.07. 2019. “Taking tras lives seriously”, insidehigheed.com, Mark Lance, 30.07. 2019. Beatrix Campbell, “Censoring Julie Bindel”, theguardian.com, 31.01. 2010.

[9] Colleen Flaherty, “(Another) Shake-up at Hypatia”, insidehighered.co 24.07. 2017.  “Why we take issue with the guardian’s stance on trans rights in the UK?”, theguardian.com., Sam Levin, 02.11. 2018

[10] Sophie Lewis, “SERF ve TERF: Bazı Kötü Maddecilikler üzerine Notlar”, dunyadanceviri.wordpress.com, 08.09.2018.

[11] Elizabeth Hungerdorf, “Sterotipleştici Toplumsal Cinsiyet Kimliği Tanımı”, dunyadanceviri.wordpress.com, 06.08.2018.

[12] Dışlama süreci ilk olarak Michigan Müzik Festivali olayı ile başlamıştı. Michigan Womyn`s Music Festivali, sadece “kadın-doğan-kadınlara” açık olması nedeniyle trans-kadınları dışladı. 1976’da Lisa Vogel tarafından kurulan festival, bir hafta boyu güvenli (erkeksiz) bir ortamda matriyarkal bir ortam yaratmayı amaçlamıştı ve bu gerekçeye dayanarak trans-kadınları dışlamaları yıllar boyu süren bir gerilime neden oldu. Buna tepki olarak aynı yerde 1994 yılından itibaren trans kampı düzenlendi. Birkaç yıl boyunca bu iki festival yan yana yapıldıktan sonra 2010’dan itibaren trans kamptan festivale dönük birtakım tacizler başlamış ve aynı zamanda daha etkili boykotlar da buna eşlik etmişti. Festival yıllardır süregelen bu trans dışlayıcı tutumdan geri adım atmamak için 2015 yılında sonlandirildi. Bkz. Wikipedia, “Michigan Womyn’s music festival” maddesi.

[13] Janice Raymond, The Trasssexual Empire: The Making of the She-Male, Teacher’s College Press, 1979, 1994.

[14] Raymond’un kitabıyla ilgili yazılar için bkz. C. Jacob Hale, “Feminist perspectives on trans issues”, plato.standford.edu, 26.09.2019.

[15] Sheila Jeffreys, Gender Hurts, Routledge, 2014.

[16] Bu kitapla ilgili değerlendirmeler için bkz. C. Jacob Hale, “Feminist Perspectives on Trans Issues”, plato.stanford.edu, 29.09.2019.

[17] Butler’ın Cristan Williams ile yaptığı söyleşi için Bkz. Judith Butler on gender and the trans experience: “One should be free to determine the course of one’s gendered life”, versobooks.com, Authors, 26.05.2015.

[18] Sandy Stone, “The Empire Strikes Back: A PostTranssexual Manifesto”, Transgender Studies Reader, ed. Susan Stryker ve S. Whittle, Routledge, 2006.

[19] Serano, The Whipping Girl: A Transsexual Woman on Sexism and the Scapegoating of Femininity, Seal Press, ikinci baskı, 2016. Serano’nun metinleri ve ilgili yazılar kendi bloğundan okunabilir: juliaserano.blogspot.com

[20] Toplumsal cinsiyet kavramı etrafından dönen tartışma zaman içinde daha da karmaşık bir hal aldı. Bu zengin ve geniş literatürü burada hakkıyla özetlemek mümkün değil ama çok kabaca ben tarihsel gelişimi şöyle okuyorum. 70’lerden itibaren biyolojik cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımı temel kavramsal aygıt oldu. Burada tipik ve zorunlu bir politik strateji gereğince mevcut toplumsal rollerin ve hiyerarşilerin erkek egemenliğini yaratan ve sürdüren her şeyin doğal değil kültürel ve toplumsal olduğu söyleniyordu. Ama iki terim arasındaki ilişki hiçbir zaman netlik kazanmadı ve ilerleyen yıllarda süreklilik arz eden bir teorik ve politik belirsizliğe neden oldu. Çünkü her ne kadar cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki katı bağlantı koparılmış olsa da aslında toplumsal cinsiyet geri planda ikili bir kadın-erkek ayrımına dayalı olarak iş görüyordu. Sonuçta ilk yıllarda toplumsal cinsiyet kavramı, kadınlar ve erkeklerin farklı sosyalleşiyor olduğu vurgusunun ötesine geçemedi. Kadın doğanlar kadın oluyor, erkek doğanlar kültürel işleyiş sonucunda erkek oluyordu. Evet kadınlık ve erkeklik doğuştan gelmiyorsa da toplumsal bir inşa olarak neredeyse ikinci bir doğa gibi kültürel olarak kuruluyorlardı. Sonuçta toplumsal cinsiyet kavrayışı 1970’lerin radikal feminizmi ve ataerkillik kavramı bağlamında anlam kazandı ve ikili cinsiyet mantığına sadık kaldı. Kavramın ilk ortaya çıkışında 1950’li yıllarda interseks bebeklere yapılan cerrahi operasyonların tıbbi kuramsal yönergesini olusturan etkisi olmustu. Bebeklere cinsiyet atamak için ve bu sürecin başarılı sonuçlar vermesini ummak için, cinsiyetin doğuştan gelen değil, sonradan aile ve toplum içinde sosyalleşme ile öğrenilen bir şey olduğunu varsaymak gerekiyordu. Ve böylece toplumsal cinsiyet ilk olarak interseks çocuklara yapılan tıbbi müdahalelerin bir aracı olarak doğdu. Yani onları ikili cinsiyet düzenine sokmak için uygun bir araç olarak. Yine de feministler toplumsal cinsiyet kavramıyla iş görerek geleneksel ataerkil düzene karşı pek çok mücadele verdiler ve kazanımlar elde edildi. Bu cinsiyet- toplumsal cinsiyet ayrımı 90’lardan itibaren LGBT hareket ve queer kuramın gelişimiyle birlikte çok tartışmalı hale geldi. Öncelikle cinsiyet- toplumsal cinsiyet ayrımında ihmal edilen üçüncü öğe olan cinsellik öne çıkmaya başladı ve böylece ikiliden üçlü bir kavram setine vardık. Ayrıca hem biyolojik cinsiyet sorunu kendi içinde interseks bağlamında tartışmaya açıldı, hem de biyoloji ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişki daha derin sorgulandı. Butler, Cinsiyet Belası kitabında, her şeyin toplumsal cinsiyet olduğunu ileri sürdü. Foucault’ya atfen toplumsal cinsiyet, biyoloji, arzu ve roller zorunlu ve tutarlı bir bütünmüş gibi kuran toplumsal pratiklerin adı olarak görüldü. Ve beden, arzu ve kimlikler arasında nasıl çok farklı ve karmaşık bağlantılar kurulduğu vurgulandı.

 

[21] Genel bir değerlendirme için bkz.  C. Jacob Hale, “Feminist perspectives on trans issues”, plato.standford.edu, 26.09. 2019

[22] Bkz. Judith Butler, Undoing Gender, Rotledge, 2004, s. 225

[23] Bkz. “Judith Butler on gender and the trans experience: One should be free to determine the course of one’s gendered life”, versobooks.com, 26. 05. 2015.

[24] A.g.y.

[25] A.g.y

[26]. A.g.y

[27] Radfem konumların belirgin şekilde zayıfladığını görüyoruz. Günümüzde Radfem Respond gibi gruplar gizli gizli toplanmaya devam ediyorlar ancak giderek azınlığa düşmüş durumdalar. Bir Radfem durumu şöyle betimliyor: Günümüzde tipik bir kadın çalışmaları dersinde eğer “kadınların ezilmesinin nedeni üremedir” diyecek olsanız sizi ifşa ederler ve peki ya “erkek olan kadınlar ne olacak” (women who are male) diye sorarlar”. Artık Amerika’da bazı yerlerde kürtaj klinikleri hamile kadınlara “kadın” demekten vazgeçiyorlar (trans erkekleri dışlamamak için). Bkz. Michelle Goldberg, “What is a Woman?”, newyorker.com, 04.08. 2014.

[28] Julia Serano, The Excluded: Making Feminist and Queer Movements More Inclusive, Seal Press, 2013.

[29] A.g.e., s.128

[30] A.g.e., s.130

[31] A.g.e. s. 132

[32] A.g.e., s. 128

[33] A.g.e., s. 300

[34] A.g.e., s.295

[35] A.g.e., s. 297

[36] Örnek olarak Turkiyede`ki son tartismanin ardindan Gazete Duvar`da yayinlanan bazi yorumlara bakilabilir: Yasemin Varlık, `Feminizm ve Kimlik Siyasetinin Bedelleri`, 16.08. 2019, ayrica bkz. Ebru Pektaş, `Sex Belasi: Anti-beden, anti-norm, anti-iktidar`, ileri Haber, 13.08. 2019.

[37] Holly Lawford-Smith, “Kesişimsellik Ne Değildir?”, dünyadanceviri.wordpress.com, 14.02.2019.