Susmamak/Cadılıktan Vazgeçmemek

ViraVerita bundan tam dokuz yıl önce, 25 Kasım 2013’te yolculuğuna başladı.  O zamandan beri her sene 25 Kasım’da,  yayına başlamamızın yıl dönümü vesilesiyle, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne dair farkındalık oluşturmak amacıyla yazarlardan  “toplumsal cinsiyet ve şiddet” konulu bir yazı kaleme almasını rica ediyoruz. Dokuzuncu yılımızda da  Feryal Saygılıgil ve Ezgi Duman değerli çalışmalarıyla bizleri kırmayarak bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Kıymetli katkıları için kendilerine çok teşekkür ediyor, şiddete yönelik farkındalığımızın ve eleştirelliğimizin hayatımızın her alanında canlı kalmasını ve şiddete karşı mücadelenin güçlenmesini temenni ediyoruz.

***

“Mesele mutlu olmaya çalışmaktır” dedi. Ne olursa olsun. Sadece mutlu olmaya çalış. Bunu yapabilirsin. Denersen giderek kolaylaşır. Bunun koşullarla hiç ilgisi yok. Her şeyi olduğu gibi kabullen, o zaman trajedi ortadan kalkar. Ya da hafifler ve sen dünyayla barışarak yoluna gidersin[1].

*Zaven Biberyan’ın Yalnızlar isimli romanında “Kendisine, parasına tabi insanların başında olmak. Ailenin yetişkin fertlerini bile bir bakışıyla muma çevirmek. Çatmaya, bağırmaya, bile gerek kalmadan. Bir hareketiyle titrediklerini görmek”[2] paragrafı geçer. Bu tipik bir Türkiyeli çekirdek aile babasının hayalidir. Anne içinse aile, kocası ve çocukları için hiç durmadan evin içinde didinmek, çalışmak, varlığını onlara armağan etmek anlamını taşır. Mutlu olup olmamasının pek bir önemi yoktur. Bu soruyu kimse ona sormamıştır.  Herkes onun namuslu bir kız olduğunu bilir. “Semtin gururu olan kızlardandı, şimdi adım başı görülen sokak kızlarından değildi… Mutluluk nedir? Ekmek getiren var. Ev bark var. Boy boy çocuklar… Kümesi bekleyen bir koca… Az çok her şeyi yerinde”[3].

Bu yazıyı son dönemde beni çok etkileyen ve umut veren beş metnin kılavuzluğunda hazırladım. Sözü edilenler, Meliha Yıldız, Kaouter Adimi, Mona Chollet, Sevgi Soysal ve Rebecca Solnit’in metinleri.

Kutsal Tecrit[4] isimli anlatıda Meliha Yıldız babasının kendisine 8 yaşından itibaren sekiz yıl boyunca sistematik bir biçimde tecavüz etmesini anlatır.  Yıldız, çocuk yalnızlığını, babasını sevdiği için olana bitene anlam veremeyerek nasıl yıllarca kendisini suçladığını, annesinin duymamayı, bilmemeyi tercih etmesini, kapalı kapılar ardında neler olup bittiğini, aile sırlarını, yalnızca tecavüz değil her türlü şiddetin, ihmal ve olumsuzluğun yaşandığı ailesini ifşa eder kitabında.

Travmayı yazmak kolay değildir. Sarah Kofman’a göre[5] travmayı yazmak bu deneyimi yaşamak denli zordur. Travmayı her anlatma girişiminde dilin yetersizliği bir kez daha açığa çıkar, bir önceki girişimden daha ağır, daha yoğun bir yetersizlik duygusu ruha yayılır. Kutsal Tecrit’i yazma kararı Yıldız’ın kendisiyle hesaplaşma, yüzleşme sürecidir.  Kitap, erkek egemen sistem yapısına meydan okuyan, yaşamını başkalarının ellerine teslim etmeyip bunun için mücadelesinden ödün vermeyen bir kadının öyküsüdür. Oldukça hüzün ve acı dolu olsa da bir o kadar da umut verici çünkü suskunlukları gidermek, kapanmayan yaraları tedavi etmek, acıları sağaltmak için bize çıkış yolunu işaret eder; deneyimlerini, yaşanmışlıklarını aktarır. Ailesinin kapılarını dışarıya açar; mutlu, kutsal aile mitini aşındırır.  

 Aile demişken aile, toplumsal cinsiyet rollerinin öğretildiği, devlet tarafından da üretimin ve yeniden üretimin garantiye alındığı bir yapıdır. Amaç, toplum tarafından “ahlaklı” bulunan, “makbul” vatandaşlar yetiştirmektir. Kadınlar için aile içinde yaşamak kadar dışında kalmak, bekâr kadın olmak, ailelerle bezeli bir sistem içinde zorlu bir yaşama uğraşıdır. Cebimdeki Taşlar[6] isimli kitabında Kaouter Adimi bekâr kadın olmayı anlatır. Yarı otobiyografik sayılabilecek metin, Cezayir-Paris arasında geçse de aslında her şey çok tanıdık, bildiktir. 

            Beni ağırlaştıran cebimdeki taşlar. Kederi ve sıkışan kalpleri anımsatıyorlar[7]

Cezayir’de kadın olmayı, kadınların görünmezliğini Fanon şöyle tarif eder: “Cezayirli erkeğin Cezayirli kadın karşısında tutumu açık ve nettir. Onu görmez. Kadının bedeninin şemailini algılamama, dikkatini vermeme yönünde kalıcı bir eğilim vardır hatta. Dolayısıyla, Cezayir örneğinde –ister tramvayda ister yolda olsun- bir bakışla, fiziksel duruşla, kasların gerilimiyle, karşılaşmalar fenomenolojisi kapsamında alışık olduğumuz rahatsızlık işaretleriyle betimlenebilecek bir cinsel karşılaşmayı tanımlayan hiçbir davranış yoktur”[8]. Kadınlar görünmezdir ve evli kadınlar daha da görünmezdir.      

Cebimdeki Taşlar’da da doğduğu yer olan Cezayir’i bırakarak Paris’te yaşamaya karar veren, yayıncılık sektöründe iyi de bir iş bulan 25 yaşındaki kahramanımızın günümüzün Cezayir’inde ve Paris’te kadın, bekâr kadın olmayı geleneksel yapıda olan ailesinin/annesinin ondan beklentilerini, evlilik baskısını, cinsiyetçi dili, göçmenliği, kendi içinde tartışma; iç dökme; eteğindeki taşları dökme hikâyesidir anlattıkları. Çocukluğundan itibaren maruz kaldığı, bütün kız çocuklarının erkekler tarafından maruz kalabileceği taciz olaylarını anlatarak başlar sözüne. Annesinin Cezayir’den gelen telefonları sık sık metnin akışını keserek okuru gerer. Anne sürekli hesap sorar ve beklentilerini/toplumun ondan beklentilerini sıralar: Geç saatte sokakta olmamak, evlenmek, Paris’ten Cezayir’e bir an önce dönmek.  Kız kardeşi evleniyordur. Onun da elini çabuk tutması gerekir. “Duydun mu? Bir tek sen kaldın!” diye her seferinde azarlar kızını[9].     

Hiç değişmeyen hikâye “iyi kızlar” ve de “diğer kızlar” klişesine de yer verir yazar metninde. “İyi” olmayanların kötü hatıralarını göz önüne getirir: Bitmek bilmeyen iğneli sözler ve bakışlar. Gülüşlerinden ayırt edilir bir “kızlar” kategorisi. “Hahaha” ve “hihihi”. Hangisi hangisi kestirmek zor olmasa gerek. Bir de tabii “diğer” olan ruj sürer, sigara içer, ucuz parfüm sürer…[10]. Ergenlik hiç dönüp bakmak istemediği bir dönemidir kahramanımızın: “İnsanlar ergenliklerini özlemle andıklarında tüylerim diken diken oluyor. Annemin utanç dolu sözleri, okul, aşılar, gece, dökülen ve yerine yenisi çıkmamasından korkulan dişler yüzünden, ikinci bir şans sahibi olmak ve geriye dönmek istemiyorum”[11].  

“Bekâr kadınların tecavüze uğrama olasılığı, evli kadınlarınkinden daha yüksekmiş”[12]. Metinde araya giren cümlelerdendir; kahramanın tedirginliği, erkek şiddeti[13] okura hep hissettirilir. Bekâr olmak, heteronormatif düzen için rahatsız edicidir, tehdittir. Bekâr kadınların bu düzen içinde rahat edip etmediklerini ya da nerelerde rahat ettiklerini Lordoğlu da anlatır kitabında [14]. Sara Ahmed’e göre[15] “rahatlık”, beden ile nesne arasındaki uyumla ilgilidir. Ona göre, heteronormativite, bedenlerin hâlihazırda onların şeklini almış alanlara yayılmasına imkân vererek kamusal rahatlık biçimi olarak işler. Toplumsal alanın yüzeyleri zaten bu tür bedenlerin şeklini almıştır. Örneğin sokaklar bazı bedenler için uygun bazıları içinse hiç uygun değildir. Bekâr ya da yalnız kadın olmak heteronormatif düzen için rahatsız edicidir.  Bu durum aile ve de toplumsal düzene karşı bir tehdit olarak algılanır.

Comte 1838’de “Bütün insan topluluklarında olduğu gibi, kamusal yaşam erkeklere aittir ve kadınların varoluşu yuva için kaçınılmazdır. Bu doğal farklılık silinmekten çok uzaktır”[16] biçiminde düşüncelerini dile getirir. Özel ve kamusal alanın karşıt doğması ve böyle devam etmesi bunu evrenselleştirir. Kamusal alan “kapalı” mekân haline gelir. Bu kapalılık kendi alanına girilebilmesi için sembolik anlamları da beraberinde getirir. Politika yapabilmek ancak erkekliğe özgü değerlerle mümkündür. Kadınlar ise iktidarlarını onlara uygun görülen alanda açığa çıkarırlar: Aile. Eğer erkekler, kadınların politik ve sivil haklardan yararlanmasını reddetmişlerse tabii ki bunun haklı nedenleri mevcuttur; kadınların yaşamlarını adayacakları çok daha önemli bir görevi vardır: Çocukların eğitimi. Kısacası anne vatandaş olmak vatandaş olmamayı telafi eder. 19. yüzyılın kadın hakları savunucuları dahi anneliğin haklarını savunur ve yüceltir. Temsiliyetçi demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, politik gücün geçerliliği açısından özel mülkiyet ve ailedir; bu durum kadınların siyaset sahnesinden dışlanmasını doğurur. Mutlu aile olmanın başka yolu yoktur.

Kısacası, sistem kendini devam ettirmek için aileye ihtiyaç duyar. Bekâr olmak düzen bozuculuk anlamına gelir ama belki de “sözcüklerinin esiri olmuş, yalnızlığının esiri olmuş; evsiz, karmakarışık saçlı bir kadının kendi kendine konuştuğu bir ışıklar şehri var” [17]dır bir yerlerde. İşte o yerler bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi hatırlatan cadıların olduğu yerler olabilir.

15. yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına kadar gerçekleşen cadı avı bugünkü dünyayı biçimlendirdi. Cadı avları kadınlara karşı savaştır ve eğer cadı avları gerçekleşmeseydi, muhtemelen çok farklı toplumlarda yaşıyor olacaktık.  Le Monde Diplomatique yazarlarından Mona Chollet Bugünün Cadıları; Kadınların Yenilmez Gücü[18] isimli kitabında cadılığı sahiplenen, baskılara direnen kadınlardan örnekler vererek “yakamadıkları cadıların torunları” olan tüm kadınları cadı olmaya davet eder. Chollet’ye göre cadılıkla suçlanan kadınlar daha çok bağımsızlığından ödün vermeyen, bekâr kalmayı seçen yani erkek egemen sistemin dışında kalan kadınlardan oluşur. Cadı avlarının yaşandığı dönemde kadınlar üretim ve çalışma dünyasından men edilir, zanaat öğrenimi formelleştirilirken kadınlar meslek örgütlerinden dışlanırlar[19]. Bu da erkeklerin işine gelen bir durumdur şüphesiz.

Baskı ve denetim mekanizmasının en somut gerçekleştiği yer kadın bedenidir. Beden Arapça kökenli bir sözcüktür ve zırh, ya da vucūd yani varoluş/mevcudiyet anlamını taşır. Beden din, yasalar, ahlak kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir. Batı’da yaşanan cadı avları tesadüf değildir. Bu avlar kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetlemek anlamına gelir. Nüfus politikalarının uygulamalarından biridir. Cadı avlarında damgalanan kadın imgesinin karşısına çıkarılan kadın güçsüz, pasif, kontrol edilmesi gerekendir.  Beden üzerinden normal/anormal ya da patolojik, ahlaklı/ahlaksız, namuslu/namussuz, kirli/temiz, engelli/sağlam gibi ikilikler, paralel kategoriler yaratılır. Kadın bedenine sahip olmak bile kişiyi şüpheli kılmaya yetmektedir[20]. Cadılıkla suçlanan kadınların katli dini kitapların uygulatıcılarından olan Engizisyon eliyle başlar. Burada önemli bir bilgi aktarır Chollet, “cadılık iftirasının doğuşu 1454’te matbaanın icadıyla aynı döneme denk gelir –ki matbaanın bu iftiranın yayılmasında önemli bir payı vardır ve 18. yüzyılın sonlarına kadar Kuzeyi ağırlıklı olacak şekilde tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Cadılıkla suçlananların büyük çoğunluğunun kadın olması elbette tesadüf değildir. 

Mona Chollet kitabında cadılık yaftasını sahiplenip edebiyattan, sinemadan, popüler kültürden, feministlerin söylediklerinden ya da onlar hakkında söylenenlere yer verir. Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins kitabı çıktığında (1949), kadınların özgürleşmesinden endişe duyan eleştirmen ve yazar André Rousseau’nun sözleri bunlardan biridir: “(kadına) kendinden ödün vermenin sonucunda sonsuz zenginliklere ulaşabileceğini nasıl anlatabiliriz?”[21].

Kadınların yaşıyla ilgili antipati uyandıran (ya da korkulan) en önemli unsur şüphesiz tecrübe’[22]dir. Sayısız yaşlı kadının odun ateşinde yakılmasının sebebi budur[23]. Tecrübeli, bilge kadından korkulur. Yaşlı kadınlardan tecrübeleri dolayısıyla çekinildiği gibi yaşlanan kadın bedeni de gerçek bir iğrenme hissi uyandırır[24]. Vaazlarda ve pastoral şiirlerde yaşlı kadının şeytan gibi gösterilmesi, 16. yüzyıldaki kadın kıyımına doğrudan sebep olan fiziksel iğrenme kodlarını inşa etmiştir[25]. Bu iğrenme kodları hala geçerliliğini korumaktadır.  Kristeva’ya göre iğrenç olan (abjection), toplumsal ve simgesel düzene uymayan ya da bu düzeni bozan düzenin dışında bırakılması, ahlaksız sayılması, sınırların dışında olması gerekendir. İğrençlik çeşitli yasaklar, gelenekler, sınırlamalar yoluyla sistematik olarak dışarıda bırakılma sürecidir. “Saf olmayan, iğrenç olan” sınıflandırmayı bozar, düzensizlik yaratır. Bu düzensizlik erkek egemen düzene karşı gelendir. Ve de erkeği yani erkek özneyi yaratmak için kadınları öldürürler. Bu katliam, bugün de devam etmektedir.

Çocuk sahibi olmak veya olmamak gibi kararlarını özgürce söyleyen, türlü biçimlerde dillendirilen gençlik, güzellik dayatmalarına karşı saçlarının beyazlamasını olgunluğun ve tecrübenin emaresi olarak gururla izlemeyi seçen kadınları, Chollet bugünün cadıları olarak adlandırır. Toplumun cadıları, ebeleri avlayarak kendini nelerden mahrum ettiğini, gelişime ve aktarıma dair nelere engel koyduğunu bilmek için neyse ki kendi tarihimiz üzerine çalışan “cadılar” var.

Tam da burada kanımca kendisi de bir cadı olan Sevgi Soysal’ın Venüslü Kadınların Serüvenleri[26] isimli radyo oyununu hatırlamak yerinde olur. Oyun, Sevgi Soysal tarafından bizzat yeniden yazılarak sahneye uyarlanır; 4 Kasım 1983’te Erman Okay tarafından Almanya’da Münih’te sergilenir. Venüslü Kadınların Serüvenleri Soysal’ın muzip, kıvrak, eleştirel dilinin özelliklerini taşır. “Venüs’te Sayım” la açılan ilk tabloda toplumsal cinsiyet rolleri sahneye başarıyla yerleştirilir. Sahnenin solunda kadınlar sağında erkekler yer alır. Kadınlar bağdaş kurmuş yün örerler. Erkekler ise güreşirler. Yaşlı Bilge ise yüksek bir yerde oturur. Kutsal geleneklerin temsili olarak kabul edilen fallik simge kaya anıtı ise sahnenin önemli bir yerinde bulunmaktadır. Yaşlı Bilge tarafından sayım yapılacaktır ancak kadınlar sayılmaz. Kadınlar yoktur. Uzun bir atışma sonrasında kadınlar bundan böyle yaptıkları işleri yapmayacaklarını dile getirirler. Çocuk bakıp yemek pişirmeyeceklerdir. Bu tehdit erkeklere boyun eğdirir ve kadınlar kendilerini saydırtır. İkinci tabloda ise bir diğer bilge, Bilge Kadın’la karşılarız. Erkekler yoktur bu sahnede. Bilge Kadın’ın derdi yoksul çocuklar için sosyal haklar derneğinin açılmasıdır. Ancak üye toplayamamaktadır. Kadınlar kocalarından izinsiz karar veremezler. Onların sözünden dışarı çıkamazlar. Kutsal metin de buna izin vermez. Yaşlı bilge konuşur: “Kutsal peygamberimizden sonra kocalarınız gelir. Bundan beş yüz yıl kadar önce kadınlar kocalarının sözünden dışarı çıkmaya kalktılar. Sonra bir kıtlık oldu. Sonra bir salgın oldu. Sonra bir sel oldu. Sonra yangınlar oldu. Sonra tufanlar oldu. Gök gürledi şimşek çaktı. Venüslüler bildiler, kıyamet yakın, Anladılar ki suç kadınların, Kocalarını tanımayanların, kadın olduklarını unutup erkek işine burnunu sokanların…”[27]. Yaşlı Bilge’nin tüm korkutmalarına karşın Bilge Kadın ikna etmeyi başarır kadınları ve dernekte ne kadar aktifleştikleri bilinmese de- çünkü düzen öyle hemen değişmez- kadınlar birer ikişer derneğe kayıtlarını yaptırır. Kocanın ölümü, kadınların ağıtı -ki oldukça manidardır- ve doğum özellikle kız bebek doğduğunda yaşanan suskunluk diğer tabloları oluşturur. Oyunda Bilge Kadın, kadınlara hakları konusunda farkındalık yaratmak, onları “bilinçlendirmek” için oradadır.  Oyunun sonunda ona ihtiyaç kalmadığını görürüz. Kadınlar daha alınacak çok yol olsa da “biraz da” olsa haklarının farkına varmışlardır. Kadınların yok sayılmaktan geldikleri nokta erkeklerin onlara ihtiyaçlarının olduğunu fark etmeleridir. 

Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar isimli kitabında, insanın bir sesinin olması konusunda üç önemli unsur olduğundan söz açar: “İşitilebilirlik, sözüne güvenilirlik ve önem. İşitilebilirlik, sesinizin duyulabildiği anlamına gelir, baskıyla susturulmamış ya da konuşup yazabileceğiniz platformlardan uzak tutulmamışsınızdır… Sözüne güvenirlik, bu tür platformlara girdiğinizde insanların size inanmaya istekli olması anlamına gelir… Önemli bir insan olmak, değerli olmak demektir. Değerliyseniz haklarınız olur, sözleriniz bu haklara hizmet eder ve size tanıklık etme, anlaşmalar yapma, sınırlar koyma gücü verir. Öneminiz varsa, sözleriniz başınıza neler geleceğini ya da gelmeyeceğini tanımlama otoritesi taşır, eşitliğin ve kendi kaderini tayin etme hakkının bir parçası olarak rıza kavramının temelindeki güç budur” [28].

Solnit’e göre, cinsiyete yönelik şiddet, bu işitilebilirlik, sözüne güvenilirlik ve önem yoksunluğuyla mümkün kılınır: “Devasa bir çelişkinin içinde yaşıyoruz: Bu türden bir şiddete karşı olduğunu yaslarla ve kibirli bir özsaygıyla ısrarla belirten toplumumuzda, şiddetin kontrolsüzce devam etmesine izin veren sayısız strateji var (…) her yerde failler kurbanlardan çok daha sık olarak ve daha iyi korunuyor, kurbanlar seslerini çıkardıkları için rutin olarak cezalandırılıyor, aşağılanıyor ve korkutuluyor. Bunun sonucunda suçlar görünmez hale geliyor, kurbanlar da hiçbir önemi olmayan sesi duyulmayan insanlara dönüşüyor.

Solnit, cinsiyete yönelik şiddetin temelinde kadın seslerine aldırış etmemenin olduğunu dile getirir[29]. Başka bir deyişle de sesi çıkan kadınları “cadı” ilan ederek toplumun dışına itmek, tecrit etmek söz konusudur.

Biz susmaya, sakin durmaya, coşkuyu belli etmemeye eğitildik. Özellikle benim yaşımdakiler ve özellikle kadınlar. Aşk dolu, coşkular içinde bir ufacık kadın ama o aynı zamanda dengeli, tutarlı, kurallı olmaya çalışıyor, çoğu kez de başarıyor. İşte size sürekli gerilim ( Gülten Akın, 1994).[30]

Yukarıdaki alıntıda Gülten Akın’ın dile getirdikleri bir saptama. Yaşamış olduklarını idrak etme.

Yazının başında örnek verilen, Kutsal Tecrit anlatısı bir direniş hikâyesi. Kadınların arkadaşlığının önemi, sırların paylaşılması, dayanışma, yetişkin olduktan sonra annesiyle yüzleşme, annesinin boşanıp kızının yanına taşınması, akrabalarını karşısına alabilecek gücü bulmak, babasına dava açmak metinde geçen ve kadınlar için önem taşıyan bir aşama.  Kaouter Adimi de Cebimdeki Taşlar isimli metninde bekâr bir kadın olmaya, ayakta kalmaya nasıl direndiğini yaşadığı travmaları anlatarak, cebindeki taşlardan birer ikişer kurtularak başa çıkmaya çalışıyor; başa çıkıyor da. İlk aşama, yaşadığımızın şiddet olduğu fark etmek. Bunu anlatmaya ya da yazmaya başlamamız ise ikinci aşama[31] ve bu aynı zamanda yaşadığımız şiddetin politik olduğunu da göstermek demek.  

Fark etmekten, sesimizi çıkartmaktan, birbirimizi işitmekten ve güvenmekten, birbirimize değer vermekten, konuşmaktan, mutluluğun başka yollarının da olduğunu keşfetmekten, neşemizden[32] ve cadılıktan hiç vazgeçmeyelim. 


*Görseller Midjourney yapay zeka programıyla Bükem Özçeri ve Ceren Dalgıç tarafından oluşturulmuştur.

[1] Alice Munro, Sevgili Hayat, çev.: Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2014, s.116.

[2] Zaven Biberyan, Yalnızlar, yayına haz.: Rober Koptaş, Aras Yayıncılık, 2000, s.124.

[3] A.g.e., s.121.

[4] Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021.

[5] Parole Suffoquées, éditions Galilée, 1987.

[6] çev.:  Damla Kellecioğlu, DeliDolu Yayınları, 2020.

[7] A.g.e., s.95.

[8] Fanon Kitabı, Haz.: Azzedine Haddour, Çev.: Utku Özmakas, Dipnot Yayınevi, 2017, s. 201.

[9] Cebimdeki Taşlar, s.19.

[10] A.g.e., s.48.

[11] A.g.e., s.97.

[12] A.g.e., s.82.

[13] A.g.e., s.89.

[14] İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak, İletişim Yayınları, 2018.

[15] Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev.: Beyza Sümer Aydaş, Sel Yayıncılık, 2018, s.169.

[16] Discours sur l’ensemble du positivisme, Paris, Jüillet 1848, s.205.

[17] Cebimdeki Taşlar, s.137.

[18] Çev.: Z. Hazal Louze, İletişim Yayınları, 2020.

[19] A.g.e., s.38.

[20] A.g.e., s.21.

[21] A.g.e., s.85.

[22] Assia Djebar da 1987 yılında yayımlanan Gölge Sultan isimli metninde Cezayir’de kadınların yaşlılığını anlatır.  Yaşlılık kadınlar açısından huzurun geldiği dönemdir. Kırkında ya da altmışında hayat başlayabilir. Her şey bu yaşlarda kadının ayağına gelir, konuşulur, emir verilir, kadınlar krallığı hakkında kararı yaşlı kadınlar verir. On yaşında küçük bir kız çocuğuyken kadın ilan edildikleri, kapatıldıkları günden beri yasaklı olan ara sokaklarda dolaşmanın vaktidir, kalabalık evi seyre dalmaktır yaşlılık. Bkz.çev.: Aysel Bora, Kırmızı Kedi Yayınları, 2016.

[23] A.g.e., s.166.

[24] A.g.e., s.170.

[25] A.g.e., s.172.

[26] Yayıma Haz.: İpek Şahbenderoğlu, İletişim Yayınları, 2017.

[27] A.g.e., s.57.

[28] Çev.: Seda Çıngay Mellor, Minotor Kitap, 2021, s.244.

[29] A.g.e., s.245.

[30] Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, Yapı Kredi Yayınları, 2019, s.128.

[31] “Ben Fikriye” isimli anlatıda Fikriye’nin anlatmış oldukları da bu konuda önemli bir örnek kanımca. İki kadının hasbıhal etmesi ise başka bir yazının konusu. Bkz. Feryal Saygılıgil, “Ben Fikriye”, Editörler: Handan Çağlayan-Kaner Atakan Türker, Feminizm Ekoloji Toplumsal Direniş, NotaBene Yayınları, 2022.

[32] Neşenin ne kadar önemli olduğunu bana hep hatırlattıkları için Kadınİşçi dergisinin kadın emeği atölyesine katılan kadınlara ve buna dikkat çektiği için Eylem Çağdaş’a çok teşekkür ederim.