Su

“…bir su damlası bir dünya yaratmaya ve karanlığı bozmaya yeter.”[1]

 

Gerek yaratıcı düşlerde gerek bilimsel gerçeklikte su yeniden yaratır, ayırır ve bağlar; ve bu bağlayıcılık yaşamı başlatır. Anlatımları ve önemi farklı farklı olsa da, su pek çok toplumun söylenlerinde, ritüellerinde canlılığı simgeler.

Yunan mitolojisinde Gaia ve Uranus’un evlatları titan Tethys ve Okeanos’un, ırmakların ve okyanusların ana-babası olduklarına inanılır. Olympos tanrılarından üç kardeş Zeus, Hades ve Poseidon yerkürenin yönetimini paylaşırken, denizlerin yönetimi Poseidon’a düşer. Üç dişli yabasıyla deniz sularını yöneten Poseidon –Roma mitolojisindeki adıyla Neptün– deniz tanrısı olarak anılır.

Yunan mitolojisinde Poseidon’la evliliğinden söz edilen Amphitrite deniz dibi tanrıçasıdır. Ayrıca Amphitrite, nereid adı verilen elli kız kardeşten biridir. Denizde yardıma ihtiyacı olanlara yardım eden nereidler, sualtı ya da deniz dibi perileri olarak anılırlar. Deniz dibi perilerinin yanı sıra yerküre üzerindeki tüm nehirlerin, göllerin, su yataklarının koruyuculuğunu üstlenen su perileri nymphler ve denizkızı sirenler, suları ve denizleri koruma görevinin dışında, denizcileri ve su kenarında dolaşan erkekleri ayartarak erkeğin ölümüne sebep olan tanrısal dişi yaratıklar olarak tasvir edilir. Poseidon ve Amphitrite’ten doğan Triton ise okyanusun karanlığından, bilinmeyenden, gelecekten haber verir.

Sadece Yunan ya da Roma mitolojisi değil elbette, Sümer mitolojisinde suyun ve yaratıcılığın tanrısı Enki, İskandinav mitolojisinde denizler tanrısı Njord, Aztek mitolojisinde Atl ve farklı toplumların söylencelerinde denizlerin ya da suyun koruyucusu olan daha pek çok tanrısal yaratıktan söz edilir.

Suyun, derinlerde yaşamı taşıdığına ve yeniden yarattığına ilişkin inanç pek çok kadim toplum tarafından benimsenmiştir. Söylenceler ve ritüellerde hakim olan bu inancın yanısıra, çağımız bilimi de suyun önemine ve yaşamı başlatan özelliğine dikkat çekmekte:

15 milyar yaşında olduğu tahmin edilen evrende dünyamızın oluşumunun günümüzden 4.5 milyar yıl öncesine uzandığı belirtiliyor. Evrenin oluşum sürecinde galaksilerin, güneş sistemimizin, yerkürenin ve diğer gezegenler ile yıldızların oluşumu, Helyum, Hidrojen, Karbon, Oksijen gibi atomların ve Demir, Çinko, Bakır, Uranyum, Kurşun ve Altın gibi elementlerin bir araya gelmesiyle gerçekleşiyor; ve bu maddelerin tozları birleşerek gökcisimlerini oluşturuyor. Sadece gökcisimlerini de değil, yerküre üzerindeki canlı yaşamı, DNA’larımızı da…

Astrofizikçi Hubert Reeves’e göre, yerkürenin canlılığı yıldızların tozlarından oluşuyor. Hatta genetik kodlarımızı oluşturan kimyasallar gösteriyor ki biz de evreni oluşturan büyük patlamanın tozlarından doğmuşuz; belki de evrenin belleğini benliğimizde taşıyoruz.[2]

Bilim insanlarına göre, canlılığın ortaya çıkışı, özellikle Karbon, Hidrojen, Oksijen, Azot atomları ile atmosferden süzülmüş belirli miktarda güneş ışığına ve sıvı suya bağlı. Canlılık için özellikle güneşten uzaklık, atmosfere bağlı dünya sıcaklığı ve sıvı halde bulunan su çok önemli. Yerküre dışında diğer gezegenlerde de su bulunuyor, fakat buz halinde. Oysa canlılık için önemli olan, sıvı su miktarı. Özellikle okyanuslar gezegendeki tüm yaşam formları bakımından büyük önem taşımakta. Canlılık büyük ölçüde, okyanus dibinde gerçekleşen yerküre hareketleriyle, patlamalarla, çarpışmalarla ortaya çıkan çeşitli gaz ve elementlerin okyanus suyunda çözünmesiyle oluşuyor. Dünyanın oluşumunda rol oynayan gazların güneş ışınlarıyla tepkimeye girmesi sonucunda suda oluşan ilk canlılara, Şafak tanrıçası Eos’a dayanarak eobiontes adı veriliyor. Bugünkü canlı yaşamın şafağı suda beliriyor. Ve biliminsanlarının ortaya koyduğu bu bilgiler, İlyada’da herşeyin kaynağı olarak anlatılan Okeanos’u ya da Thales’in tüm canlılığı suya dayandırmasını anımsatıyor.

Moleküler Biyolog Joel de Rosnay de, hücrelerimizin ilkel okyanustan bir parça taşıdığına dikkat çekiyor. Hücrelerimizin kimyasal bileşimi, içinden çıktığımız okyanusu içimizde sakladığımızı gösteriyor; vücudumuz kökenlerimizin öyküsünü anlatıyor.[3] Genetik kodlarımız ya da hücrelerimizin yanı sıra, yerküredeki canlılığı oluşturan doğal denge de okyanusların rolüyle sürüyor. Son yıllarda yapılan araştırmalar, dünyanın akciğerinin, Amazon ormanlarından ziyade, fitoplankton –fotosentez yapan deniz canlısı– miktarı yüksek olan okyanuslar olduğuna işaret ediyor.

Biliminsanlarına göre, yerkürenin canlılığı bakımından atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun belirli bir dengede olması çok önemli. Bu bakımından okyanuslar doğal dengenin korunmasında büyük önem taşıyor. Bu dengenin korunmasını sağlayan ise fotosentez yapan deniz canlıları ve kara bitkileri. Fitoplankton bakımından zengin olan okyanuslar, fazla karbondioksiti emerek ve deniz dibinde hapsederek bu dengenin korunmasına katkıda bulunuyor. Oysa karbondioksit salınımının, bitkilerin ve okyanusların emme kapasitesinin iki katına ulaştığı günümüzde atmosferde emilmeden kalan karbondioksit, sera etkisinin ortaya çıkmasına ve aşırı ısınmaya sebep oluyor. Karbondioksit seviyesindeki artışın başlıca sebepleri ise fosil yakıt kullanımındaki artış ve fotosentez yapan canlıların azalması.

Dünyanın sonu senaryolarından biri, karbondioksit salınımı azalmadığı takdirde dünyamızın Venüs’e dönüşebileceğine dikkat çekiyor. Yerküreden bakıldığında parıltısıyla en dikkat çeken gökcismi olan Venüs ile dünya arasındaki en önemli fark su. Kütleleri ve kimyasal bileşimleri bakımından dünya ile Venüs arasında pek çok benzerlik bulunmasına rağmen, Venüs canlılığa izin vermeyen bir atmosfere sahip. Canlılığı engelleyen bu önemli fark şuna dayanıyor: Venüs’teki karbon atomları karbondioksit moleküllerinin içinde yer alırken, dünyada karbon atomlarının önemli bir kısmı okyanus dibinde, kireç taşlarında tutulmakta.

Venüs karbonu dengeleyecek ortama sahip olmadığı için atmosferindeki yoğun karbondioksit miktarından dolayı kavrulurken, yerkürede hem karbonun okyanus dibinde hapsedilmesi hem de fitoplanktonun fotosentez yoluyla atmosferdeki karbondioksiti emerek oksijene dönüştürmesi sonucunda, karbondioksit ve oksijen dengesi ve atmosfer sıcaklığı dünyadaki canlı yaşam için uygun ortamı sağlıyor. Bu karşılaştırmadan yola çıkan biliminsanları Dünyanın Venüs’e benzeme ihtimaline karşı uyarıyor. Karbondioksit salınımı azaltılmadığı takdirde doğal dengenin geri dönüşü olmayacak biçimde zarar göreceğine ilişkin işaretler varken bu konuda küresel düzeyde uyulması gereken Kyoto protokolü bile -imzalanmasına rağmen- pek çok ülke tarafından uygulamaya konmamış durumda.

Okyanusların ve denizlerin kirliliğinin önlenmesinden, yeraltı sularının korunmasına ve içme suyu kullanımına ilişkin suyla ilgili her tür konu, sadece insan için değil, diğer tüm canlılar ve doğal yaşam için hem yerel hem küresel ölçekte düşünmeyi gerektiriyor. Dünyanın uzak bir noktasında suyla ya da ekolojik dengenin bozulmasıyla ilgili bir problem, dünyanın bir başka noktasında da etkisini gösteriyor. Doğadaki değişimden kaynaklanan problemler er ya da geç her canlıyı ve her toplumu etkiliyor.

Özellikle dünyada içme suyu olarak kullanılabilecek tatlı su oranının, mevcut su miktarının %2.5’i kadar olması tüm canlı yaşam bakımından kaygı uyandırıyor. Yapılan çalışmalar, biyolojik çeşitliliğin devamlılığı için yeterli olan bu oranın, insanların aşırı tüketimi sonucunda yetersiz kaldığını gösteriyor. Konuyla ilgili çalışmalarda, günümüzde dünya üzerinde yaklaşık 1.2 milyar insanın içme suyundan yoksun olduğu; içecek su bulabilen insanların önemli bir kısmının ise kullanılan suyun sağlıklı olmamasından dolayı suyla bulaşan hastalıklar sonucunda ölüm riski taşıdığı belirtiliyor.

Türkiye’de olduğu gibi başka ülkelerde de genç nüfusu artırmak için bir takım politik söylemler üretilirken, gerek doğal kaynakların bu nüfus artışına nasıl dayanacağı, gerekse artırılmaya çalışılan genç nüfusun ne gibi ekolojik problemlerle yüzleşmek ve mücadele etmek zorunda kalacağı göz ardı ediliyor. Suyla ilgili sıkıntının büyük ölçüde tarım alanındaki bilinçsiz kullanımdan kaynaklandığına dikkat çekilmesine rağmen, suyun tarım-endüstri alanında kötü kullanımına ve genel olarak ekolojik problemlerin ortadan kaldırılmasına ilişkin politik sorumluluk görmezden geliniyor. Tarımdaki bilinçsiz kullanım, nüfus artışı ve kentleşmenin etkisiyle su tüketimindeki artış ve su kaynaklarının kirlenmesine ek olarak, dünyanın pek çok bölgesinde özelleştirmenin yaygınlaşması adaletsizliği had safhaya taşıyor. Bolivya ve Hindistan örnekleri, özelleştirme sürecinin nereye varabileceğiyle ilgili ipuçları veriyor: 2000 yılında Bolivya’da suyun özelleştirilmesi sonucunda suya erişemeyen halkın yağmur suyu biriktirmesinin yasaklanması ya da Hindistan’daki su sahiplerinin(!), satın aldıkları akarsuyu polisle koruyarak halkın kendi yaşam alanındaki suya erişimini engellemesinde görüldüğü gibi…

Bir yandan tatlı suyun kötü kullanımı ve özelleştirilmesi sürerken, diğer yandan pek çok insan, deniz-okyanus sularının içme suyu sıkıntısını gidereceğine inandırılmaya çalışılıyor ve bu şekilde, okyanusların da pazarın bir parçası haline getirilmesinin yolu açılıyor. Tuzlu su arıtma tesislerine her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Okyanus ve denizlerden çekilen suyun arıtılmasıyla iyi kalitede tatlı su elde etmek mümkün olsa da, konuyla ilgili asıl önemli nokta arıtmanın, tüm canlıların ihtiyaçlarını ve doğal dengeyi gözetecek oranda yapılıp yapılmayacağı. Öyle ki, arıtma sürecinde deniz ve okyanus sularının aşırı çekilmesi, denizdeki biyolojik çeşitliliğin ve karbondioksiti emerek oksijen üreten organizmaların azalmasına; dolayısıyla karbondioksitin artmasına ve doğal dengenin bozulmasına yol açabilir. Yapılan araştırmalara göre, karbondioksit artışı okyanus ve denizlerdeki asit oranını artırıyor; sanayi devrimi öncesine göre günümüzde denizlerin asit oranı %30 daha fazla ve artan asit oranı biyolojik çeşitliliği olumsuz yönde etkilerken, okyanusların karbondioksit soğurma kapasitesini de azaltıyor. Biliminsanlarına göre, mevcut arıtma tesislerinin bir diğer olumsuz özelliği de, tuzlu su arıtımının çok daha fazla enerji tüketimine yol açması ve tatlı su arıtımına göre üç kat daha fazla karbondioksiti atmosfere salması. Ayrıca, arıtılan tuz yığınlarının çoğu tesiste denize geri boşaltılmasıyla, denizlerdeki tuz miktarı artışının ne gibi sonuçlar doğuracağı da henüz pek önemsenmiyor.

Suyun özelleştirilmesi ve denizlerden tatlı su elde etme çalışmaları, önümüzdeki yüzyıl içerisinde su eksikliğinin daha fazla hissedileceğine ilişkin kaygı uyandırmakta. Bugün su sıkıntısı çeken ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin de, yaklaşık yirmi yıl içinde su fakiri ülkeler arasına girmesi tahmin ediliyor. HES ve baraj çalışmalarının Türkiye’deki kaynak ve enerji sıkıntılarını çözeceği iddia edilse de, doğanın bilinçsizce talan edilmesi daha büyük sıkıntılara sebep olacak gibi görünüyor.

Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen deniz kültürü zayıf olan; akarsuları, gölleri, su kaynaklarına rağmen su fakiri ülkeler arasına girmesi öngörülen Türkiye’de, denizlere ilişkin tüketici, kirletici kararlar uygulamaya konmaya devam ediyor. Son olarak, yeni petrol yasası, petrol bölgelerini kara ve deniz olmak üzere ikiye ayırıyor. Karada ve denizde petrol aramaya ve çıkarmaya izin veren bu kararda, petrol sahibi şirketin, doğaya ve çevreye zarar vermeyecek(?) tesis ve ekipmanı kurmakla yükümlü olduğu; ve petrol işlemi sona eren hak sahibinin, araziyi eski haline getirmekle(!) yükümlü olduğu belirtiliyor. Belli ki, gerek fosil yakıt tüketimin yol açtığı ekolojik problemler gerekse sürdürülebilir olmayan kaynaklar için toprağın ve denizlerin tahrip edilmesi hâlâ pek çok ülke yönetimi tarafından önemsenmiyor.

Günümüz dünyası kȃr tutkusuyla doğal kaynakların tüketimini ve adaletsiz dağıtımını sürdürürken, doğa, başta su problemi olmak üzere, giderek artan sinyallerle uyarı veriyor. Özellikle, hem derinliklerde gerçekleşen yanardağ patlamaları ile canlı yaşamın kaynağını oluşturan, karbondioksit miktarını dengeleyerek uygun atmosfer ortamını sağlayan okyanuslar, hem de içme suyu olarak kullanılan tatlı su ve yeraltı kaynaklarının canlı yaşam için önemi düşünüldüğünde, karşı karşıya kaldığımız ekolojik problemler insanın doğadaki ayak izi üzerine düşünmeye çağırıyor. Doğadaki tüm canlıların yeterli ve güvenli biçimde doğal kaynaklara ulaşabileceği, doğal dengenin insan haricindeki canlılar için de adalet biçiminde tezahür edebileceği bir dünya için mücadele etmek gerekiyor; suyun yaşama kattığı devinimi düşünerek, bir su damlasının bir dünya yaratmaya ve karanlığı bozmaya yeteceğini düşleyerek…


[1] Gaston Bachelard, Su ve Düşler, Çev. Olcay Kunal, YKY, 2006, s.17.

[2] H. Reeves, J. Rosnay, Y. Coppens, D. Simonnet, Dünyanın En Güzel Öyküsü, Çev. İsmet Birkan, Telos Yayınları, 1996, s.27.

[3] H. Reeves, J. Rosnay, Y. Coppens, D. Simonnet, Dünyanın En Güzel Öyküsü, Çev. İsmet Birkan, Telos Yayınları, 1996, s.108.