Muhafazakarlığın “aile” üzerinden normal olanı tanımlayışının ve farklılıkların dışlanışının belki de hiç olmadığı kadar alenileştiği; bununla paralel olarak ne aile içi şiddetin ne de ötekilere yönelik saldırıların bitmediği ve “normal dışı” olan entelektüelin bu muhafazakarlık karşısında şaşırmakla yetindiği toplumumuzda François Ozon’un 1998 yapımı kara-filmi Sitcom’u hatırlamak çok farklı bir kültürden gelse de “normalliğin şiddeti”nin çekirdeğini görmeye yarayabilir. Sitcom için sadece bir kara-film (film-noir) nitelemesi yapmak yetmez; çünkü Sitcom, kullandığı yabancılaştırıcı ve güldürücü öğeleriyle, aynı zamanda tipik bir kara-mizah (humor-noir) örneği… “Situation Comedy”nin kısaltılmışı olan Sitcom, aslında televizyonlarda akşam üzerleri gösterilen, yarım saat kadar süren, genelde sabit bir kamerayla çekilen aile komedilerine verilen ad… Filme bu adın verilmesi de, uzun metrajlı bu filmde aynı tekniklerin ve yaklaşımların kullanılmasından kaynaklanıyor olsa gerek.
Film, kırmızı kadife bir tiyatro perdesiyle açılıyor. Açılır açılmaz bir bahçe kapısı açılarak içeri bir araba giriyor ve arabadan inen bir adam eve giriyor. Sabit bir ev görüntüsünde “İyi ki doğdun Baba… İyi ki doğdun tatlım…” tarzı kutlama seslerini dinliyoruz sadece. Ardından aynı sabit görüntüde şaşkınlık belirten cümleler ve silah sesleri… Vasat zekalı bir seyirci olarak anlıyoruz ki, doğum günü kutlanan Baba, kutlamacıların tümünü öldürüyor. ” ‘Mizah’i bir açılış…” diyebiliyorum kendi kendime “mizah”ı tırnak içine alarak…
Sinema klişelerine uygun olarak, bu sahneden aylar öncesi aynı ev gösteriliyor ve bu eve biz seyirciler, hizmetçilik işi arayan İspanyol Maria ile birlikte giriyoruz. Maria’yı “evin hanımı” Anne karşılıyor. Anne, Nicolas (Oğul) ve Sophia (Kız) adlı gençlerin annesi ve Baba’nın karısı… (Filmde sadece Anne’nin ve Baba’nın isimleri yok, onları Anne ve Baba olarak izliyoruz.) Anne, Hizmetçi’ye evi tanıtıp yapacağı işleri söyledikten sonra, onu akşam yemeğine davet ediyor. Akşam yemeği öncesi Baba, bir iş gezisinden dönüyor ve hediye olarak kafeste bir beyaz fare getiriyor. Çocuklar ve Kız’ın sevgilisi David (yani “yeniliğe açık” gençler), bu minik beyaz farenin eve gelişine pek seviniyor. Fakat “statükocu, muhafazakar” Anne, fare fobisi yüzünden Baba’yı azarlıyor ve “İğrenç!.. Bu ne biçim hediye?!.” diye çıkışıyor. “Entelektüel” Baba’nın kişiliği, orada ortaya çıkıyor: Hissedilir bir sakinlikle kuş gibi, kedi gibi; bir farenin de pekâlâ beslenebileceğini söylüyor. Yani “Fareyi, üstelik beyaz bir fareyi öteki ilan etmenin bir alemi yok… Ya da tabucu yaklaşma, üstelik evcilleştirilmiş (beyaz) ve denetim altına alınmış (kafeste) bir tabuyken bu…” mu demek istiyor acaba?
Her neyse, akşam oluyor, Hizmetçi Maria, sevgilisi Siyahi (yani Hispanik hizmetçi gibi bir başka “öteki”) Abdu ile birlikte eve geliyor ve sofrada bir kişi eksik: Oğul Nicolas. O, odasında içe kapanık bir şekilde gitar çalarken gözü, kafesteki beyaz farenin kırmızı gözüne takılıyor. Kafese yaklaşırken yönetmen, daha sonra birkaç kez daha yapacağı gibi, Oğul’un yaklaşmasını farenin gözünden ya da kafesin içinden seyrettiriyor bize; üstelik, sanki kafesten de değil de arada kimin içerde kimin dışarda olduğunun ayırt edilmediği, tüm perdeyi kaplayan parmaklıklar arasından yapıyor bu işi (yönetmen, bu tekniğiyle kutlanmalı). Oğul, beyaz fareyi kafesinden çıkarıp büyük bir sevgiyle okşamaya başlıyor. O sırada onu sofraya çağırmak üzere odasına giren Anne, durumu görüp tiksintili bir azarlamayla elini yıkamadan sofraya gelmemesini söylüyor. Çocuk duygusuz bir şekilde fareyi kafese koyup lavaboya gidiyor, musluğu açıyor ama elini yıkamıyor; suyu sadece dört parmağının arasından geçiriyor. Paranoyak bir soru soralım: Dört parmak, acaba dört üyeli ailesini mi simgeliyor ve Oğul, böyle yaparak ailesine sessizce “sizi ve kendimi temizlemeye ya da normalleştirmeye katkım olmayacak” mı demek istiyor? Nitekim sofrada hiç yemek yemeyen Oğul, birden bire kalkıp eşcinsel olduğunu açıklıyor. En keskin tepki tabii ki Anne’den geliyor. Diğerlerinde hafif bir şaşkınlık; Baba’da o bile yok.
Odaya çıkan Oğul’un ardından bir tartışma başlıyor. Baba, sofradakilere entelektüel bilgiler veriyor, Eski Yunan’dan beri eşcinselliğin insanlığın bir mirası olduğundan filan dem vuruyor. Hizmetçinin sevgilisi Beden Eğitimi öğretmeni Abdu’nun pedagojik donanımı olduğu gerekçesiyle ona, Oğul’un odasına gidip biraz “rehabilitasyon” yapması isteniyor (“Öteki olmayanın ötekileşmesinin bir başka öteki tarafından engellenmesi umudu!”). Abdu, fazla itiraz etmeden odaya çıkıyor. Oğul ile konuşurken kafesteki fareye parmağını uzatıyor ve fare bu parmağı ısırıyor! Aynı şey filmin tek siyah karakteri Abdu’nun başına bir kez daha geliyor. Ama fare, sadece onu ısırıyor. Neden dersiniz? Siyah-beyaz kontrastı mı bu? Her neyse, Abdu, bunu çok önemsemiyor ve birkaç manevradan sonra Oğul’la öpüşmeye başlıyor. Zekamızın vasatıyla Abdu’nun da biseksüel olduğunu anlıyoruz. Abdu’nun gecikmesini merak eden Anne, oğlunun odasına çıktığında Abdu, bir yandan üstünü başını toplayarak ona Nicolas’yı rahatsız etmemesini, çünkü onun huzurlu bir uykuya daldığını söylüyor!
Hizmetçi ile Abdu gittikten sonra herkes odasına çekiliyor. Sıra “evin kızı” Sophia’da: Sevgilisinin banyodan çıkmasını beklerken o da fareyle kardeşinin benzeri, hatta daha mastürbasyonvari bir muhabbet yaşıyor. Duştan çıkan sevgilisi, bu görüntüye pek anlam vermese de tepki göstermeden onu yatağa davet ediyor. Gelgelelim, Sophia sevgilisinin sevişme isteğini kaba bir şekilde reddediyor. Ardından, gecenin ilerleyen saatlerinde kasık arasında bir sancıyla uyanıyor ve büyülenmiş gibi, kendini pencereden aşağı atıyor. Öte yanda, yatağında gazete okuyan kocasının ilgisizliğinden ateşli bir gece yaşama umutları sönen Anne, kulak tıkaçlarını takıp uyuyor. Baba da bu sıra ışığı engelleyen-yani “körleştiren” kumaş gözlüklerini takarak aynı işi yapıyor. (Anne’nin duymak, Baba’nın da görmek istemediği şeyler mi var, dersiniz; yoksa film, birinin sağır diğerinin kör olduğunu mu anlatmak istiyor?) Geceyarısı, su içmek üzere uyanan anne kızının yerde hareketsiz duran bedenini görüp çığlığı basıyor.
Aradan yine aylar geçmiş ve Anne, bir psiko-terapistle birlikte… Kızının kurtulduğunu ama sakat kaldığını, oğlunun ise o geceden sonra dışa-dönük birisine dönüştüğünden söz ediyor. Eve döndüğünde tekerlekli sandalyedeki kızıyla Hizmetçi’nin “vur patlasın, çal oynasın!” yaptığını görüyor. Hizmetçi, aradan geçen bu birkaç ayda epey değişmiştir: Ailenin bir üyesi gibi rahattır ve açılıp saçılmıştır; Sophia’yla ilgilenme bahanesiyle asıl işlerini de yapmamaktadır.
“Evin kızı” Sophia’nın sevgilisi ise, onun sakatlığına rağmen, hâlâ ona âşıktır. Fakat Sophia, sakatlıktan doğan cinsel sorunları sado-mazoşizmle çözmeye çalışmakta ve bunu sevgilisi üzerinde denemektedir. Sevgilisi, bu seanslardan birinin sonrasında kaderine ağlar bir şekilde kanlar içindeki vücudunu temizlemek üzere odadan çıkıp banyoya yöneldiğinde, o gün Oğul’un grup seksi için gazete ilanıyla topladığı kişilerle yaptığı âlemi seyretmek için anahtar deliğinden bakan Hizmetçi’yi “suçüstü” yakalar ve bir cinsel ilişki denemesine girişir. Bu girişim Kız’ın paloroid makineyle durumu resimlemesiyle son bulur. Kız, sevgilisine türlü hakaretler yağdırır ve sonra bu resmi Abdu’ya yollar. Bu, Abdu’yu işinden eder; çünkü Abdu, bu resmi bir küçük öğrencisine gösterdiği için taciz suçlamasıyla işinden kovulur!
Bunu Hizmetçi Maria’dan duyan Anne, eşcinsellikle ilgili yeni bir şok yaşar. Hizmetçi ise, onu sakinleştirmek için kendi halasında lezbiyenlik olduğunu ve kendisinin de bu tip eğilimleri olduğunu söyler! Anne ne yapacağını bilemez bir halde kocasına açılır. Kocası her zamanki sakinliğiyle ve devamlı yaptığı gibi, atasözleriyle (“kolektif bilinç-altı!”) cevap verir karısına… Kocasının bu yaklaşımları Anne’ce, hoşgörü ya da farklı/öteki’yle yaşam olarak değil de ilgisizlik ve umursamazlık olarak algılanır ve kadın, kocasının o beyaz fareden farksız olduğunu söyleyerek yataktan kalkar. Salonda bulunan kafesteki fareye gözü ilişir. Yine kırmızı göz, yine kafesten bakış… Ve Anne, kendini zorlaya zorlaya kafesi açıp fareyi eline alır; tiksintisinin ve fobisinin kırıldığını görür (pardon, bunu kadının öz-sınırlarının yıkılması olarak algılayabilir miyiz acaba?) ve farenin boynunda gezinmesine izin verirken haz içinde, kendinden geçmiş bir halde “dialog, şefkat, aşk!” diye söylenmeye başlar. Bununla da yetinmez; oğlunun odasına girer, onu uyarır ve cinsel ilişkiye girer. Psikoterapistine bunu, önce bir düş olarak anlatır ve onun “çok dert etmeyin; sadece bir düşmüş…” demesinin ardından olayın rüya olmadığını söyler. Kendisinin orgazm olmadığı bu ilişkide Anne, amacının oğlunu “tedavi edip normalleştirmek (normale anormallikle kavuşma umudu!)” olduğu inancındadır.
Bundan sonra Sophia ile erkek kardeşini çırılçıplak banyo yaparken görürüz. Kız, annesinin bu girişimini duyup babasıyla da kendisinin böyle bir deneme yapmayı aklına koyar. Banyo çıkışı Baba’nın yanına gelerek konuyu Anne ile Oğul arasındaki olay hakkında ne düşündüğünü sorarak açar. Baba, yine her zamanki sakinliğiyle ensestin modern toplumların krizini çözecek bir çözüm olmadığını söyler, o kadar! Kız, bu kez babasının kendisini bir kadın olarak güzel bulup bulmadığını sorar. Aldığı cevap olumsuzdur. Yani Baba, tüm sakinliği ve hoşgörüsüyle vazedilen normale uyan konumundan memnun görünüp bunun dışındaki arayışlara girmemekte; fakat bunları da dogmatik bir tepkiyle karşılamamaktadır. Ki bu, filmin finalini çözümlemekte bize gerekli olacak gibidir. Nitekim daha sonra izlediğimiz Oğul-Baba diyalogunda Baba’nın tavrının bilinçliliği ortaya çıkmaktadır: Nicolas, babasına, onun istediği gibi bir oğul olmadığına ve bu nedenle onun tarafından sevilmediğine dair kuşkusunu dile getirir. Babası ise, tersine, onu çok sevdiğini ve yaşam biçiminin bunu etkilemediğini söyler. Fakat bu diyalog sırasında bir şeye daha dikkat edilebilir; o da, feminen giysiler alıp bunu gösteren Oğul’a karşı Baba’nın bir tersinleme yaparak verdiği “erkek ya da kadın olmak, kıyafetten kaynaklanmaz” tarzındaki karşılıktır.
Bütün bu olup bitenlerden sonra, Anne, klasik misyonunu inatla sürdürerek aileyi kurtarma toplantısı yapar. Bu toplantıda şehir dışında bir tatili önerir. Baba dışında herkes bu öneriyi kabul eder. Baba evde kalır; diğerleri ise bir yüzme havuzunun serin ve berrak maviliğine kendilerini bırakarak kenetlenir ve aralarındaki şefkat ilişkisini yeniden kurarlar. Baba ise, evde, yarı-çıplak bir vaziyette beyaz fareyle oynamaya başlamıştır. Bu sahne birden kesilir ve filmin başındaki doğum günü sahnesi bu kez, evin içinden seyrettirilir bize. Baba, filmin başında herkesin tahmin ettiği gibi Anne’yi, Oğul’u, Kız’ı, Kız’ın sevgilisini, Hizmetçi’yi, Abdu’yu öldürür (sırasına dikkat etmedim!). Son kurşunu kendine sıkmak ister, fakat şarjör boşalmıştır. Beyaz bir mutfak önlüğü giyer ve ölüleri hizaya sokar. Beyaz fareyi de aralarına koyar. Karşılarındaki koltuğa oturur ve şarjörünü doldurduğu tabancasını intihar etmek üzere ağzına sokar. Ateş etmek üzereyken telefon çalar… Ve adam uyanır! Bizler de, filmin başlangıç sahnesinin aslında klişe bir anlatı olmadığını anlarız (tuzak!). Telefonda ise karısı vardır. Nasıl mutlu bir biçimde kaynaştıklarını anlatır. Onu özlediklerini ve her şeyin nedeninin beyaz fare olduğunu anladıklarını; bu nedenle geldiklerinde onun beyaz fareyi ortadan kaldırmış olması gerektiğini söyler. Baba, sarhoş gibi ayağa kalkar, fareyi mikro dalga fırında pişirir ve bir kadeh şarapla birlikte sakince yer.
Anne ve çocuklar eve geldiğinde Baba’yı ortada göremezler. Anne yatak odalarına çıkar ve onun uyuduğunu görür. Uyandırmak için eğildiğinde dev ve kapkara bir fare kendisine saldırır. Çığlığı duyan Oğul ve o sırada eve gelen Kız’ın sevgilisi David yukarı koşarlar. Kız da bu arada sürünerek eline bir bıçak geçirir ve odaya gelip bu dev fareye bıçağı kerelerce saplayıp onu öldürür. Annenin yüzünde korkunç bir huzur, kurtulduklarını ifade eder. Filmin son sahnesi ise, bir mezarda geçer. Baba’nın mezarı başında herkes sevgili çifti olarak yer alır: Kız, artık koltuk değneğiyle yürüyebilmekte ve David’le pek mutlu görünmektedir. Elele olan Abdu ile Nicolas da ve yine aynı samimiyetteki Anne ile Hizmetçi de mutluluk ve sükûnet içindedir. Hepsi mezara beylik anma sözleri yazdırmıştır. Filmin başındaki “iyi ki doğdun”un alternatifi “iyi ki öldün!..” gibidir bu sözler… Ve bu sözlerin arasında bir beyaz fare dolaşırken film biter. Başlangıçtaki perde ise kapanmaz.
Filmin en temel simgesi beyaz faredir ve senarist ile yönetmen bunu, filmin başından beri gözümüze sokar. Fare’nin, insanlığın yılan gibi lanetlediği ve dışladığı bir hayvan; bir öteki ya da tabuyu simgelediği ortada. Fakat yukarıda vurguladığım gibi, bu fare beyaz ve kafeste. İşte bu noktada eşcinsellik, ensest gibi tabulara dokunma izni veren bir sistemi anlatıyor film; yeter ki sisteme entegre sağlasın. Yani Oğul gibi, eşcinselliği, onu maniple edilmiş orta-sınıf bir kadın gibi indirimleri takip eden, giysi satın alan bir unsura dönüştürsün…Ya da Anne, tedavi gibi “bilimsel ve ahlakî” amaçlı olduktan sonra, pekâlâ ensest bir deney yapabilsin. (Sahi, beyaz fare, bir deney kobayıydı, değil mi?) Kız’ın sado-mazoşizmi de iktidarı yeniden yeniden üreten bir şey olduğu için rahatsız edici bir yan yok. Tümü bu beyaz fareyi benimseyecek elbette! Zaten birer “öteki” olan Maria ve Abdu’nun da başka “ötekilikler” sergilemesi hiç de şaşırtıcı değil…
Filmden benim anladığım ise, Baba’nın diğer karakterlerden çok daha önemli bir simge olarak kullanılmış olduğuydu. Baba, “normal” görüntüsüyle ve ikide bir aktardığı atasözleriyle, bir yandan sistemi; diğer yandan ise aile üyelerinin tabulara dokunmalarını analiz eden ve bunun sonuçlarını açıklayan bir entelektüeli simgeliyordu. Sistem simgesinin daha zayıflığı, Baba’nın tüm farklılıkları kabülünden kaynaklanmaktadır. Oysa Anne, tipik bir sistem bekçisidir: Tabulardan oluşan sistemi kurtarmak için tabuları çiğnemeyi göze alan bir bekçi. Baba, sistemin istediği kalıba uygun görünmektedir ama tabulara karşı yaklaşımıyla, bunun konformist bir uyum olmadığı anlaşılmaktadır. Belki, bazı pratikleri görmemek için göz bandı takmaktadır ama sadece uyurken… Onun ötesinde, kızının sakatlığıyla ilgili dahi çözüm arayışında, makaleler bulup okumaktadır. Ayrıca bu “normalliği” ile övünmemekte, ötekilerle birlikte sakince yaşayabilmektedir. Babanın bu konumu, anormal olmak için anormalliği seçmiş diğerleri katilleştirecek kadar çıldırtmaktadır. Çünkü Baba’ya baktıkça, bir yandan kendilerini Baba’nın gözünden ötekileştirmekte ve bunun kompleksini yaşamaktadır; diğer yandan ise, Baba’nın umursamazlığı nedeniyle marjinalliklerinin tadını yaşayamamaktadırlar. Nitekim, Baba, onları dışlamamakta fakat onların “beyaz” ve “kafeste” olduklarının farkındadır.
Öte yandan, Baba’nın simgelediği entelektüel, bu tabuyu kitleye anlatmakla yetinmediğinde ve bizatihi kendi onunla oynamaya kalktığında ve -fareyi yemesinden hareketle- onu içselleştirdiğinde, asıl “bela” o zaman başlayacaktır. Çünkü o zaman, o tiksinilen, dışlanan fare, artık beyaz ve kafeste masum bir fare olmayıp dev, siyah ve saldırgan bir canavara dönüşecektir. Bunun cezası, malumunuz, ölümdür. Karl Popper’dan esinlenerek bir aforizma yapalım: “Tüm kuğuların beyaz olduğuna” inanılmasından çıkar sağlayanlar, beyaz olmayan tüm kuğuların ölmesini ister. Tabuları kitlelere tanıtıp onların bu tabuları evcil bir şekilde kırması (aykırı kuğuları beyaza boyaması) işlevi taşıyan zararsız entelektüel, “haddini bilmeyerek” bu tabu-kırımını içselleştirip hayata geçirdiğinde sistemce imha edilecektir ve çoğu zaman olduğu gibi, beyaz fareler aracılığıyla. Beyaz farenin mezarın üstünde cirit atması, boşuna değildir.
Film, bir Fransız filmi olduğuna göre senaristin ve yönetmenin Michel Foucault’dan haberdar olmama olasılığı çok az. Fakat Foucault, bu filmi seyretseydi ve bu arada kendi düşünsel ve işlevsel hayatını gözden geçirebilseydi, acaba, kendini bıçaklanarak öldürülmüş hisseder miydi? Yoksa mezarın üstünde cirit mi atardı?
Filmi yaratanlar, bunu amaçlıyor muydu bilmem, ama, benim asıl sorum şu oldu kendime: Muhalif olmak, anormal olmaktan mı geçer; yoksa sistemin evcilleştiremeyip yok etmeye kalktığı yer midir muhaliflik? Film, işte bende yarattığı bu sorusuyla yine benzer temalar işleyen Amerikan Güzeli’nden de, Buz Fırtınası’ndan da ayrılmaktadır. Çünkü sorun, aile içi yaşanılan bunalımlarla değil; sistemin en küçük birimi ailenin bunalımlara nasıl yuva olduğuyla ilgilidir. Filmi kara-mizah yaptıran da bu finaldir. Yani, ailenin dağılmasına üzülmeyiz; öldürülen entelektüele acırız sadece ve geride kalan tablonun komikliği bu acıma duygumuzu bile sahteleştirir. Fakat sonradan, gülmekten vazgeçip de düşünmeye başladığımızda beyaz ve kafeste bir fare olup olmama ikilemiyle baş başa bırakılırız…