Şehrazat, Homo Sacer ve İstanbul Sözleşmesi

ViraVerita bundan tam altı yıl önce, 25 Kasım 2013’te yolculuğuna başladı.  O zamandan beri her sene 25 Kasım’da,  yayına başlamamızın yıl dönümü vesilesiyle, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne dair farkındalık oluşturmak amacıyla bir yazardan “toplumsal cinsiyet ve şiddet” hakkında bir yazı kaleme almasını rica ediyoruz. Altıncı yılımızda da “hukuk ve toplumsal cinsiyet” ile ilgili değerli çalışmalarıyla her zaman duyarlılığını gösteren Eylem Ümit Atılgan bizleri kırmayarak bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Kıymetli katkısı için kendisine çok teşekkür ediyor, şiddete yönelik farkındalığımızın ve eleştirelliğimizin hayatımızın her alanında canlı kalmasını ve şiddete karşı mücadelenin güçlenmesini temenni ediyoruz.

                                                                

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             Hukukun hiçbir durumda katlanamayacağı şey,

y a s a d ı ş ı bir şiddetin varlığıdır.[1]

Ülke gündeminde bugünlerde, uluslararası bir hukuk metnine karşı yürütülen muhalefet kampanyası dikkat çekiyor. Uluslararası hukuk belgeleri, ilkeleri hatırlatan çerçeve metinlerdir. Kış lastiği ya da oto cam filmi uygulamaları gibi günlük hayatın işleyişine ilişkin somut düzenlemelere karşı harekete geçen kamuoyundan farklı bir motivasyon olsa gerek buradaki. Hakikaten, tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan bir sözleşmeye karşı oluşan bu muhalefeti nasıl okumalıyız? İstanbul’da imzalandığı için kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan bu belge de diğer insan hakları belgeleri gibi temel hakları korumak için devletlerin yükümlülüklerinin altını çizen, şiddetin kapsayıcı tanımını yapan ve şiddetle mücadelenin yollarını hatırlatan bir hukuk metni. Kadına yönelik şiddet ve eviçi şiddetle etkin mücadele için devleti görevlendiren, bağlayıcılığı olan bir üst düzenlemeden nasıl bir rahatsızlık hasıl olur ki? İstanbul Sözleşmesinin salt lafzına bakılarak anlaşılamayacak bir rahatsızlık bu zannımca. İstanbul sözleşmesine yönelik muhalefeti kadın cinayetleri ve hukuk kültüründeki cezasızlık nedenleriyle birlikte düşünmek gerekiyor. Anıt sayacın ya da erkeklik indiriminin bize anlattıklarına kulak vermeden önce bin bir gece, masal anlatarak kadın katliamından kurtulan Şehrazat üzerine düşünelim. Zira Şehrazat’la öldürülmesi suç dahi sayılmayan homo sacer-çıplak hayat olarak kadın arasında fark var ve bu fark, toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti meşrulaştıran erkeklik indirimi yasası ile İstanbul Sözleşmesi arasındaki farkı anlamayı kolaylaştıracak. O zaman sormak lazım:

Şehrazat Neden Öldürülmedi?

Masal bu ya, Şah Şehriyar, her gecenin şafağında bir kadının kafasını vurdurur. Şahın adamları her gece yeni bir kadın getirir efendilerine. Şehriyar’a sunulan kadınlar öleceklerini bilir, tüm şehir o kadınların sabaha çıkmayacağını bilir. Bir süre sonra Şehriyar’ın kadın nefretine kurban verilen kadınlar, şehrin gerçeği haline gelir. Şehriyar’ın kadın kıyımı, meşruluğunu genel ahlakın ve erkekliğin kodlarından alır. Şehriyar çok aşık olduğu kadın tarafından aldatılmış ya da aldatıldığını düşünen bir erkektir. Bu nedenle “haklı kızgınlığı”na kadınları kurban etmesi halkı tarafından haklı bulunur.  Sadece kendi halkı mı? “Haklı kızgınlık” denebilecek bir durumda kendini kontrol etmemenin erdem olduğunu söyleyen Aristoteles dahi Şehriyar’a hak verirdi; çünkü Aristoteles’e göre haklı nedenle, haklı zamanda ve haklı ölçülerde kızan birinin verdiği tepki de denkleştirici adalet gereği değerlendirilmeli, aynı koşullarda olmayıp aynı fiili işleyenden farklı tutulmalıdır.[1] Buradaki “haklı”lığı ölçmek için başvurulan asıl kıstas “şerefli bir erkek”tir. Yani her “şerefli erkek” neye, nasıl, ne kadar zaman içinde tepki veriyorsa “haklı” sayılacaktır. Şehriyar “şerefli erkek”tir ve kadın ihanetine karşı “haklı kızgınlığı”yla her sabah bir kadını ölüme gönderir. Ta ki Şehrazat ortaya çıkana kadar. Şehrazat da Şehriyar’a sunulur ama gecenin sonunda Şehrazat diğer kadınların aksine hayattadır.

Sahi, Şehrazat neden öldürülmedi? Babaannem torunlarına anlatırken Şehrazat’ın öldürülen kadınlardan farkını akıllıca yaptığı plana ve tatlı dilli oluşuna bağlardı. Şehrazat, hayatta kalan kadın, Şehriyar’ı dize getiren makbul kadın. Şerefli erkeğin haklı kızgınlığını sönümlendiren, kadın nefretini iyileştiren Şehrazat üç de oğlan çocuğu doğurur, biz çıkalım kerevetine. Meğer masalı “kadın bilgeliği” üzerine oturtan sadece babaannem değilmiş. Fatima Mernissi, cinsiyetler arası savaşa dönüşen bu kıyımı bitiren Şehrazat’ın İslam dünyasında politik kahraman gibi görüldüğünü yazar. Özellikle aşağıdaki satırları, babaannemin kız torunlarına öğütlerini hatırlayarak okudum.

“Sizi öldürmeye niyetli bir katile öyküler anlatarak kararını değiştirmek olağanüstü bir başarı. Başarılı olmak için Şehrazat’ ın çok önemli üç konuda usta olması gerekiyor: çok geniş bir bilgi birikimini kontrol edebilme, katilin zihninden geçenleri olduğu gibi okuyabilme yeteneği ve soğukkanlılıkla hareket etmeye kararlı olma.” (Mernissi, 2001: 37)

Babaannem torunlarına anlatırken “siz de okuyun kızım” diyerek bitirirdi masalı. Çocuk aklımla meselenin artık tahsil hayatı değil ölüm kalım savaşı olduğunu anlardım. Masalda olan masalda kalmıyor. Borges, “Binbir Gece Masalları bitmiş değil, bin bir gecenin sonsuz zamanı kendi yolunda ilerliyor” derken haklı. (1985: 46) Şehrazat’ın hikayesi ataerkil toplumda kadının hayatta kalma rehberidir. Şehrazat hayatta kalır; çünkü çok akıllı bir strateji uzmanıdır. Stratejisi ataerkil pazarlıktır. Kandiyoti’nin cinsiyet rejiminin rızaen kabulünü açıklamak için kullandığı, ataerkil pazarlık bir bakıma hayatta kalma stratejisidir. Farklı kültürlerde ataerkilliğin farklı biçimleri kadınlara oyunun kurallarını farklı dayatsa da ataerkil pazarlıklar birtakım karşılıklı beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır (Kandiyoti, 1988:274; 2007:15-16). Ataerkil aile kurumu içinde kadından beklenen sevgi, şefkat, sadakat, bakım ve özen yükümlülüklerini yerine getirmesidir. Özel alanda ataerkil pazarlık özellikle toplumsal cinsiyet rollerinin kurallarına göre işler.[2] Aslında Şehrazat’ın hayatta kalmasını sağlayan hasletleri, kadının “fıtratına” atfedilen yumuşak başlılık, itaatkârlık, diğerkâmlık, fedakârlık vs. adına “kadın bilgeliği” denen her şeyi içerir. “Kadın bilgeliği” sayesinde öldürülebilir kadınlar kategorisinin dışındadır Şehrazat. Hayatta kalmayı hak eden makbul kadındır. Tam bu noktada “kadın bilgeliği” olarak adlandırılan beklentiler kümesinin eril tahakkümle ilişkisini kuran Bourdieu’ya kulak verelim:

“Kadınları, varlığı (esse), algılanan-varlık (percipi) olan sembolik nesneler halinde teşekkül eden eril tahakküm, onları daimi bir bedensel güvensizlik, hatta sembolik bağımlılık halinde tutmak gibi bir etkiye sahiptir: her şeyden önce başkalarının bakışı tarafından varedilir ve o bakış için varolurlar, yani sıcak, çekici ve müsait nesneler olarak. Onlardan “kadınsı” olmaları beklenir, yani güleryüzlü, sempatik, dikkatli, itaatkâr, ağırbaşlı, ölçülü, hatta geri planda kalan. “Dişilik” olarak isimlendirilen, gerçek ya da hayali eril beklentilere bir tür boyun eğmeden başka bir şey değildir çoklukla, özellikle de ego’nun büyütülmesi konusunda. Sonuç olarak, başkalarının (ve sadece erkeklerin de değil) bakışına yönelik bağımlılık ilişkisi, varoluşlarının yapıtaşı haline gelmeye başlar (2014: 87).

Kısacası “kadın bilge”liği kadından beklenen itaatin çerçevesini çizer. Ataerkil toplumda hayatta kalabilmek için, değerli hissedebilmek için Şehrazat gibi bu itaatin bilgisine sahip olmak, kullanmak gerekir. Ataerkiyle pazarlık bu koşullar altında hayatta kalmayı vaad  (garanti değil) eder. Ataerki, erkeğin sözünü dinleyen makbul kadınlar ister. Söz dinlemeyerek, erkeği haksız yere tahrik ettiğini tespit eden mahkeme kararları böyle isyankarları lanetler. Egemen’in[3] sözünü dinlemeyen karısını öldürdüğü için yargılandığı mahkemede verdiği ifadesinde haksız tahrik indirimi talep ederken isyankar kadının mahkeme tarafından lanetlenmesini istemesi gibi:

Evlenince, benim sorumluluğum altında olduğunu ve sözümü dinlemesi gerektiğini söyledim. Ama hiç sözümü dinlemedi. (…) Önce boğmaya çalıştım sonra bıçağı alarak birçok kez bıçakladım. Onu o halde bırakıp dışarı çıktım. Yorgana sardım üç gün o şekilde bekledi. Sonra abimi aradım anlattım pişmanım dedim.” İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, 09.11.2015 tarihli celse tutanağından, 2015/339

Egemen, karısına yönelik sözünü dinlemesi uyarısı ve beklentisinin mahkeme nezdinde haklı bulunacağına dair, güçlü bir ön kabule sahip. Evlenince kadının, erkeğin sorumluluğu altına girdiği ve erkeğin sözünü dinlemesi gerektiği hakkında o kadar emin ki insan öldürme suçundan yargılandığı davada, savunmasını bu düşünce üzerine kuruyor. Sanık sandalyesindeki erkekler, mahkemenin ataerkil pazarlık masasını dağıtan isyankâr kadınlardan değil de kendilerinden yana olacağından neredeyse emin. Taradığım 1978’den 2015’e kadar haksız tahrik indirimini tartışan yüzlerce yüksek yargı ve birinci derece mahkemesi kararında ve dava dosyalarında gördüğüm kadarıyla erkekler bu konuda haksız değil.[4] Mahkemeler genellikle itaat etmeyen kadının şiddeti hak ettiğini düşünüyor. İtaatsizleri cezalandıran, erkeklik indirimini kapıyor.[5] İtaatsizliğin nerede başlayıp bittiğini kestirmek güç. Örneğin kapıda bekletmek de itaatsizlik:

“Sanığın olay tarihinde saat 23.00 sıralarında evine geldiğini, 30-40 dakika kadar zili çalmasına rağmen katılan eşinin kapıyı açmadığını, kapı kilitli olduğundan kendi anahtarı ile de kapıyı açamadığını, bilahare kapı açılmayınca ev sahibinden tornavida isteyip kapıyı açmak üzere iken katılanın içeriden kapıyı açtığını, kapıda bekletilmesinden dolayı eylemini gerçekleştirdiğini savunması karşısında, her ne kadar katılan uyuyakaldığı için zil sesini duymadığını beyan etmiş ise de, sanık ile katılanın arasındaki geçimsizlik nedeniyle katılanın isteyerek sanığı kapıda bekletme ihtimalinin bulunduğu, bu nedenle sanık lehine yorumla sanık hakkında haksız tahrik indirimi yapılmasında bir isabetsizlik bulunmadığından” 3 CD. 01.10.2013, 2012/28544 , 2013/33263

Kadının uyuyakaldım, duymadım beyanına rağmen kocasıyla arasındaki geçimsizlik nedeniyle kocasını kapıda bekletmiş olabileceğine karar veriyor Yargıtay. “Kapıda bekletme itaatsizliği”ni mahkeme, kadını yaralayan kocanın daha az ceza almasını sağlayan bir haksız tahrik olarak değerlendiriyor. Fiili “birini kapıda bekletmek” olarak belirlediğimizde tam olarak neye (hukuka aykırı olmadığı kesin) aykırı olduğu için tahrike sebep olabileceğini kestirmek güç. Oysa “karının kocasına kapıyı açmayıp, kapıda bekletmesi” olarak adlandırınca fiil itaat-tahakküm ilişkisinin bağlamına oturuyor. İncelediğim haksız tahrik indirimi kararlarında itaatsiz kadınlar her zaman haksızdırlar ve haksızlıkları erkeği tahrik eder. Zorla kendilerini öldürtürler. Dava dosyasındaki itaatsiz kadınlar bazen sadece ataerkil pazarlığın sınırlarını değiştirip itaat zincirini genişletmek istiyorlar: beyaz tayt giymek, kırmızı telefon kullanmak, evinde sigara içmek, kocasına sormadan terlik satın almak, alış veriş merkezinde yabancı bir erkeğe saati sormak, otobüs firmasında hostes olarak çalışıp para kazanmak, canı istediği zaman sevişebilmek, kocasının kendini dövdükten sonra getirdiği portakal suyunu içmeyi reddedebilmek [6]  istiyorlar. Yani bir yandan bedenleri ve hayatlarına sahip olmak istiyorlar ama bunu, ataerkil pazarlığı bozmadan, esneterek yapabilmenin yolunu arıyorlar. Mahkemelerse bu eylemleriyle kadınların kendilerini öldüren erkekleri haksız yere tahrik ettiğine karar veriyor. Kısacası isyankar itaatsizleri öldüren erkeklere “erkeklik indirimi” uygulanıyor.

Kadınların boşanmak istemesi ise ataerkil pazarlık masasını dağıtmak anlamına geldiği için erkeği haksız yere tahrik eden eylemlerin başında geliyor:

“Dosya içeriğine ve mevcut delillere göre; sanık ile mağdurun karı koca oldukları, mağdurun bir süre önce evden ayrılıp gittiği, olay günü evde bulunan sanığa “boşanalım” dediği, bunun üzerine sanığın mağdura “boşanıp da istediğin gibi at mı koşturacaksın demesi ile mağdurun “Boşandıktan sonra istediğim gibi at da koştururum, eşşek de koştururum” şeklindeki kavga esnasında fevren söylenebilecek sözlerin haksız fiil olarak nitelendirileceği gözetilmeden sanık lehine haksız tahrik hükmünün uygulanması…”

1. CD, 19.02.2015,        2014/1917,  2015/834.

Keyfince istediği gibi davranmak anlamına gelen istediği gibi at koşturmanın bu konuşmada özgürlükle ilgisi olsa gerek. Denetimden çıkmayı, kontrolsüzlüğü mü ima ediyor acaba? Boşanacaksan da erkeği tahrik etmeden boşan yoksa öldürülmeyi biraz da sen hak etmiş olursun mesajı, nerede nasıl konuşacağını bilen kadınlarla öyle olmayanları ayırt ediyor.  Oysa Şehrazat öyle mi? O nerede susması gerektiğini bilen kadındır:

“Bütün öykülerin sonunda yer alan o nakaratı hatırlayın:

Sabah Şehrazat’ ı yakaladı (ve adraka Şehrazad as sabah)

Ve Şehrazat sessizliğe daldı (fasakatat ‘ani l’kelami l’mübah)”Mernissi: 45,46.)

İtaatsiz, isyankâr kadınları öldüren erkeklerin o kadar da suçlu olmadığı yani çok az cezayı hak ettiği kabulü üzerine kurulu bir haksız tahrik indiriminden söz ediyoruz. Bazı kadınlar öldürülmeyi hak ediyor diyen kültürün o kadınları lanetlemesi aslında bu indirimler. Pınar Ecevitoğlu ve Nevin Yıldız, Agamben’in kullandığı anlamıyla homo sacer’i namus saikiyle kadın öldürmüşleri, cinayet işlemiş sayılmaksızın öldürme olgusuna dahil eden siyasal-ontolojik bir anlam çerçevesi olarak kurarlar. (Ecevitoğlu, 2012; Yıldız Tahincioğlu,2011) Ben bu siyasal-ontolojik çerçevenin sadece namus saikiyle öldürülen kadınlarla sınırlı olmadığını düşünüyorum. Cezasızlık kültürüne dönüşmüş bir erkeklik indirimi uygulamasıyla artık itaatsiz-lanetli kadınların hepsi, siyasal iktidarın öldürülmesine izin verdiği homo sacer’dir ve hayatları insan haklarının güvencesinden soyunmuş çıplak hayatı temsil eder.

Agamben’in tanımında homo sacer, bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu kişiyi öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz. Murdar, impure denir ona (Agamben, 2001: 98). Ceza gerektirmez cinayet yani hukuk sisteminin cezasız bıraktığı cinayettir. İtaatsiz-isyankâr kadınların cinayetindeki gibi! Homo sacer karşısında herkesin egemen kesildiği kişidir. Eşi, babası, sevgilisi, eski eşi, diye saymaya başladığımız listedeki erk sahiplerinin itaatsiz kadınlar karşısında egemen kesilmesi gibi! Sacer esto gerçekte bir lanetlemedir ve bu lanetin taşıyıcısı olan homo sacer toplumdan dışlanmış, yasaklı ve tehlikeli bir kişidir, der Agamben (2001: 106). Bu yüzden kadınları Şehrazatlar ve homo sacer– lanetliler olarak ayırmak önemlidir.

Homo Sacer  ve Şehrazatları Yasalın İçinde Kalan Şiddetle Ayıklamak

Haksız tahrik indirimi ve diğer cezasızlık yasaları, impune occidi’yi yani ceza gerektirmeden öldürülmeyi ayırt etmek içindir. Öldürülen kadın Homo sacer ise, öldürme eyleminin ceza gerektirmezliği yasayla kontrol altına alınmaktadır çünkü çıplak hayat (halk) ve siyasal varoluş (Halk)  arasındaki ayrımı yapmak mühimdir. Yani makbul kadınla (Şehrazat) ve ataerkil pazarlığı dağıtan isyancı kadını (lanetli kadın) ayırt etmek gerekir. Nazi Almanyasında Yahudilerin öldürülmesini, Agamben homo sacer– çıplak hayatın bulunmaz temsilcileri olan halk ile “HALK”ın ayrılmasının bir örneği olarak anlatır. Artık varlığına tahammül edilemeyen halkın kökü kazınarak arındırılmak istenen, ulaşılmak istenen öteki halktır (2001:233).

  Agamben’in homo sacer ve çıplak hayat kavramlaştırmasından yola çıkınca görünür kılınan soykırımla kadın cinayetleri arasındaki bu bağ, feminist hukukçuların cinsiyetlendirilmiş şiddet suçunu ceza kanunlarına sokma mücadelesiyle örtüşmekte.

Latince femicidio, İngilizce femicide olarak kavramlaşan bu mahsus suç türü için Türkçe’de cinskıyım, cinskırım, terimlerinin önerilmesi bu bağlama oturmakta. 90’larda evlilik içi kötü muamele, tecavüz ve öldürmeyle tehdit gibi kadına yönelik şiddeti incelediği çalışmasında Diana Russell’ın, kadının kadın olması nedeniyle öldürülmesi şeklindeki tanımlamasıyla femicide-kadın cinayeti,  bir toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet türü olarak literatüre girer (1990:286–87). Femicide-kadın cinayeti kavramında vurgulanan sistematik şiddet unsuru ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisinde en dezavantajlıların en çok bu şiddetin mağduru oluşu ilerleyen yıllarda feminicide– kadın katliamı kavramını gündeme getirdi. Feminicide-kadın katliamı,  toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel eşitsizliklerden kaynaklanan sistematik bir şiddeti tanımlamak için kullanılmakta. Feminicide-kadın katliamı suçunun tanımında devletin rolü, sorumluluğu önemli bir unsurdur. Bu suç, cinsiyetlendirilmiş öldürmenin politik bir suç olarak cezalandırılmasını içerir. Kadın katliamının çerçevesini kadın cinayetlerinin etkin soruşturulmaması, cezasızlık ve ceza indirimleri, verilerin devlet tarafından eksik ya da hiç toplanmaması gibi hukuk sistemi ve siyasal iktidarın alanına giren unsurlar çizmekte (Caputi, Russell, 1990: 34-37; Russell, 2008: 27-33; Widyono, 2008: 8-22; Fregoso, Bejarano, Lagarde y de los Ríos, 2010). Bir diğer ifadeyle kadın katliamı olgusunu gördüğümüz ülkelerde kadınları yasaya uygun şekilde öldürmenin diğer adı cezasızlık ve erkeklik indirimi.

Bu noktada erkeklik indirimiyle ulaşılmak isteneni yeniden vurgulamakta fayda var: Ataerkil pazarlığı bozduğu/reddettiği için çıplak hayat olarak öldürülmeyi hak eden kadınlardan arındırılmış biyosiyasal bir beden yani öldürülmeyecek olan Şehrazatlardan, makbul kadınlardan müteşekkil bir toplumsal. Bunu yasa aracılığıyla yapabilmek mümkündür. Erkeklere öldürme hakkı tanıyan yasalar ve cezasızlık politikası bunun için vardır. Ama İstanbul sözleşmesi gelince bu durum değişti ve cinsiyetlendirilmiş şiddeti muhafaza eden yasaların durumu zora girdi.

İstanbul Sözleşmesi Aile Yapımıza Nasıl Darbe Yapar?

Aslında “aile yapısına düşman yasa” söylemi Türkiye’de 6284 sayılı yasaya “erkeğe git köprü altında yat deme yasası” adını veren hakimlerle su yüzüne çıkmıştı.  Bu adlandırma, 6284 sayılı yasanın ilk yıllarında bazı hakimlerin şiddet faili erkeğe yasadaki önleyici tedbirlerden biri olan müşterek konuttan veya bulunduğu yerden derhâl uzaklaştırılması ve müşterek konutun korunan kişiye tahsis edilmesi tedbirini verirken ikna olmamalarıyla ilgiliydi. 2014 yılında İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle Sözleşme de bu söylemin hedefi oldu. Sözleşmeye yönelik tepkilerde şiddetin eşitsizlikten kaynaklandığı vurgusunun yarattığı rahatsızlık ön plana çıkmakta.

Sözleşmenin girişinde ilkesel çerçeve çizilirken toplumsal cinsiyet eşitliğine şöyle yer veriliyor:

“kadınlarla erkekler arasında de jure ve de facto eşitliğin gerçekleştirilmesinin kadına karşı şiddetin önlenmesinde temel bir unsur olduğunun bilincinde olarak;

Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak;

Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak”

Toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkanların söylemlerinde din referansından çok ulusalcı reflekslerin dolayısıyla batı karşıtlığının önplana çıktığı konusundaki tespitine katıldığım Özkazanç, Türkiye’deki muhalefetin Avrupa’daki sağ popülist kanadın yürüttüğü tartışmalardan oldukça etkilenmiş olduğu gözlemini aktarıyor. [7] Toplumsal cinsiyet eşitliğinin erkekleri mağdur eden, aileyi çökerten bir proje olduğu iddiası tüm dünyada türeyen anti-feminist hareketle ortak bir yerden konuşuyor: Eşitlik aile için iyi değildir.

Sözleşmenin ortalığa saldığı eşitlik korkusu kadar kapsayıcılığının da  rahatsızlık yarattığını düşünüyorum çünkü Sözleşme, öldürülebilir kadın- Homo Sacer ve makbul kadın- Şehrazat arasındaki ayrımı görünmez kılan bir çerçeveye sahip. Sözleşmeye göre bazı kadınları, belli koşullarda öldürmeyi suç olmaktan çıkaran az ceza öngören istisna halleri hukuka dahil değildir, dahil de edilemez. Sözleşme’nin tanımlar maddesinde kadına yönelik şiddetin ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik acı ve ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayalı her türlü eylem veya bu eylemlerle tehdit etme anlamına geldiği; bir insan hakları ihlali olduğu ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olduğu düzenlenmiş.

Yasa tarafından düzenlenen, böylece denetim altında sürdürülebilirliği sağlanmış bir şiddet türü, cinsiyete dayanan şiddet. Bu şiddeti icra edegelmiş erkekleri hayal kırıklığına uğratan asıl noktanın, erkek denetimine bırakılmış özel alanın hak ve adalet değerleriyle düzenlenen kamusal alandan farkını bu uluslararası hukuk belgelerinin silmesi olduğunu düşünüyorum. [8] Rasyonel aklın, adalet ve eşitlik gibi ilkelerin alanı olan kamusal alanla bakım, özen ve duyguların alanı özel alan  dikotonomisinin altında yatan, kadınların öznelliğinin inkarı yoluyla “erkek özne” için görece istikrarlı nesnelerin yaratılmasıdır. (Yıldız Tahincioğlu: 41). Türkiye’de bir grubun savaş açtığı CEDAW, 6284, İstanbul Sözleşmesi gibi hukuk metinleri, özel alan kamusal alan ayrımını feminist perspektifle  silerek eviçindeki şiddeti hukukun müdahalesine açmakta. Mackinnon özel alanda erkeklerin karışılmama hakları olduğunu söyler. Kamusal ile özel olan arasındaki eril iktidarı gizleyen ideolojik bir bölünmedir ve bu bölünme özel alanı eril ellere bırakarak, kimsenin müdahale etmesine fırsat vermeden, kadınların üzerinde tahakküm kurulmasını politik bir mesele olmaktan çıkarır (Mackinnon, 2003: 224).

Sözleşme’nin amacı, madde 1/1’de kapsamlı bir şekilde yer alıyor: “Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirme yolu da dahil olmak üzere kadınlarla erkekler arasında eşitliği sağlamak; ev içi şiddetin tüm mağdurlarının ve kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması için, politika ve önlemler geliştirmek; uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi için kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır.” Burada da sözleşme hukukun koruduğu değerler ve ilkelere referansla kadına yönelik şiddetle mücadele öngörüyor. Şiddetin bu kadar yetkin bir tanımını yapan, etkili bir mücadele planı ve mekanizması öngören bir metne karşı çıkılıyor olması şiddetin muhafazası yönünde bir niyeti akla getiriyor. Walter Benjamin’in dediği gibi “şiddetin her türlüsü bir araç olarak ya yasa kurar ya da yasayı korur. Yasa kurmak da iktidar kurmaktır” (2010: 29, 36). Sözleşmeye karşı yürütülen muhalafetin kadına yönelik şiddetle mücadele ve aileyi korumak hedeflerini karşı karşıya getirmesi, şiddetin iktidar kuran/koruyan bağlamıyla birlikte düşünüldüğünde anlam kazanmakta. Bu yüzden adına “aileyi yıkan sözleşme” diyorlar bu sözleşmeden Türkiye’nin çekilmesi gerektiğini düşünenler ve  “Aile Yıkan Yasalar Kalksın, CEDAW, İstanbul Sözleşmesi, 6284 ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İptal Olsun”  imza Kampanyası Çağrısı” yapıyorlar.[9]  Bu hukuk metinlerinin ön gördüğü hukuk düzeninin, isyankar itaatsizlerin homo sacer olarak ceza gerektirmez öldürülebilirliğini ortadan kaldırdığı açık. Bu ayrımın kalkması sözleşmeye karşı olanlar için bildikleri ailenin sonu.

Eviçi şiddet faili erkeklerle feminist yaklaşımla gerçekleştirilmiş bir rehabilitasyon programında çalışan Cankurtaran, erkeklerin 6284 sayılı yasayla ilgili yaşadıkları hayal kırıklığını ve şaşkınlığını anlatıyor. Artık eşlerine şiddet uyguladıklarında ceza alacaklarını öğrenen erkeklerin endişesinin, şiddet olmadan ailenin nasıl devam edeceği konusunda olması manidar. Böylece programa devam eden erkekler, ataerkil ideolojinin hakim olduğu toplumlarda ailenin şiddet üreten bir kurum olduğunu hayretler içinde tartışırken buluyorlar kendilerini (Cankurtaran, 2019: 197).

Bilinen ailenin sonunu getirenin eşitlik ve şiddetin istisnasız cezalandırılması olduğunu anlayanlar bu durumu savaş, terör, darbe girişimiyle karşılaştırıp daha büyük bir belayla karşı karşıya olduklarını söylüyorlar. [10]  En çok, “hukukun ailenin yatak odasına kadar, iç işlerine karışıp kocaları tecavüzcü ilan etmesini, aile anlaşmazlıklarının kamu davasına dönüşmesinin aileyi parçaladığını” söyleyenler endişeli.[11] Eviçi şiddetin ve tahakkümün görünmez, ayırt edilemez kılınmasının ataerkil ailenin devamlılığını sağladığını bildikleri için bu kadar endişeli olsalar gerek. Balibar “kadınların ev içi köleliğini” aşırı şiddete örnek verirken “kökleşmiş tahakküm biçimlerinin sonsuz tekrarında da aşırı şiddet vardır, en son sınırda, bunlar görünmez ya da şiddet olarak ayırt edilemez: çünkü toplumun ve kültürün temelleriyle (…) bağlantılıdır” der (2014: 364). Her geçen gün daha fazla kadın “aşırı şiddetin” görünmezliğini ya da ayırt edilmezliğini yitirdiği noktayı aşarak homo sacer olduğu gerçeğiyle yüzleşmekte. Ceza gerektirmeyen öldürülebilirliğe rağmen her geçen gün daha fazla kadın “eğer benim özgürlüğüm senin ailenin temellerini sarsıyorsa sen aileni benim esaretim üzerine kurmuşsun demektir” diyerek ataerkil pazarlık masasından kalkıyor. Belki de Sözleşme karşıtlarını, Sözleşmeye atılan imzadan çok bu farkındalıktır rahatsız eden.

* Eylem Ümit Atılgan, Yakın Doğu-Girne Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

KAYNAKÇA

ACAR SAVRAN G. (2009) Beden Emek Tarihi-Diyalektik Bir Feminizm İçin, İstanbul.

AGAMBEN, G. (2001) Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İstanbul.

AGAMBEN, G. (2006) İstisna Hali, çeviren: Kemal Atakay, İstanbul.

ATILGAN, E. Ü. (2015) Türkiye’deki İç Hukuk Kültürü Üzerine Sosyo-Hukuki Bir Araştırma, Haksız Tahrik Kararlarında Eril Tahakküm Kodları, Ankara.

ATILGAN, E. Ü. (2019) “Erkeklerin Öldürme Hakkı: Erkeklik İndirimi,” Toplum ve Bilim,  Eril Tahakküm, Erkek Edebiyatı, Hegemonya içinde, S. 145.

BALIBAR, E. (2014) Şiddet ve Medenilik Wellek Library Konferansları ve Diğer Siyaset Felsefesi Denemeler”, çev. Sevgi Tamgüç, İstanbul.

BENHABIB, Ş. (1999) Modernizm, Evrensellik ve Birey: Çağdaş Ahlak Felsefesine Katkılar, çev., Mehmet Küçük, İstanbul.

BENJAMIN, W. (2010) Şiddetin Eleştirisi Üzerine, çev. Ece G. Çelebi, İstanbul.

BORA, A. (2004) “Kamusal Alan Sahiden Kamusal Mı?”, Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, İstanbul.

BORGES, J. L. (1985) Seven Nights, çev.Eliot Weinberger.

BOURDIEU P. (2014)  Eril Tahakküm, çev., Bediz Yıldız, İstanbul.

CANKURTARAN, Ö. (2019) Şiddet Faili Erkeklerle Feminist Bir Çalışma Denemesi Üzerine Notlar: “Kadın Dediğin Kadınlığını, Erkek Dediğin Erkekliğini Bilecek”, Toplum ve Bilim,  Eril Tahakküm, Erkek Edebiyatı, Hegemonya içinde, S. 145.

CAPUTI, J. RUSSEL, D.E.H. (1990) Femicide: Speaking the Unspeakable, Ms.: The World of Women, 1(2).

DILIPAK, A. İnsan Öldükten Sonra, Yeni Akit, 23 Kasım 2019 https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/insanlik-oldukt…

ECEVİTOĞLU, P. (2012) Namus Töre ve İktidar Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu, Ankara.

FREGOSO, R. L., BEJARANO, C., LAGARDE, R. (2010) Terorizing Women: Feminicide in Americas, USA.

HORDER, J. (1992) Provocation and Responsibility, Oxford.

KÖKER, E. (2004) “Saklı Konuşmalar”, Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, İstanbul.

KANDİYOTI, D. (1988) “Bargaining with Patriarchy”, Gender & Society, 1988, V. 2, N. 3.

KANDIYOTI,D.(2007) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler, İstanbul.

MACKINNON, C.A. (2003) Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev. Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, İstanbul.

MARAŞLI, S. https://www.youtube.com/watch?v=lQ82-qfHceM Erişim 23 Kasım 2019.

MERNISSI, F. (2001) Haremden Kaçan Şehrazat, çev. Zehra Savan, İstanbul,.

ÖZKAZANÇ, Alev, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karşıtlığının Dinamikleri

https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/206353-toplumsal-cinsiyet-esitligi-karsitliginin-dinamikleri, 12 Mart 2019.

RUSSEL, D. E. H. (1990) “Femicide: The Murder of Wives”, Rape in Marriage içinde, Bloomington.

RUSSELL, D. E. H. (2008) “Femicide: Politicizing the Killing of Females”, Strengthening Understanding of Femicide içinde, Washington.

WIDYONO, M. (2008) “Conceptualizing Femicide”, Strengthening Understanding of Femicide  içinde; Washington.

YILDIZ TAHİNCİOĞLU, A.N. (2011) Namusun Halleri Utanç-Şeref/Vicdan-Temiz Ahlâk, İstanbul.

Aileyi Yıkan Sözleşmeye karşı imza kampanyaları Aile yıkan yasalar kalksın #ÖnceAile https://www.change.org/p/tbmmresmi-tcbestepe-aile-yıkan-yasalar-kalksın-önceaile

https://www.dipdalga.com/aile-yikan-istanbul-sozlesmesi-iptal-edilsin/

http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/;http://sosyalistfeministkolektif.org/feminist-gundem/kadin-cinayetleri-/23-haksiz-tahrik-indirimi-ornekleri;  http://www.haberturk.com/gundem/ haber/944621-erkeklik-indirimi-yapmayin; http://otekihaber.net/karisini-bogarak-olduren- adama-erkeklik-indirimi/ http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/328956/Tek_adi_var___Erkeklik__indirimi.html

 


[1] Horder, modern ceza hukukundaki haksız tahrikin kuramsal temellerinde Aristoteles’in denkleştirici adalet ve özellikle düzeltici ceza anlayışı tarafından korunan şerefin yattığı konusunda ikna edicidir. Aldatılma, zehirlenme gibi fiillerin erken dönem modern ceza kanunlarında haksız tahrik sebepleri olarak sayılmasını “şerefli erkek” ölçeği bağlamında değerlendirir. Jeremy Horder, Provocation and Responsibility, Oxford, 1992, s. 43-50. Horder’in argümanlarını ve haksız tahrik müessesesinin tarihçesini “Türkiye’deki İç Hukuk Kültürü Üzerine Sosyo-Hukuki Bir Araştırma” başlıklı kitabımda ayrıntılı inceledim. Bu yazıdaki haksız tahrik indirimi, namı diğer erkeklik indirimi ve kadın cinayetlerinde cezasızlık üzerine kuramsal referanslar ve yargı kararları büyük ölçüde bu kitapta çizilen kuramsal çerçeveden alınmıştır. Eylem Ümit Atılgan, Türkiye’deki İç Hukuk Kültürü Üzerine Sosyo-Hukuki Bir Araştırma, Haksız Tahrik Kararlarında Eril Tahakküm Kodları, Ankara, 2015.

[2] Burada kurduğum argüman özel/kamusal alan ayrımına yöneltilen feminist eleştirilere dayanıyor. Özel/kamusal alan ayrımının cinsiyetli tarihsel çerçevesini Şeyla Benhabib ayrıntılı bir şekilde çizer. Şeyla Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey: Çağdaş Ahlak Felsefesine Katkılar, çev., Mehmet Küçük, İstanbul, 1999. Özel alanın cinsiyetlendirilmiş yapısına ilişkin Türkçe’de de batıdaki gibi yetkin bir feminist tartışma yürütüldü: Aksu Bora, “Kamusal Alan Sahiden Kamusal Mı?”, Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, İstanbul, 2004; Eser Köker, “Saklı Konuşmalar”, Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, İstanbul, 2004; Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarihi-Diyalektik Bir Feminizm İçin, İstanbul, 2009.

[3] Mahkeme tutanağındaki isimler farklıydı, ben değiştirdim.

[4] Erkeklik indirimini uygulayan mahkemeler eril tahakkümün doğallaştırılmasını ve tahakkümün toplumsal yeniden üretimini sağlayan mekanizmalardan biri mi? sorusunu Toplum ve Bilim Erkeklik sayısında tartıştım. Eylem Ümit Atılgan, Erkeklerin Öldürme Hakkı: Erkeklik İndirimi, Toplum ve Bilim,  Eril Tahakküm, Erkek Edebiyatı, Hegemonya içinde, S. 145, 2019, s. 161-194.

[5] Türkiye’de natrans ve transkadın cinayetlerini önleme platformları ve özellikle de feminist avukatlar, son yıllarda haksız tahrik indirimine “erkeklik indirimi” adını vererek çok önemli bir konuyu, cinayetlerin önlenemeyişinde bu indirimin rolünü tartışmaya açtılar. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/;http://sosyalistfeministkolektif.org/feminist-gundem/kadin-cinayetleri-/23-haksiz-tahrik-indirimi-ornekleri;  http://www.haberturk.com/gundem/ haber/944621-erkeklik-indirimi-yapmayin; http://otekihaber.net/karisini-bogarak-olduren- adama-erkeklik-indirimi/ http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/328956/Tek_adi_var___Erkeklik__indirimi.html

 

[6] Burada sayılan eylemlerin hepsi mahkemeler tarafından öldürülen kadınların haksız tahrik fiili sayılıp sanıklara indirim verilmiştir.

[7]  Alev Özkazanç, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karşıtlığının Dinamikleri

https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/206353-toplumsal-cinsiyet-esitligi-karsitliginin-dinamikleri, 12 Mart 2019.

[8] Kamusal/özel alan ikiliği uzun zamandır sosyal teoride sorgulanmakta. Bugün artık ikisi arasında anlamlı bir ayrım olduğunu/kaldığını söylemek bir çok bakımdan güç. Buradaki bağlam böyle bir ayrımın hala iş görmesiyle değil, toplumsal cinsiyetlendirilmiş yapısının eviçi şiddeti görünmez kılmasıyla ilgili.

[10] “Bu cinsiyet eşitliği, İstanbul sözleşmesi ve aile ilgili diğer düzenlemelerin birçoğu başımızın belası. Tek başına bile, bu mesele, AK Parti’nin dibe vurması için yeter de artar bile. Savaş, terör, darbe girişimi, ekonomik kriz, gelir geçer ama, söylüyorum bu konu gündemden düşmez.” Abdurrahman Dilipak, İnsan Öldükten Sonra, Yeni Akit, 23 Kasım 2019 https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/insanlik-oldukt…

[11]  Sema Maraşlı, Sözleşmeye neden karşı olduğunu 18 maddede sayıyor. Ama aslında itirazları aile içinde eşitliğin ve eviçi şiddetin istisnasız cezalandırılmasının hukuk tarafından güvence altına alınması noktasında toplanmakta. https://www.youtube.com/watch?v=lQ82-qfHceM Erişim 23 Kasım 2019.


[1] Giorgio Agamben, İstisna Hali, çeviren: Kemal Atakay, İstanbul, 2006, s. 66. Çeviride “Hukukun hiçbir durumda katlanamayacağı şey hukuk dışı bir şiddetin varlığıdır.” olmasına rağmen hukuk dışı yerine yasa dışı’yı  yasa ve hukuk arasındaki farkı vurgulamak için kullanmayı tercih ettim. Bu şekilde makalede tartıştığım erkeklik indirimi ne yol açan yasa ve uluslararası hukuk belgesinin cinsiyetlendirilmiş şiddete ilişkin istisna tanımaz yaklaşımı daha kolay görünür olmakta.