Piyasalaşan Akademi ve Bilginin Üretimi Üzerine Bir Deneme*

Kapitalizmin hakimiyetini ilan ettiği ve sermaye ilişkisinin –farklı biçimlerde- yerkürenin bütün alanlarında egemen ilişki olmasının önündeki engellerin teker teker kaldırıldığı bir dönemdeyiz. Bu süreçte kapitalizm karşısına çıkan bütün muhalif unsurları (bu unsurlara eskinin müttefikleri de dahildir) ortadan kaldırarak yapısal krizlere karşı keşfedilen çözümleri hayata geçirmeye çalışmakta ve hatta gerekli görülen durumlarda çıplak şiddetin biçimlerine başvurabilmektedir.

Dönüşüm esas olarak eskiden meta olmayan alanların ve ilişkilerin alım-satım ilişkisine konu haline getirilmesi ekseninde şekillenmektedir. “Özelleştirme” kavramı insanların gündelik yaşamlarının bir parçası haline gelmiştir. Bu yolla daha önce kamunun ortak mülkiyetinde olduğu varsayılan doğal kaynakların hızla metalaşmasına ek olarak; eskiden kamusal hizmetler olan sağlık, eğitim gibi alanların piyasa mekanizmasına terk edilmesine tanıklık etmekteyiz.

Okumakta olduğunuz metin, bir kamusal hizmet olarak eğitimin metalaşması ve bunun önemli bir parçası olan akademinin piyasa mekanizması ile eşgüdümlenmesi; hatta doğrudan hizmetine sunulması sürecine dair bir çalışma niteliğindedir. Bu amaçla, takip eden kısımda “akademi” kavramı ve bununla bağlantılı olarak “akademisyen” kavrayışı üzerine düşünceler belirtilecek; ardından gelen kısımda ise akademinin dönüşümü piyasalaşma ve bilgi üretimi üzerinden incelenecek, sürecin parçası olarak güvencesizliğin durduğu yer ile üniversite içinden bu sürece karşı en açık biçimde direnen “asistan mücadeleleri”nin konumu işaretlenecektir.

“Akademi” ve “Akademisyen” Üzerine

Akademinin dönüşümü üzerine yapılacak bir inceleme için öncelikle yazıda ele alınacak “akademi” kavramının neye tekabül ettiğinin ortaya konulması önemlidir. Bu şekilde, gerçekleştirilmeye çalışılan (veya büyük ölçüde –fiilen- gerçekleşen) dönüşümün nasıl bir alanda neleri hedeflediği daha net gözler önüne serilebilecektir.

İlk olarak akademinin niteliği üzerine birkaç saptama yapılması gerekmektedir. Toplumsal ilişkilerde belirleyici olacak bilginin üretildiği ve yeniden üretildiği ilişkilerin yoğunlaştığı bir alan olarak akademi, her şeyden önce üretim ilişkilerinden azade değildir. Öyleyse bu saptama karşımıza iki temel önerme çıkarmaktadır: Akademi bir alandır ve akademi toplumun dışında/tepesinde duran, üretim ilişkilerinden bağımsız bir alan değildir.

İlk önermenin vurgulamaya çalıştığı nokta, fiziki bir alan olmanın ötesinde belirli toplumsal ilişkilerin yoğunlaştığı bir alan olarak “akademi” fikrinin önemidir. İkinci önerme de buna bağlı olarak, akademinin genellikle toplumsal olana “tepeden bakan” algısına karşın doğrudan toplumsal ilişkilerin bir parçası olduğu ve diğer alanlar ile karşılıklı etkileşim içerisinde bulunduğunu belirtme amacındadır[1].

Akademiyi belirli toplumsal ilişkiler üzerinden tanımlayacak olursak, onun, devletin ideolojik aygıtlarından olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle akademi, üretim ilişkilerinden azade olmadığı ölçüde tarafsız bir alan olmaktan çok, hakim biçimleri yansıtan bir alandır. Bu noktada dikkatle belirtmek gerekir ki, akademiye kendiliğinden bir ilericilik veya geliştiricilik atfetmek doğru değildir. Bunun gibi, eline geçirenin keyfine göre dönüştürebileceği bir alan da değildir. Sınıfsal etki doğuran eylemlerin cereyan ettiği bir alan olarak düşünüldüğünde akademi, sınıf mücadelesinin odaklarından biridir. Bu nedenle, hakim ilişki biçimlerini dönüştürmek yalnızca akademinin içerisinde yürütülen mücadele ile değil (bunun birincil konumu kabul edilse dahi); genel anlamda toplumsal bir mücadele ile mümkün olacaktır.

İçerisinde bulunduğumuz dönemde gittikçe gözle görülür bir hal alan akademi-sermaye işbirliği de bu bakımdan yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin gelişmesi ile paralel olarak sermayenin ihtiyacı olan pratik bilgi ve beraberinde, hakimiyet ilan ettiği alanlarda meşruiyet tesis edici bilginin üretimi ve yeniden-üretiminin odak alanı akademi olmuştur. Türkiye’de de ciddi etkileri hissedilmiş olan ve değişen biçimiyle söylemsel alanda hala belirleyici olan kalkınmacı paradigma akademi ve piyasa mekanizmasının işbirliği için sağlam bir meşruiyet kaynağı oluşturmaktadır. Eski kalkınma kamu hizmeti ve kamu mülkiyetindeki sanayileşmeyi esas alırken ve bu süreçte hem kapitalist ilişkilerin yeniden üretimini sağlamak hem de emeği toplumun kurucu unsurlarından biri sayarak emek güçlerine belirli haklar tanımak gibi ikili ve yer yer çelişkili bir niteliğe sahipti. Bugün kalkınmadan söz edildiğinde ise bu kavram “demokratikleşme”yi de beraberinde çağırmaktadır. Detayına burada girilmeyecektir ancak demokratikleşme kavramının günümüzde aldığı biçim “piyasa koşullarına terk etmek, onun düzenleyiciliğine bırakmak” ile paralel bir anlam teşkil ettiği vurgulanmalıdır.

Kısacası, akademi eskiden de hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda üretim gerçekleştirmesine rağmen, özerk üniversite belirli imkanlar sağlamaktaydı. Yükseköğretim kurumları (örneğin Türkiye’de) ya da üniversitelerin şirketleşmesi (İngiltere ve ABD başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde) gibi belirleyici ve doğrudan müdahaleci etkiler bunu değiştirmektedir. Eleştirel bilim ve toplum yararına bilgi üretecek akademisyenler gitgide yok olmaktadır.

Gelinen noktada “akademisyen” kavramı üzerine birkaç çıkarımda bulunmak yararlı olacaktır. Bilim anlayışının ampirisist-pozitivist bir yorumu ile birlikte bilim insanının toplumdan ve doğadan kopuk, nesnesine dışarıdan bakan bir kimliğe bürünmesi akademisyenin toplumdaki ulaşılmaz konumunun ve tepeden baktığı ölçüde, meşrulaştırıcı söylemleri işlevselleştirmesinin kaynağını oluşturmuştur. Özellikle toplumbilim alanında oldukça etkili olan bu tutum, günümüzde de devam etmektedir.

Neo-liberal dönemde bu tutuma ek olarak proleterleşme süreçleri akademide de hakim hale gelmeye başlayınca, akademisyenler sermayenin elinde birer silah olarak doğrudan hizmet görmeye başlamışlardır. Bu bakımdan, sermayenin kullanımına sunulamayacak bilgi, bilgi olmaktan çıkarılmaya başlanmış; bu tür bilgiyi üretecek “akademisyenler” de proje, destek, unvan gibi ödüllerle sermaye ile organik birliktelik içerisine girmişlerdir. Artık karşımızda “akademisyen”[2] değil; “akademik-kariyeristler” bulunmaktadır. Belirli ilişkiler ile (nam-ı diğer networkler) kariyerlerinde hızla ilerleyecek olan bireyler akademide daha çok öne çıkmaya başlamış, bu süreç sürekli devinim halinde olan ve esasında hiçbir şekilde eleştirel bir tutuma dayanan bilginin üretimine yol açmayan “çalışkanlık ideolojisi” ile desteklenmiştir. Artık, herhangi bir makale yayımlatmak için gerekli olan şey o makalenin bilime olan katkısı değil, bağlantılarınızdır. Klientelist ilişkilerin hakim olduğu bir ortamda unvanlar elde etmenin koşulları “çalışkanlık ideolojisi” ile belirlenirken doçent/profesör unvanları profesyonelleşme ile doğrudan ilişkili bir biçimde müdür/yönetici kavramlarının eşdeğeri haline gelmektedir.

Özerk üniversitelerin varlığında eleştirel bilgi üretimini gerçekleştirecek akademisyenler kendilerine alan bulabilmekteydi. Ancak özerkliğin günden güne eridiği ve performans kriterlerinin piyasa mekanizmasında olduğu gibi akademide de hakim hale geldiği bir alanda, bu ilişkiler yokmuş gibi davranmak ve bilimsel üretime devam etmek mümkün değildir. Her ne kadar birçok akademisyen hala bireysel anlamda sürece karşı durmaya gayret etse de nesnel ilişkiler kendilerini dayatmakta ve onlara çıkış yolu bırakmamaktadırlar. Bu nedenle bireysel tutumların ötesinde eleştirel bilimin hakim olabileceği gerçekten özerk bir akademi için mücadele edilmesi tek çıkar yol olarak görünmektedir.

Takip eden kısım, yukarıda çizilen çerçeve ekseninde bir alan olarak akademinin hem fiziki ticarileşmesi; hem de üretilen bilginin niteliği bakımından incelemesini yapacaktır. Ardından güvencesizliğin akademide aldığı biçim üzerinden hem akademideki özgüllüğü vurgulayacak; hem de yaratılması amaçlanan yeni “akademisyen”in nasıl bir süreçten geçtiğine dair saptamalar yapacaktır.

Akademinin Dönüşümü

Bu yazı kaleme alındığı sıralarda (Ekim 2012) Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlığı altında açıkladığı yeni yükseköğretim yasa tasarısının yankıları devam etmekteydi.[3] Akademinin dönüşümü incelenirken YÖK’ün yeni yasa tasarısı oldukça açıklayıcı olacaktır zira metni oluşturan söylemsel çerçeve tam anlamıyla neo-liberal pratiklere uygundur. Aynı zamanda metin incelendiğinde, TÜSİAD’ın 11 Ocak 2012 tarihli raporu[4] ile mükemmel bir uyum içerisinde olduğu görülebilir.

Yukarıda anılan sebeple yazının bu kısmında yasa tasarısına sık sık göndermeler yapılacak ve bu göndermeler “(YÖK)” şeklinde belirtilecektir. Okumakta olduğunuz kısmın ilk başlığı akademinin bizzat kendisinin ticarileşmesi sürecini masaya yatıracak, arkasından akademide üretilen bilginin dolayımsız bir biçimde piyasanın hizmetine sunulması üzerine fikir yürütülecek ve son olarak güvencesizliğin akademide büründüğü biçime ve buna karşı gelişen direniş pratiklerine dair bir inceleme gerçekleştirilecektir.

Fiziki Bir Alan Olarak Üniversitenin Piyasalaşma Süreci

Yukarıda akademi ile sanayi arasındaki ilişkinin yeni bir şey olmadığı belirtilmişti. Ancak, içinde bulunduğumuz dönemin önemli bir özelliği akademi ile bir ilişki içerisinde bulunan sermayenin bizzat akademinin somut mekanlarından biri olarak üniversitenin kendisini alım-satım ilişkisine konu etmesidir. Eğitimin ücretli hale getirilmesine ek olarak, üniversiteler döner sermayeleri üzerinden değerlendirilmeye başlanmış, özellikle geniş alana yayılan yerleşkelere sahip üniversiteler bu alan üzerinde mülkiyet haklarını kamudan özel alana taşıyarak özelleştirmenin bir boyutunu gerçekleştirmiştir. Yeni yasa tasarısı, bunun daha da ötesine geçerek fiili olarak yerleşmeye başlayan bu süreci sağlamlaştıracak, üniversiteleri şirketlere çevirecektir.

“Bütün bu sürecin önemli adımlarından biri de yeni bir yükseköğretim finansman modeli geliştirebilmektir. Bu nedenle yeni yasanın tasarım sürecine yön veren ilkelerden biri de yükseköğretim kurumlarımızın mali esneklik içerisinde hareket edebilmeleri ve finansal kaynaklarını çeşitlendirebilmeleridir. (…) Bunun yanında üniversitelerimizin uluslararası projeler üreterek kaynak sağlamalarının da yolu açılmaktadır. Mali kaynakların çeşitlendirilmesi (çok kaynaklı gelir yapısı) tek başına yeterli değildir; buna, kaynak kullanımında esneklik de dahil edilmektedir. (YÖK)”

Kısacası üniversiteler bir şirket biçiminde örgütlenecek, piyasada rekabet edecek ve kendisini “müşterilerine” iyi pazarlayacaktır. Kalite, yeni dönemde bir üniversitenin en temel belirleyici amacı olacaktır. Diğer üniversiteler ile rekabet etmede kalitenin artırılması önem taşımakta, bunun belirleyenlerinden biri de üniversitenin “personel”lerinin “çalışkanlık”larıdır. Bu bağlamda, akademisyenler proleterleşmekte, birer şirkete dönüşen üniversitelerin işçileri haline gelmektedirler.

“Rekabeti teşvik etmek, yükseköğretim kurumlarının performansı öne çıkaran bir yönetim modeli geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. Akademik üretimi merkeze alan bir yapı önerildiği için, akademisyenlerin performansları doğrudan kurumun performansına yansımaktadır. Önerilen bu yapının arkasındaki zihinsel önermelerden biri de, nitelikli öğretim elemanlarının akademik yapının kilit taşları olduğudur. Zira yükseköğretim kurumlarının, bünyelerindeki öğretim elemanlarının akademik başarı puanları üzerinden konumlandırılmaları ve böylelikle Türkiye yükseköğretim alanı içindeki yerlerinin farklılaşabilmesi düşünülmektedir. (YÖK)”

Çeşitlendirme yoluyla üniversiteler arasındaki farklılıkları keskinleştirme ve bu yolla farklı özellikteki farklı üniversitelerin ona göre pazarlanmasını amaçlayan bu yeni sistem, “ürün çeşitlendirmesi”ne koşut olarak kalitenin ölçülebilir olmasına ihtiyaç duymaktadır. “Özellikle üniversite yönetimlerinin tek-tip ve merkezî politikalar ekseninde yapılandırılması yerine, farklı özelliklerdeki üniversitelerin farklı yönetim modelleri eşliğinde faaliyette bulunabilmeleri öngörülmektedir. (YÖK)”

Bunun ilk aşaması “akademik” üretim ise; diğer aşaması da akreditasyon sisteminin küresel şartlara uyumlu hale getirilmesidir. Bologna Süreci ile hedeflenen kredi eşitlemesi, içerik eşitlemesi gibi standardizasyonların gerçekleşmesidir. Bu, ilk elde bir dersin piyasa değerini gösterir. Yani belirli dersleri alan öğrenci piyasaya hazır işgücü olarak çıkmaya hazır hale gelir.Bir başka deyişle öğrenci üniversitede aldığı derslerin niteliğinden ziyade ortaklaşmış/indirgenmiş içeriği edinerek ve onun piyasa değerini belirleyen toplam krediyi tamamlayarak mezun olduğunda kendi emek gücünün piyasa koşullarındaki kullanım değerinin diplomada cisimleşmiş halini elinde bulunduracaktır. Diplomada standart değeri verili olan emek gücünü sermayenin kullanımına sunabilmek için “ekonomik zor”un baskısı altında çabalayan yeni mezun kişi birçok anlamsız sınav ile boğuşacak; yüksek kurs ücretleri ödeyerek yabancı dil öğrenmeye çalışacak; yine standartlaşmış bir müfredata/kredilendirmeye sahip olan yüksek lisans eğitimine yönelecektir, vb…
İkinci olarak, sistem dışında kalan ülkelerin üniversitelerinin bilimle ilgisinin olmadığı algısı yaratılır. Oysa, bilimden gitgide uzaklaşanlar sürece dahil olan üniversitelerdir. Süreç bilimselliğe değil, üniversitelerin piyasa değerine gönderme yapmaktadır. Yeni yasa tasarısı, kendine Bologna Süreci’ni temel almakta, küresel rekabete açacağı akademi alanına yabancı yatırımların da çekilmesini sağlamaya çalışmaktadır.
“Bu bağlamda Yükseköğretim Kurulu bünyesinde şekillendirilmeye çalışılan yasa önerisi uluslararası tanınırlığı olan bir kalite sisteminin inşasını temel almakta, Yükseköğretim Kurulu’nun en önemli işlevlerinden biri olarak rekabetçi bir ortamın oluşumuna katkıda bulunacak bir kalite ve akreditasyon sistemi geliştirmeyi bir zorunluluk olarak görmektedir. (…) Önümüzdeki yılların bütün dünyada yükseköğretim alanında yoğun bir uluslararasılaşma, kitleselleşme ve kalite rekabetinin yaşanacağı bir zaman dilimi olacağı dikkate alındığında yükseköğretim kurumlarımızın kurumsal olarak daha özerk, rekabete daha açık, daha esnek ve daha güçlü bir biçimde örgütlenebilmesinin önü açılmalıdır. (YÖK)”

Yukarıda özetlenen süreç, üniversitelerin fiziki bir alan olarak ticarileşmesi ile ilgili olmakla birlikte; bu süreci sağlık, eğitim gibi kamusal hizmetlerin ticarileşmesinden ayrı düşünmemek gerekmektedir. Güvencesizlik, esneklik, performans kriterleri gibi benzer terimler 1980’lerden itibaren adı geçen alanlarda hakim paradigmanın araçları olarak belirmiştir. Akademi, bu sürecin son hedeflerinden birini oluşturmaktadır. Bu nedenle, burada gerçekleşecek ciddi bir toplumsal direnişe ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi takdirde, örneğin sağlık alanındaki kayıplar sırasında yeterince örgütlenemeyen toplumsal muhalefet, son kalesini de yitirecektir.

Bilginin ve Üretimin Piyasalaşması

Neo-liberal dönemde bilgi üretimi ve sermaye arasındaki ilişkinin dönüşümünün temel belirleyeni aradaki dolayımın ortadan kalkmasıdır. Artık sermaye araştırma gereken alanlara doğrudan yatırım yapmakta, akademisyen de, araştırma gerçekleştirmesinin tek yolu finansman bulmak olduğundan, sermayenin hizmetine girmektedir. Bir başka deyişle, araştırmalar için gerekli finansmanı sağlayan şirketler, “bilimsel” araştırmanın yönünü ve sınırlarını tayin etmektedir. Buna ek olarak, patent ve fikri mülkiyet hakları, bilginin meta haline gelmesine ve yine kaynak sağlayıcı olarak şirketlerin alım-satım araçlarına dönüşmesine neden olmaktadır. Ayrıca, sürecin meşrulaştırılmasında da akademiye önemli görevler düşmektedir. Bu şekilde düşünüldüğünde, örneğin sermayenin emek maliyetini azaltacak otomasyon sistemlerini ya da emeği denetim altına alacak teknolojileri geliştirdiğiniz sürece mühendissiniz; emek faktörünün üretim sürecindeki konumunun değişmesi ile birlikte, artı-değer üretiminin tıkanması ya da üretilen artı-değerin gerçekleştirilememesi sonucunda ortaya çıkacak olan kapitalizmin yapısal krizlerini görmezden geldiğiniz ya da göremez hale geldiğiniz sürece iktisatçısınız; kriz patlak verdiğinde sermayeye metalaştırılacak yeni mekanlar, doğal kaynaklar ve emek gücünü göstererek buraları nasıl kontrol altına alacaklarına dair hükümetlere stratejik analizler sunduğunuz sürece uluslararası ilişkiler/siyaset bilimi uzmanısınızdır.

Bilgi üretim sürecinde özgürlük ve bağımsızlık gibi kavramlar, sermaye eksenli düşünce biçimi ile birlikte piyasa odaklı, piyasada iş görebilen bilgiyi üretecek ve bu şekilde para kazanacak “akademisyen”lerin, özgürce yatırım yapacak şirketler ile bir araya geleceği özerk alanlar yaratmak odaklıdır. Bu bağlamda, özerklik akademik bir kavram olmaktan çıkacak, piyasa mantığı çerçevesinde –kamu yararından bağımsız- bir özerklik oluşturulacaktır. Yasa taslağının temel kavramlarından biri olan “özerklik” de bu çerçevede okunmalıdır.

“Söz konusu yeniden yapılandırma sürecinde, üniversitelerimizin çeşitliliğine, evrensel kalite standartları içerisinde gelişebilmesine, kurumsal özerklik ve hesap verebilirliğine, rekabet imkânlarının geliştirilmesine ve finansal esneklik içerisinde faaliyet gösterebilmelerine imkân tanıyacak bir sistem hedeflenmektedir. (YÖK)”

Ticari bir esneklik ihtiyacı ile birlikte, akademik özerklik tamamen yok olacak, bilgi üretimi piyasanın ihtiyaçlarına göre merkezi bir biçimde eşgüdümlenecektir: “Yeni sistemin en önemli farklılıklarından biri, ulusal düzeyde farklı öğrenme kazanımlarına göre Yükseköğretim Kurulu kararı ile oluşturulan diploma program türü listesinde yer alan programların, her yıl Kurul tarafından ülke ihtiyaçları ve kalite standartları gözetilerek belirlenen kriterler çerçevesinde, ilgili yükseköğretim kurumunun senato kararı ile açılmasına imkân tanınmasıdır. (YÖK)” Bu, şu anlama gelmektedir: Piyasanın ihtiyaçlarına göre belirli alanlara ağırlık verilecek ve özellikle bu alanlarda bilginin üretilmesi ve işgücünün yetiştirilmesi sağlanacaktır.

Yukarıda özetlenen sürecin açığa vurulması için yeni tasarıda bulunan şu iki paragrafa bakmak yeterli olacaktır:

“Sürdürülebilir istihdam için mezunlar yetiştirmek, öğrenme kazanımlarını ve programların müfredatlarını güncellemek, kamu kurumları, iş dünyası, sivil toplum kuruluşları ve diğer paydaşlar arasındaki ilişkileri geliştirmek gibi amaçlarla yükseköğretim kurumları tarafından Danışma Kurulları oluşturulması hedeflenmektedir.

“Ayrıca, Yükseköğretim kurumlarında Bilgi Lisanslama Ofisleri kurulması önerilmektedir. Amaçları arasında, araştırmacıların yapacağı tanıtım faaliyetleri ile bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirmek, pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleme çalışmalarını yürütmek, araştırma sonunda üretilen bilgilerin ticari potansiyelini belirleme çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgileri fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alma çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgilerin kullanıcı kişi, kurum ve kuruluşlara pazarlama, lisanslama veya devir ile transferini yapmak, bilgilerin sanayi şirketlerinde veya AR-GE merkezlerinde ürüne dönüştürülmesi çalışmalarına destek hizmetleri sunmak, bilgilerin satışından elde edilen gelirlerin yönetilmesi konularında faaliyet göstermek sayılabilir.(YÖK)”

Yazının ilk kısmında “akademi” üzerine vurgulananlar düşünüldüğünde;  “akademi nedir?” sorusuna verilebilecek alternatif cevaplar, aslında bizleri alternatif toplum ve gelecek tahayyüllerine vardıracaktır. Dönemin T. C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’ün açıklamaları akademi, toplum ve hatta “hayat” algısının ne hallere gelebileceğine iyi bir örnektir: ”Ticarileşmeyen, hayata doğrudan etki etmeyen bilginin artık günümüzde fazla bir önemi yok. Bu temel bilimlerin ihmal edilmesi anlamına gelmiyor. İyi matematikçileriniz, iyi fizikçileriniz, iyi kimyacılarınız, iyi sosyologlarınız, iyi hukukçularınız yoksa zaten araştırmacınız da olmaz, teknik araştırmaları yapacak insanınız da olmaz. Onun için temel bilimleri de ihmal etmeden, onu da güçlendirerek bunu yapmak mecburiyetindeyiz[5].”

Güvencesizleşme Süreci

Türkiye’de 1980’ler ile beraber uygulama alanına giren, doruk noktasını ise AKP’nin taşıyıcılığında bulan neo-liberal politikalar seti ile güvencesizlik, esneklik, sağlık ve eğitimin sosyal “hak” olmaktan çıkarılması gibi birçok başlıkta izlenebilecek topyekün bir saldırı ile karşı karşıya olduğumuz açıktır. Güvencesizlik birçok alanda kendini bütün şiddetiyle hissettirmekte ve güvencesizliğin çeşitli alanlarda aldığı biçimler de kendine özgü durumlar/etkiler yaratmaktadır. Akademide güvencesizliğin, genel anlamda karşı karşıya kaldığımız saldırıdan bağımsız olmamakla beraber kendi özgül durumlarını yarattığını belirtmek gerekmektedir.

Akademide güvencesizliğin özgüllüğü nereden gelmektedir? Özgüllük, fikirleri hakim düşünce sistemi içerisinden belirlenenlere göre oldukça farklı bir anlam taşımaktadır. Bu görüş içerisinden bakıldığında akademi çok fazla istihdama ihtiyaç duyulmayacak bir alan olarak güvencesiz de olsa 50/d ile akademide eğitim görmek isteyenler için bir çeşit burs imkanı sağlamaktadır. Gerçekten de 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50/d maddesi bu algıya olanak tanımaktadır: “Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.”

Peki, 50/d’li olmayan öğretim yardımcılığı kadroları nasıl olmaktadır? Bu kadroları da aynı kanunun 33/a maddesi düzenlemektedir: “Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır. Bunlar ilgili anabilim veya anasanat dalı başkanlarının önerisi, Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuvar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı ile araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süre ile atanırlar; atanma süresi sonunda görevleri kendiliğinden sona erer. Bunlar aynı usulle yeniden atanabilirler.”

Öyle ise aynı işi yapacak iki öğretim yardımcısından birinin 50/d’li diğerinin ise 33/a’lı olmasının anlamı nedir? Yalnızca öğrenciliği süresince bir bakıma burs alan çalışanların güvencesizliği midir? İşte, güvencesizliğin akademideki özgüllüğü buradadır. Akademide iş güvencesizliği, akademisyenlerin geleceklerinin olmamasından daha fazla anlamlar içermektedir. Bu, bizzat akademinin kendisinin bir gelecekten yoksun bırakılma girişimidir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, akademide 50/d ile artan istihdamın normalde gerekli ya da olanaklı olmadığı düşüncesi bir yanılgıdan ibarettir. Akademi, bilgiyi üreten ve yeniden üreten alan ise, akademi alanında bilgiyi üretecek ve aktaracak kişiler ise yine akademi içinde yetiştirilirler. Ancak üniversitelerin “meslek öğrenme yeri” olmasıyla birlikte –yukarıda anlatıldığı gibi- bilgi ve üretimi de dönüşüme uğramıştır.

Bilginin dönüşümü ilk elde mevcut akademisyenlerin dönüşüme uğratılması ile gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Projeler, iş dünyasıyla ilişkiler gibi olgularla kariyerlerinde ilerlemek isteyen akademisyenler teşvik edilerek süreç işletilmiştir. Ancak bu süreç yeterli olmamaya başlamış; akademinin bir kısmının sürece direnci kırılamamıştır. Bu durumda, bir yandan üniversiteler ticarileşir ve “adaletin yeni timsali piyasa”ya “mesleklerini eline almış parlak çocuklar” yetiştirirken; bir yandan da piyasanın geleceğini garanti altına alarak akademideki son direnç tortularını atmaya girişmiştir. İşte, 50/d ile amaçlanan, bilgi üretiminin ve eğitimin akademide yetişmiş, eleştiren, piyasaya uyum sağla(ya)mayan kişiler tarafından değil de, iş dünyasından akademik kariyere geçiş yapan ya da zaten başından beri bu işe kariyer olarak bakan ve networkleri aktif kullanabilen kişiler tarafından gerçekleştirilmesidir.

Bu maksada ilaveten, 50/d’nin pratikte karşımıza çıkardığı güvencesizlik durumu büyük bir baskıya dönüşmektedir. Her yıl yenilenmesi gereken sözleşme tehdidi ortadayken üniversitenizde karşılaştığınız türlü çirkinliklere; öğrencilerin polis/özel güvenlik birimleri tarafından dövülmesine; aslında öğrencilerin ve çalışanların olan kampüslerinizin bir ticarethaneye dönüşmesine; yaşam/çalışma alanınızda her gün daha fazla yasağın getirilmesi ve ortamın terörize edilmesine ses çıkaramazsınız. Ses çıkardığınız anda, ibretlik olarak bir kısmınıza soruşturma açılabilir, size geleceğinizin olmadığı üstü kapalı veya çoğu durumda açık açık bildirilebilir. Sonucunda, ses çıkaran veya ses çıkarmaya hazırlanan herkes için mükemmel bir örnek haline gelirsiniz ve çalışma-yaşam alanınız gitgide elinizden alınır.

Bilim insanları gittikçe artan bir şekilde proleterleşirken, ast-üst ilişkisine tabi kılınırken, baskı ve yıldırma gibi durumlarla karşılaşmaları daha olası hale gelmektedir. Literatüre “mobbing” adı altında geçen bu tarz baskı ve yıldırma eylemleri aslında piyasada görmeye alışkın olduğumuz ekonomik zorun bir uzantısıdır. Araştırma görevlisi, üniversitedeki idari işlerin yürümesini sağlayacak; sınavlarda gözetmenlik yapacak; “üstleri”nin her türlü isteğini karşılayacak ve bunları yapmadığı takdirde işinden olacak bir “personel”dir artık.

Tanıl Bora’nın şu sözleri durumu özetler niteliktedir: “Üniversite, öğreticilerine de öğrencilerine de, ast-üst, izin, yoklama, sicil boğuntusuna gelmeden işlerine yoğunlaşacakları bir ferahlık tanıması gereken yerdir. Tabii eğer sınavlarda gözcü duracak öğretim robotları değil de akademisyen istiyorsanız. Akıl, fikir istiyorsanız. Üniversite istiyorsanız[6].”

Güvencesizliğin büründüğü bu durum karşısında birçok genç akademisyen eğitim gördükleri süre tutarınca kamu üniversitelerine zorunlu hizmet ile borçlandıkları 35. Madde ile görevlendirilmeyi iş güvencesi olarak görmektedirler. Ancak, istifa hakkınızın ekonomik baskı altında imkansızlaştırıldığı (bu madde ile görevlendirilen akademisyenler yüksek tutarlı senetlere imza atmaktadırlar) bir ortamda iş güvencesinden bahsetmek mümkün değildir. Bu, yalnızca baskının yeni biçimlerine olanak tanımaktadır. Bununla birlikte, zaten görevlendirildikleri üniversitede her türlü işi yapan (hatta ders bile veren) akademisyenlere zorunlu hizmet dayatması mantık dışıdır.

35’liler olarak bilinen, kendi üniversitesinde yüksek-lisans ve doktora programı bulunmadığı için araştırma görevlisi olarak okumakta olduğu üniversiteye atanan akademisyenlerin çektiği sıkıntılar bu çerçevede okunmalıdır. Üniversite bölümlerinin kendi bütçelerini ikinci öğretim programları üzerinden oluşturmaya teşvik edilmeleriyle; bu süreçte projeler üzerinden ve “öğrenci kapma” yarışlarına girmeleri ile birlikte üniversiteler rekabet içine itilmektedirler. Bunun ilk eldeki sonucu, akademik üretimden ziyade piyasadaki işgücünün paralı yüksek lisans programları ile eğitilmesi (gibi yapılması) ve bu yolla enstitülerde bölümler adına para biriktirilmesi iken, diğer bir boyutu da 35’li araştırma görevlilerinin çalışma pratiklerinde ciddi sıkıntılar yaratmasıdır. 35’li araştırma görevlileri, merkez üniversitelere gönderilmekte ve gittikleri üniversitedeki algı, “başka bir üniversite için yetiştiriyoruz” haline gelmektedir. Akademide bilgiyi üretecek ve aktaracak akademisyenler yetiştirmek, rakip üniversitelere eleman sağlamak gibi görünmektedir. Oysa akademisyenlerin işi, diğer üniversitelerin ellerinden öğrenci kapmak değildir. Akademisyenin yetiştirilmesi, üniversitelerin asli görevlerindendir. Bu da kamu hizmetinin esas anlamını işaretlemektedir. Gelecekte bölümün işine yaramayacağı düşünülerek “ikinci sınıf asistan” muamelesi gören araştırma görevlilerinin iş koşulları gittikçe kötüleşmekte, kendilerine kamu kaynaklarından tahsis edilen ödenekler kullandırılmamakta ve 7-8 kişilik odalarda akademik çalışmalarını yürütmeleri beklenmektedir.

Yukarıda anlatılan güvencesizlik durumu, yeni yasa ile perçinlenecektir. Projeler çerçevesinde geçici olarak ve belirsiz ücretlerle çalıştırılacak olan araştırma görevlileri, çalışmanın esas yükünü sırtlamaya devam edecektir. Diğer bir deyişle, 50/d’nin alacağı yeni biçim, yasa tasarısının ilgili kısmında açıkça ortaya konmaktadır:

“Öğretim üyelerinin yürüttükleri projelerde sadece proje süresi boyunca kendilerine yardımcı olacak lisans mezunu proje araştırmacıları istihdam edilebilir. Öğretim üyelerinin yürüttükleri projelerde kendilerine yardımcı olacak ve verdikleri diğer işleri yapacak sözleşmeli statüde proje süresi ile sınırlı olmak üzere ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde proje araştırmacıları istihdam edilebilir. (…) Her bir projede öngörülen proje araştırmacısı sayısı ve aranacak diğer nitelikler ve yapılacak ödemeler projelerde belirtilir. Proje bütçesi dışındaki bir kaynaktan proje araştırmacılarına herhangi bir ad altında ödeme yapılamaz. (YÖK)”

Akademide güvencesizliğin geldiği boyut, akademinin geleceğini de yok etme noktasındadır. Güvencesizlik ve baskının tek muhatabının araştırma görevlileri olacağı düşünülmemeli; aynı süreçlere akademinin bütün unsurlarının maruz kalacağı hesaba katılmalı ve akademide mücadele bu eksende kurulmalıdır.

Bilgi üretiminin odak alanı olarak akademinin dönüşümü, toplumsal ilişkilerin dönüşümü ile bağlantılı bir biçimde gerçekleşmektedir. Ancak, eleştirel bilimin gittikçe ortadan kalkması, akademik üretimin doğrudan sermayenin hizmetine girmesi gibi olgular, sürecin daha vahim bir hal almasına ve toplumsal ilişkilerin piyasa odaklı dönüşümünün hızlanması ve meşrulaştırılmasına destek sağlayacaktır. Bu nedenle, akademideki dönüşüme karşı yalnızca akademi içerisinden değil; sürece muhalif konumdaki bütün kuvvetler ile hareket etmek gerekmektedir.


* Bu yazı ilk olarak 2012 yılının Eylül-Ekim aylarında kaleme alınmıştır. Yazıda merkeze alınan yeni yükseköğretim yasa taslağı o dönem oldukça tartışma yaratmışsa da sonradan –maalesef toplumsal muhalefet nedeniyle değil- yeterince liberal/demokratik olmadığı gibi eleştirilerle rafa kaldırılmıştır. Şu anda sürekli benzer bir yasa taslağının karşımıza çıkması beklentisi içerisinde olduğumuz söylenebilir. Ancak yeni bir taslak hazırlansa dahi bu yazıda ele alınan biçimin ruhunu aynen koruyacağından şüphe etmek için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Tam tersine ultra liberal bir yasa taslağı gelse hatta YÖK kendini lağvetse dahi zaten üniversiteler arzu edilen kıvama yaklaşmaktadır. Bununla beraber tam aksi yönde yani daha otoriter bir YÖK’e doğru yol alındığı haberleri de dolaşıma sokulmaktadır. Anılan nedenlerle yazının bugün de bağlam dahilinde olduğu düşünülerek önemli bir değişiklik yapılmamıştır. Bu vesileyle yazıdaki düzeltmelerin bir kısmını borçlu olduğum Prof. Dr. Hakan Mıhçı’ya öneri ve değerlendirmeleri için teşekkür ederim.

[1] Bu noktada belirtilmelidir ki, yapılan “akademi” tanımlaması, kapitalist toplumsal formasyon içerisindeki konumu gereği “akademi”yi sınırlandırma amacındadır. Yoksa tarihsel bir analiz çerçevesinde “akademi” teriminin anlamını tartışmaya açmamaktadır.

[2] Bu noktada vurgulanmalıdır ki, yazının “akademisyen”e bir “öz” atfetme gibi bir amacı bulunmamaktadır. Yalnızca kendi özerk alanına sahip ve eleştirel bir konum alabilen akademisyen ile “rüzgar nereden eserse” kendini teslim eden ya da elindeki bütün özerklik imkanları alınırken bireysel kariyerine odaklanarak ve sessiz kalarak hakim ideolojiyi yeniden üreten kariyerist tutum arasında bir sınır çekmek amacıyla bu kavram kullanılmaktadır.

[3] Metnin tamamı için bkz. http://www.konya.edu.tr/dosyalar/duyuru/editor/yokyasatasarisi.pdf; Metin ile ilgili Eğitim-Sen’in analizi ve cevabı için bkz. http://www.egitimsen.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=17573#.UIv-hW_Zbj4 , Erişim tarihi: 27.10.2012

[4]Raporun tam metni için bkz. http://www.abbasguclu.com.tr/haber/tusiad_heyeti_yok_baskanini_ziyaret_etti.html?page=4  , Erişim tarihi: 27.10.2012.

[5] TUBİTAK Bülteni 2012 Ocak Sayısı’ndan alınmıştır. Metnin tamamı için bkz. http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files//basin/bulten/2012/121.pdf

[6] Tanıl Bora, “Akademisyen Değil, Personel İstiyorlar”, Radikal İki, 25.11.2001, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=668, Erişim tarihi: 27.10.2012.