Paris Saldırılarının Ardından Sol, Radikal Batılı Köklerine Sarılmalı (II. Kısım)

Mülteci Ekopolitiği: Küresel Kapitalizm ve Askeri Müdahale

Küresel kapitalizm ve askeri müdahalelerin dinamiğinin altında yatan en temel nedenlere odaklanmak anlamına gelen ve uzun vadeli bir strateji olarak “mülteci ekopolitiği”nden başka isim verilemeyecek olan konuya odaklanmalıyız. Bu süregiden bozukluk Yeni Dünya Düzeni’nin gerçek yüzü olarak ele alınmalıdır. Gıda krizinin “gelişmekte olan” dünyaya sıçradığını unutmayın. 2008’de BM’nin Dünya Gıda Günü toplantısında, birçok Üçüncü Dünya ülkesindeki gıda krizinin yolsuzluk, etkisizlik, devlet müdahaleciliği gibi olağan şüphelilerin üzerine atılamayacağını açıkça ifade eden kişi Bill Clinton’dan başkası değildi —zira bu kriz doğrudan tarımın küreselleşmesine bağlı. Clinton’ın konuşmasının özü şuydu: Küresel gıda krizi gösteriyor ki gıda mahsullerini dünyanın fakir insanları için hayati bir hak olarak görmektense ticari mal olarak değerlendirmemiz yüzünden “hepimiz batırdık, buna başkanlığım süresince ben de dâhilim”.

Clinton’ın tekil bir devleti veya hükümeti suçlamadığı, aksine Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve diğer uluslararası ekonomi kurumlarınca onyıllar boyu yürütülen uzun vadeli Amerikan ve AB küresel politikalarını suçladığı çok açıktı. Bu gibi politikalar, Afrika ve Asya ülkelerini gübre, ıslah edilmiş tohum ve diğer tarım girdilerine verilen hükümet ödeneklerini kesmeye zorladı. Böylece en iyi tarım alanları ihraç mahsulleri için kullanılmaya başlandı; ülkenin kendine yeterliğinden gayet güzel ödün verildi. Yerel tarımın küresel ekonomiye entegrasyonu böylesi bir “yapısal uyuşma”nın sonucudur ve etkileri yıkıcı olmuştur: Çiftçiler tarlalarından atılıp kötü şartlarda beş kuruşa çalıştıkları gecekondu mahallelerine itilirken ülkeler git gide daha çok ithal gıdaya bağımlı hale geldi. Bu sayede sömürgecilik sonrası bağımlılık düzleminde kalarak piyasa dalgalanmalarına karşı git gide daha çok korunmasızlaştılar. Örneğin tahıl fiyatları geçen sene Haiti ve Etiyopya gibi ülkelerde fırladı. Bu ikisi biyoyakıt için tahıl ihraç ediyor ve sonuç olarak nüfusları açlıktan ölüyor.

Bu sorunlara doğru düzgün yaklaşabilmek için yeni geniş ölçekli kollektif eylem formları icat edilmek zorunda. Ne standart devlet müdahalesi ne de o pek övülen yerel öz-örgütlenme bu işi görebilir. Eğer sorun çözümlenmeyecek olursa, dünyanın kendi içine kapalı, kaynak zengini kısımlarıyla, açlık ve sürekli savaşın hüküm sürdüğü diğer kısımları arasında ayrım dönemine yaklaşmakta olduğumuzu ciddi ciddi dikkate almamız gerekiyor. Haiti’deki ve gıda kıtlığı çeken diğer yerlerdeki insanlar ne yapsın? Şiddet içeren ayaklanma hakkına tam olarak sahip değil mi onlar? Ya da iltica etme hakkına? Ekonomik neo-sömürgeciliğe getirilen bütün eleştirilere rağmen küresel piyasanın birçok yerel ekonomi üzerindeki yıkıcı etkilerinin tümüyle farkında değiliz.

(Pek o kadar açık olmayan) açık askeri müdahalelere gelince, bunun sonuçları yeterince tekrarlandı: başarısız devletler[1]. IŞİD olmasa mülteci olmaz, ABD’nin Irak işgali olmasa IŞİD olmaz, ve saire. Albay Muammer Kaddafi ölümünden önce iç karartıcı bir kehanette bulundu: “Bir kulak verin, NATO’cular. Bir duvarı bombalıyorsunuz, Afrikalıların Avrupa’ya göç etmesini ve El Kaide teröristlerini engelleyen duvarı. Bu duvar Libya’ydı. Yerle bir ediyorsunuz. Aptalsınız ve Afrika’dan gelen binlerce göçmen için cehennemde yanacaksınız”. Malumun ilamı, öyle değil mi?

Esasen Kaddafi’nin söylediğini detaylandıran Rus hikayesinin gerçeklik payı var, bariz bir pasta putinesca tadında da olsa. Moskova merkezli Stratejik Kültür Vakfı’ndan Boris Dolgov TASS’a şunu söylemiş:

            Mülteci krizinin ABD-Avrupa politikalarının sonucu olduğu çıplak gözle görülüyor. Irak’ın yıkımı, Libya’nın yıkımı ve Suriye’de Beşar Esad’ı İslamcı radikaller eliyle iktidardan indirme girişimleri… AB ve ABD politikalarının tamamı bu yönde. Yüz binlerce mülteci de bu politikanın sonucu.

Benzer şekilde Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü’nden Irina Zvyagelskaya TASS’a konuşmuş:

            Suriye’deki iç savaş ve Irak ve Libya’daki gerilimler mülteci akınını beslemeye devam ediyor, ama tek sebep bunlar değil. Mevcut olayları, nispeten zayıf ülkeleri verimsiz ekonomileriyle baş başa bırakan bir diğer kitlesel yeniden yerleştirme dalgası eğilimi olarak görenlerle aynı fikirdeyim. İnsanların evini terk edip yola düşmesine neden olan bir sistem sorunu var. Liberal Avrupa mevzuatı bunların birçoğunun hem Avrupa’da kalmasını mümkün kılıp hem de iş güç aramadan sosyal yardımlarla geçinmelerine olanak tanıyor.

Rus yazar, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Yevgeny Grishkovets blogunda yazdığı şu sözlerle bu fikre katılıyor:

            Bu insanlar bitmiş tükenmiş halde; öfkeliler ve aşağılanmışlar. Avrupa değerleri, yaşam tarzı ve gelenekleri, çok kültürlülük ve hoşgörü neymiş haberleri yok. Avrupa’daki yasalara hiçbir zaman uymayacaklar. Bu gibi sorunlarla girmeyi başardıkları ülkelerin insanlarına hiçbir zaman minnettar olmayacaklar, çünkü bu devletler vatanlarını kan gölüne çevirdi. Angela Merkel modern Alman toplumunun ve Avrupa’nın sorunlara karşı hazırlıklı olduğunu taahhüt ediyor. Bu bir yalan ve saçmalık!

Ancak, her biri genel anlamda gerçeklik içerse de, bu genel kapsamdan, Avrupa’ya akın eden mültecilere dair gözleme dayalı olguya atlayıp birdenbire tam sorumluluk kabul etmek olmaz. Sorumluluk ortak. Birincisi, Türkiye iyi planlanmış bir siyaset oyunu oynuyor (resmiyette IŞİD’e karşı savaşıyor ama gerçekte IŞİD’le savaşan Kürtleri bombalıyor). Sonra bir de Arap dünyasının kendi içinde sınıf ayrımı var (Aşırı zengin Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve Emirlikler neredeyse hiç mülteci kabul etmiyor.) Peki onlarca milyarlık petrol rezervine sahip Irak’a ne demeli? Bunca karmaşanın içinden nasıl oluyor da orada bir mülteci akışı çıkıyor?

Kesinkes bildiğimiz bir şey varsa o da karmaşık bir mülteci ulaşımı ekonomisinin milyonlarca dolar kâr bıraktığı. Finanse eden kim? Hale yola koyan kim? Avrupa istihbarat örgütleri nerede? Bu karanlık ölüler diyarını keşfe mi çıktılar? Mültecilerin çaresiz durumda oldukları gerçeği, Avrupa’ya mülteci akışının iyi planlanmış bir projenin parçası olduğu gerçeğini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz.

Elbette bir Norveç var

London Review of Books ve In These Times’ta yayımlanan makalelerde yukarıda söz ettiğim tabuları yıkmamı sorunlu bulan sözde solcu eleştirmenlerime yanıt vereyim. Jacobin’de yazan Nick Riemer “teşvik ettiğim gerici saçmalığı” kınıyor:

            Batı’nın “yakın geçmişin neo-sömürgeci tuzakları”ndan korunmak suretiyle askeri müdahale yapamayacağını Zizek zaten biliyordur. Mülteciler, kendi adlarına, bir başkasının toprağında salt tahammül edilerek var olan, yani “hoşgörü” nesnesi haline gelen yolcular değildir. Beraberinde getirdikleri alışkanlıklar bir kenara, Avrupa’yı teşkil eden çeşitli toplulukların üyeleriyle aynı haklardan yararlanmalılar —Zizek’in eşsiz bir “Batı Avrupalı yaşam tarzı”na yaptığı hayret verici referansta tümden yok saydığı bir çoğulluk bu.

Bu görüşün altında yatan iddia Alan Badiou’nun qui est ici est d’ici (buradakiler buralıdır) ifadesinden çok daha güçlü —daha ziyade qui veut venir ici est d’ici (buraya gelmek isteyenler buralıdır) gibi bir şey. Hadi bunu kabul etsek bile ne kastettiğimi hepten göz ardı eden Riemer’in kendisi: tabii ki “Avrupa’yı teşkil eden farklı toplulukların üyeleriyle aynı haklardan yararlanmalılar” ama mültecilerin yararlanması gereken bu “aynı haklar” tam olarak hangileri?

Avrupa artık tam eşcinsel ve kadın hakları (kürtaj hakkı, evli eşcinsel çiftler, vs.) için mücadele verirken, bu haklar “beraberinde getirdikleri alışkanlıklar”la çelişse bile (ki sıklıkla bariz biçimde çelişiyor) mülteciler arasındaki geylere ve kadınlara da bahşedilmeli mi? İşin bu yönü hiçbir şekilde marjinal diyerek kaldırıp atılmamalı: Boko Haram’dan tutun Robert Mugabe’ye ve Vladimir Putin’e kadar Batı’ya yönelik sömürgecilik karşıtı eleştiri gitgide Batılı “cinsel” kafa karışıklığının reddiyesi ve geleneksel cinsel hiyerarşiye dönüş olarak ortaya çıkıyor.

Ben, tabii ki, Batılı feminizmin ve bireysel hakların âni ihracının ideolojik ve ekonomik neo-sömürgecilik aracı olarak nasıl hizmet ettiğinin çok iyi farkındayım. (Bazı Amerikalı feministlerin ABD’nin Irak işgalini oradaki kadınları özgürleştirme yolu olarak nasıl da desteklediğini hepimiz hatırlıyoruz, ki sonuç bunun tam tersi yönde oldu.) Fakat buradan kalkıp Batı Solu’nun bu konuda “stratejik ödün” vermesi ve “daha büyük” sömürgecilik karşıtı çaba namına kadınların ve geylerin aşağılanması “geleneğini” sessizce sineye çekmesi gerektiği sonucunu çıkarmayı kesinlikle reddediyorum.

Jürgen Habermas ve Peter Singer’ın yanı sıra Reimer da beni “elitist bir siyasal vizyon”a (aydınlanmış siyasal sınıfa karşı ırkçı ve cahil nüfus görüşüne) sahip olmakla suçluyor. Bunu okuduğumda bir kez daha gözlerime inanamadım! Sanırsın, Avrupalı liberal siyasal eliti eleştirmek için sayfalarca yazı yazmamışım! “Irkçı ve cahil nüfus”a gelince burada bir başka Solcu tabuya çarpıp tökezliyoruz: Evet, maalesef, Avrupa’daki işçi sınıfının büyük kesimi ırkçı ve göç karşıtıdır. Bu esasen “ilerlemeci” işçi sınıfının manipülasyonunun sonucudur diyerek bu gerçek kaldırıp atılamaz.

Riemer’in son eleştirisi şu: “Zizek’in, daha ince askeri ve ekonomik ülke dışı ‘müdahale’lerle düzeltilebilecek, ‘Batılı yaşam tarzı’na mültecilerin tehdit arz ettiğine dair fantezisi analiz kategorilerinin gericiliğe kapı aralayabileceğinin en belirgin göstergesi”. Askeri müdahale tehlikesinin elbette farkındayım ve ben de meşru müdahaleyi neredeyse imkansız buluyorum. Fakat radikal ekonomik değişime dair gereklilikten söz ederken askeri müdahaleye paralel bir tür “ekonomik müdahale”yi kastetmiyorum elbette; kastım, gelişmiş Batı’nın kendi içinde başlaması gereken, küresel kapitalizme dair kapsamlı bir radikal dönüşüm. Her hakiki solcu bilir ki tek gerçek çözüm budur—bu olmadan gelişmiş Batı, hem Üçüncü Dünya ülkelerini perişan etmeye devam edecek, hem de o tantana içinde merhametle kendi fakirlerinin icabına bakacak.

Benzer satırlar boyunca Sam Kriss’in eleştirisi gerçek bir Lacancı olmamakla beni suçlaması yönünden özellikle ilginç:

            Göçmenlerin Avrupa’nın kendisinden daha Avrupalı olduğunu iddia etmek bile mümkün. Zizek var olmayan bir Norveç için duyulan ütopik arzuyla kafa buluyor ve göçmenlerin gönderildikleri yerde kalmasında ısrar ediyor. (Belirli bir ülkeye ulaşmaya çalışanların belki aile üyeleri oradadır veya oranın dilini konuşuyorlardır, tam da entegre olma arzusuyla hareket ediyor olabilirler, bunlar Zizek’in aklına hiç gelmiyor herhalde. Şu da var —tam da objet petit a [erişilemez arzu nesnesi] iş üstünde değil mi burada? Ne tür bir Lacancı tutup da erişilemez olduğu için arzusunu hepten terk etmesini salık verir insana? Yoksa göçmenler bilinçsiz zihne sahip olma lüksüne sahip değil mi?) Birleşik Krallık’a ulaşmaya çalışan göçmenler Calais’de “herkes için serbest dolaşım” yazan pankartlarla içinde bulundukları koşulları protesto etti. Irk ve cinsiyet eşitliğinin aksine insanların ulusal sınırlar arasında serbest dolaşımı, sözümona gerçekte yürürlüğü olan evrensel bir Avrupa değeri —fakat elbette salt Avrupalılar için böyle. Bu protestocular Avrupalılar adına evrensel değerleri ayakta tutan her iddiayı yalanlıyor. Zizek Avrupalı ‘yaşam tarzı’nı bir tek belirsiz ve aşkın genellikler bakımından dile getirebiliyor; ama burada her şey ete kemiğe bürünmüş durumda. Göç sorunu eğer Avrupalı evrenselcilik ile gerici ve baskıcı tikelciliğin karşı karşıya gelmesi sorunu ise tikelcilik bütünüyle Avrupa’ya ait. … “Norveç’in Namevcudiyeti” kuramsal bir analiz değil; bu, Avrupalı bürokratik sınıfın kulağına nazikçe fısıldanan kalpten bir tavsiye; Lacan’la bilhassa alakası da olmayan bir tavsiye. “Radikal ekonomik değişim” ısrarına gelirsek, bu mektup üslubu temin ediyor ki böylesi bir değişim şu an için hiçbir şekilde gündemde değil. Nitekim Norveç diye bir yer olmadığı ve asla olmayacağı ısrarı da öyle. Kapitalistlerin onu var etme niyeti yok, Zizek’in ise var edebilecek olanlara seslenme niyeti yok. Marksist yanıt şu olmalı: Eğer Norveç yoksa onu kendimiz inşa etmek zorundayızdır.

“Göçmenler Avrupa’nın kendisinden daha Avrupalıdır” benim de sıklıkla kullanmış olduğum eski bir solcu tezdir, ancak bu tezin içeriği detaylandırılmalı. Eleştirmenimin yazısından, göçmenlerin bu prensibi —“herkes için serbest dolaşım”— Avrupa’dan daha ciddiyetle hayata geçirdiği anlaşılıyor. Yine daha kesin olunmalı. Seyahat özgürlüğünü ifade eden bir “serbest dolaşım” var, bir de hangi ülkeye istersem oraya yerleşme özgürlüğümü ifade eden daha radikal bir “serbest dolaşım” var. Fakat Calais’deki mültecileri besleyen aksiyom yalnızca seyahat etme özgürlüğü değil; biraz daha “Herkes dünyanın herhangi bir yerine yerleşme hakkına sahiptir ve yerleştikleri ülke onlara bunu sağlamakla yükümlüdür” demeye benziyor. AB, üyelerine bu hakkı (üç aşağı beş yukarı) taahhüt ediyor ve bu hakkın küreselleşmesi talebi, AB’nin tüm dünyaya açımlanması talebine eşdeğer.

Bu özgürlüğün hayata geçirilmesi radikal bir sosyoekonomik devrimden daha aşağısıyla mümkün olacak iş değil. Neden peki? Yeni ayrımcılık türleri ortaya çıkıyor. Küresel dünyamızda metalar serbestçe deveran ediyor; insanlar değil. Geçirgen duvarlar etrafındaki söylem ve akın eden yabancıların oluşturduğu tehdit, kapitalist küreselleşmede neyin yanlış olduğunu gösteren içkin bir delil. Sanki mülteciler metaların serbest küresel dolaşımının kapsamını insanları da dahil edecek şekilde genişletmek istiyor da küresel kapitalizmin empoze ettiği kısıtlamalar yüzünden bu henüz imkansız gibi.

Marksist bakış açısından “serbest dolaşım” “serbest” iş gücü için duyulan sermaye ihtiyacıyla bağlantılıdır —kötü şartlarda beş kuruşa çalışmak için komünal yaşamdan koparılan milyonlar. Sermaye evreninin bireysel serbest dolaşımla içkin olarak çelişki dolu bir ilişkisi var: Kapitalizm ucuz iş gücü olarak “serbest” bireylere ihtiyaç duyar fakat aynı zamanda dolaşımı kontrol etmeye de ihtiyaç duyar, çünkü aynı özgürlük ve hakları bütün insanlara tanımaya gücü yetmez.

Radikal serbest dolaşım talebi, tam da mevcut düzende bulunmadığı için, mücadele için iyi bir başlangıç noktası mıdır? Eleştirmenim bu mülteci talebinin olanaksızlığını kabul etse de tam da bu olanaksızlık nedeniyle onu onaylıyor —bir yandan da beni Lacan’a uygun olmamakla, kaba pragmatizmle suçluyor. Bir olanaksız filan olarak objet a bahsi gülünç ve kuramsal saçmalık. Benim işaret ettiğim “Norveç” bir objet a değil, fantezi. Norveç’e ulaşmak isteyen mülteciler ideolojik fantezi vakasına bir örnek teşkil ediyor —içkin karşıtlıkları örten bir fantezi teşekkülü. Mültecilerin birçoğu pastası olsun ve onu yesin istiyor: Sahip oldukları yaşam tarzının bazı önemli özellikleri Batılı refah devletinin ideolojik temelleriyle bağdaşmaz durumda olsa da bu yaşam tarzını sürdürürken Batılı refah devletinden en yüksek beklentiler içindeler.

Almanya, mültecileri kültürel ve sosyal anlamda entegre etme gereğini vurgulamaktan keyif alıyor. Ancak —bu da kırılacak başka bir tabu— mültecilerin kaçı gerçekten entegre olmak istiyor ki? Ya entegrasyonun önündeki engel salt Batı ırkçılığı değilse? (Aklıma gelmişken, kişinin objet a’sına sadakati arzunun sahiciliğini temin etmez —Mein Kampf’ın kısa bir tetkiki bile Yahudilerin Hitler’in objet a’sı olduğunu açıklığa kavuşturur, ki Hitler onların yok edilmesi projesine kesinlikle sadık kaldı.) İşte “Eğer Norveç yoksa onu kendimiz inşa etmek zorundayızdır” iddiasındaki yanlışlık burada. Tamam, inşa edelim de o, mültecilerin hayalini kurduğu en süper “Norveç” olmayacak.


[1] Başarısız Devlet (failed state): Vatandaşlarının temel hakları veya insancıl hukuktan doğan haklarını ağır biçimde ihlal eden veya bunların ihlal edilmesine engel olamayan, dolayısıyla egemen olarak kabul edilemeyecek devletler. (e. n.)

 

Yazının üçüncü ve son bölümü: Ritüelleştirilmiş şiddet ve köktencilik