Metafiziğin Geri Dönüşü: Kant`a Karşı Hegel

Batı felsefesi, tarihi boyunca çoğunlukla metafiziğin, dünyanın zorunlu özelliklerinin onu salt düşünerek bilme girişiminin egemenliği altındaydı. Sonra Kant geldi ve aklın, deneyimin yardımı olmadan dünyanın bilgisini elde etmesinin imkansz olduğunu gösterdi. Hegel`in felsefesi pek çok kişi tarafından Kant`ın metafizik eleştirisinin verdiği dersleri göz ardı eden bir felsefe, Kant öncesi felsefe tarzına doğru bir gerileme olarak görülür. Ancak daha dikkatli bir Hegel okuması onun aslında Kant`ı dikkate almadığını değil, argümanını takip ettiğini gösterir: Saf akıl dünyayı bilemiyor olsa da, kendini bilebilir. Hegel, düşüncenin yapısı keşfedilirken, düşünülebilen her şeyin de doğasının, yani gerçekliğin ortaya cıkacağını savunmuştur. Böylece, diyor Pippin, Hegel metafiziğin kaderini değiştirebilmiştir.

Felsefe empirik bir girişim değildir. Geleneksel iddiası,  gerçeklik üzerinde gözleme dayanmasa bile, onun hakkında bir bilgi biçimi olmaktir. Felsefi bilgi varsa eğer, bu bilgi a prioridir; ve eğer bu bir bilgiyse, gerçeklik hakkında doğru bir sey iddia eder, empirik bir gözleme ya da doğrulamaya açık olmayan bir şey. Felsefenin a priori bilgi iddiaları bizi zorunlu olarak son iki yüz elli yıl öncesine değin onun merkezinde bulunmuş olan, kaçınılmaz  “büyük” sorusuna götürüyor gibi görünüyor: metafizik.

Peki iki yüz elli yıl önce ne oldu? 1871`de olan şey, Kant`tı. Onun Saf Aklın Eleştirisi daha başlığıyla geleneksel metafizik için kötü haberler bildiriyordu. Gerçekliğin duyumsanamaz herhangi bir alanına erişimi olan, sezgisel akıl diye bir güç yoktu. Akıl, genel olarak düşünme, hiçbir şekilde algısal bir güç değil, yalnızca bir etkinlikti. Başlıca faaliyeti çıkarım yapmak, çıkarsamak, sistematize etmek, birleştirmekti ve bu hiçbir anlamda dünyaya açık değildi. Sonlu insanlar için böyle bir açıklık sadece duyusal yetilerimiz aracılığıyla söz konusu olabilirdi; düşünmenin görevi deneyimimizi ayırt etmek ve birleştirmekti. Aksini varsaymak felsefenin iki yüz elli yılı aşkın spekülasyon döneminde hiçbir sabit sonuca ulaşamamasının, bunun yerine klasik meselelerin her iki tarafında da eşit derecede iyi ve paradoksal konumlarla, çözülemeyen çatışmalar üretmiş olmasının temel nedeniydi. Bununla beraber, Kant sonrası filozofların belki de en etkilisi olan Hegel, Kant`ın düşüncenin dünyayı bilemese dahi kendini bilebileceği iddiasını ciddiye aldı. Bu onu Kant`ın tam da ortadan kaldırmaya calıştığı girişimi yeniden canlandırmaya götürdü: metafizik, varoluşun zorunlu özelliklerinin incelenmesi.              

 Metafizik ve Kant`ın Eleştirisi Neydi

Metafizik, sadece saf akıl yoluyla, empirik gözlemin yardımı olmaksızın saf düşünce yoluyla elde ettiği gerçeklik bilgisi olduğunu iddia eder. Bu iddia, Platon ve Aristoteles`ten on yedinci yüzyılın büyük rasyonalist metafizikçilerine kadar, bunu yapabilecek bir kapasiteye, düşünme gücüne sahip olduğumuzu varsayıyordu. Buradaki fikir saf aklın, dünyanın “zorunlu olarak ne olduğunu’’, başka bir deyişle, mümkün bir dünyanın varolabilmesinin koşullarını belirleyebileceğiydi. Metafizik bilgi varsa, zorunlulukla uğraşıyor demektir. Böyle bir iddianın en ünlü örneği Platon`un idealar kuramı olagelmiştir, ama Ortaçağın kavram realizmi, Descartes`ın res cogitans ve res extensa`sı, Leibniz`in monadları, Spinoza`nın tözü de onun bariz devamıdır. Bu da “aklın ışığı” gibi bir şeyin, duyusal deneyimle kavranamayacak olanı kavrayabilecek bir kapasitenin olması gerektiğini varsayıyordu. Platon`da bu “noesis” demekti, Aristoteles`te aktif ve pasif zihnin işbirliği, Descartes`ta “açık ve seçik idealar” şeklinde devam etti.

Kant`ın geleneksel metafiziğe eleştirisi iyi bir haber değildi, üstelik yalnızca filozoflar için de değil. Yunan metafizik geleneğinin Hristiyan mirasında insan aklının, başka bir şeyin yardımı olmadan bir tanrının, ölümsüz, maddi olmayan bir ruhun varolduğu, insanlarin özgür ve dolayısıyla ahlaki açıdan sorumlu oldukları gibi iddiaları kurabilmesi büyük önem taşıyan bir konuydu. Kant duyusal olmayan bir gerçekliğin, bir “numenal dünya”nın aslında varolabilecegini kabul etti, ama bilme gücümüzün özenli bir incelemesine başladığımızda, onun hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz sonucuna varmak zorundaydık.

Yine de Kant “mutlak yıkıcı’’ ünvanını tam olarak hak etmiyordu. Saf akla mümkün bir nesne bıraktı: kendisi. Akıl, herhangi bir düşüncenin kategorik unsurlarını, onlar olmaksızın hiçbir deneyimin mümkün olamayacağı ilkeleri oluşturabilirdi. Sadece görünüşleri bilebiliriz, kendinde şeyleri değil, ama deneyimin nesneleri hakkında a priori bir şeyler bilebiliriz. En azından bir yorumcunun “deneyim metafiziği” dediği şeye sahip olabiliriz: insan deneyiminin zorunlu özelliklerine. Tüm bunları ortaya koymak için gereken felsefi emek öylesine bir şaşırtıcı zeka ve özgünlüğü göstermeye karşılık geliyordu ki, bütün gücünün takdir edilebimesi için on yıllar geçmesi gerekti; ama dogrudan etkisi yıkıcıydı ve felsefenin gidişatını sonsuza kadar değiştirdi. Metafiziğin, saf aklın, kendi içinde olduğu haliyle gerçekliği bilme girişiminin ölümü anlamına geliyor gibiydi. Bu da artık felsefede yapılabilecek ne kaldığı meselesini epey belirsiz bıraktı.

Hegel`in Metafiziği Diriltmesi

Kant`ın geleneksel metafiziği imkansız bulup reddetmesine rağmen, saf aklın kendini bilebilmesi böylesi bir girişim için elzemdi; saf düşünme kendisinin, saf düşünmenin ne olması gerektiğini belirleyebilirdi, öyle ki düşünmenin belirli nesneleri mümkün olabilsin. Ama saf düşünme, saf düşünmenin ne gerektirdiği hakkında bir şey bildiğinde, ne bilmiş olur? “İnsan zihninin deneyim malzemesine biçim verirken nasıl çalıştığını, çalışması gerektiğini’’ mi? Bu tam olarak ne hakkında asli bir bilgi olur? Zihinsel bir töz mü?

Post-Kantçı idealistler, özellike Hegel, ve metafiziğin belli bir tür geri dönüşü başlar. Hegel`in temel iddiasının üç bileşeni vardır. İlki olağan, uzay-zamansal dünyanın a priori bilgisinin mümkün olduğu iddiasıdır; bu dünya hakkında, ama empirik deneyimden bağımsız olarak elde edilen bilgi. İkincisi ise tüm yorumlama tartışmalarının başladığı yerdir. Bu a priori bilginin bir anlamda nihai olarak dünya hakkında olsa bile, düşünmenin veya aklın kendisi hakkındaki bilgisinden oluştuğu iddiası; düşünmenin düşünmeyi kavraması, ya da Hegel`in tanımladığı gibi, “saf bir düşünme bilimi”. Hegel`in (ve Kant`ın) anladığı haliyle klasik rasyonalizmi idealizmden ayıran şey budur. Klasik rasyonalizm aklın, kendisi dışındaki esas nesnelere erişimi olduğunu, idealizm ise saf düşünmenin nesnesinin bizzat kendisi olduğunu savunur. Ama yanıtlanması gereken bir soru olduğu açıktır. Düşüncemizin tek nesnesi düşüncenin kendisiyken, gerçekliğin a priori bilgisine nasıl sahip olabiliriz?

Hegel`in bu bariz paradoksunun uzun süredir hakim olan bir yorumuna göre, her iki iddianın birden öne sürülebilmesi için “gerçekten” varolan, yalnızca saf aklın erişebildigi bu “gerçekten gerçek dünya” bizzat düşüncelerden, duyumsanamaz nesnelerden ibaret olmalıdır; Mutlak`ın ya da Tanrının kendini düşünmesi gibi bir şey, insan perspektifinden zamanla ortaya çıkan, içsel, evrilen, noetik bir yapı. Saf düşüncenin kendini düşünmesi noesis noeseos`un, Tanrının kendini düşünmesinin tezahürüdür, ya da deneyimlenen görünüşlerin altında yatan noetik gerçekliğin ilahi bir kavranışı. Bu yazıda bunu yapmak zor, ama otuz yıldır bu yorumun metne uymadığını savunuyorum.

Ama yorumlama meselesi bir yana, idealizme yöneltilen önemli eleştirilerin tamamı böyle bir projenin daha baştan başarısızlığa mahkum olduğunu, kendi kendine yeten “saf bir düşünme”nin olmadığını ve olamayacağını savunur. Böylesi genel bir karşı iddia sıklıkla “radikal sonluluk” öğretisi olarak özetlenir. Bu uygun bir başlıktır çünkü Hegel, Aristotelesçi bir formülasyon kullanacak olursak, “düşünmeyi düşünen düşüncenin” herhangi bir nesnenin düşünülmesi olmadığında ısrar eder (nesne “öznenin formları” olsa bile). Saf düşünmenin nesnesi kendisidir fakat bir nesne ya da olay olarak değil, bu nesne daha ziyade düşünmeyi de sorgulayan bir düşünmedir; bir çember, ikili bir ilişki değil, dolayısıyla başlangıcı ya da sonu olmayan, kışkırtıcı bir “sonsuzluk” kavramı. Daha sonra gelen anti-idealist eleştiri, düşünmenin her zaman düşünme-dışı bir zemine, maddeselliğe, olumsallığa ya da bilinç-dışı bir içgüdü, dürtüye dayanması veya bunlara bağlı olarak anlaşılması gerektiği fikrindedir.

Hegel`in yaklaşımında, saf düşünme konusu mevcut düşünen insanla, özne, bilinç ya da zihinle bir ilgisi yokmuş gibi sunulur. Mesele daha ziyade “özne”nin bilinç öncesi kaynağı veya saklı kökeni olarak öne sürülenin anlaşılabilirlik imkanını, bir bilgi iddiası olarak bu türden belirli bir saptamada varsayılan şeyin anlaşılabilirliğini bir sorun olarak ortaya koyar. Bu kaynak belli bir kavrayışa ya uygun bir şey ya da değildir. Eğer öyleyse, bu belirliliğin izah edilmesi için onun kimi anlaşılabilirlik rejimlerine tabi olması gerekir. Dolayısıyla Hegel`in projesi düşüncenin, mümkün bir doğruluk-taşıyıcı olabilmesi için kendisinin ne olması gerektiğini, momentlerini (Denkbestimmungen) belirlemesidir ki, bu Hegel için doğrudan herhangi bir doğruluk iddiasının nesnesini de içeren bir sonuçtur.

Bu durum karşısında, eğer biri yukarıda sorduğumuz ´´Peki bütün bu düşünme ve açıklama nerede meydana geliyor?“ sorusunda ısrar ediyorsa, verilebilecek tek yanıt ´´Düşünmenin olduğu her yerde.´´ olacaktır. Bu, düşünen biri ya da düşünmenin öznesinin her zaman olmadığı anlamına gelmez; doğruluk-taşıyıcı olabilen bir düşüncenin doğruluk taşımak icin zorunlu olan şey tarafindan, nesnel (olası doğru ya da yanlış) yargıda bulunabilen herhangi bir varlık tarafından kurulduğu anlamına gelir. Mutlak anlaşılabilirliğin olası bir açıklaması için, bir kaynağın, zeminin veya özne-nesnenin bu şekilde belirlenmesi, hala genel bir anlamlandırma rejimi içinde bir anlam ifade ediyor olmalıdır, yoksa bu türden maddi bir zemin veya kaynak iddiasıyla hiç bir şey iddia edilmemiş olur. Böyle bir eleştiri, kendisi bir düşünme, yargı verme, bir bilme iddiası oldugu ölçüde zaten, halihazırda saf düsünmeye ve onun koşullarına bağlı olmanın  bir tezahürüdür.

Hegel`in anladığı şekliyle saf düşünme empirik olana, maddesellik, beyin ya da moda olan yeni “mutlak” neyse ona ne bağımlı ne de ondan tam olarak bağımsızdır. Böylesi bir anti-Hegelci soru zaten (Hegelci için) saf düşünme meselesinin yanlış anlaşıldığını gösterir. Saf düsünmeye yapılan bir atıf düşünen kimseyi, hatta canlı, ereksel, bedenlenmiş rasyonel bir düşünürü reddetmek demek değildir. Daha ziyade, düşünenin varoluşsal statüsü ne olursa olsun, “her türden düşünme” sorusunun özerkliğini savunmaktır. Yani “mantık” olarak adlandırdığı şeyin önceliği ve özerkliğinde ısrar etmek; ve bu onun için düşünmenin kendi “momentlerinin” eksiksiz bir öz-belirlenimi anlamına gelir.

Hegel`in girişimi, düşüncenin belirli, nesnel bir içeriğe sahip olması için gerekli olan kategoriler veya “düşünce belirlenimlerini” (Denkbestimmungen) konu edinir; aynı zamanda varlığın kendisinin olası belirliliğine içsel olan belirlenimleri saptayacak bir girişim. Bu da onun bir metafizik, “düşünce ve varlığın özdeşliğine” bu anlamda dayanan bir metafizik olması demektir. Söz konusu olan herhangi bir duyumsanamaz gercekliğin bilgisi değil, anlaşılabilir her gerçekliğin bilgisidir, yani varolan tek gerçekliğin. Bu, klasik felsefenin büyük ilkesinin yeniden canlanmasidir: varolmak anlaşılabilir olmaktır. Düşünmenin kendi üzerine bilgisi neyin anlaşılabilir olduğununun bilgisidir ve bununla beraber neyin varolabileceğini bilmektir.

Başka bir biçimde ifade edersek, herhangi bir şeyin anlaşılabilirliği tam da o şey olmanın ne demek olduğudur, Aristoteles`ten beri metafiziğin belirleyici sorusu olan “o nedir” (ti esti) sorusunun yanıtı olarak belirli bir biçimde “bu-şöyle” (todes ti) olmaktır. Varolmak anlaşılabilir, belirlenimli bir biçimde “ne ise o” olmaktır. Düşünce kendini bilirken her şeyi, herhangi bir şey olmanın ne olduğunu, belirlenimli, kavranabilir olmanın ne olduğunu bilir. Aristoteles için olduğu gibi, metafiziğin görevi bir şeyin tikel olarak ne olduğunu söylemek degildir. Herhangi bir şey için neyin doğru olması gerektiğini belirlemektir, öyle ki tikel olarak ne olduğu özel bilimler tarafından saptanabilsin.

Hegel, ve bir dereceye kadar da Leibniz, modernitede, Hobbes ve Descartes benzerlerinin onu küçümsemesinden sonra Aristoteles`i böylesi bir canlandırma girişiminde bulunan ilk düşünürdür (bütün farklılıklarına rağmen) ve başardığı şey metafiziğin kaderinde nispeten keşfedilmemiş bir seçenek olarak kalmıştır.

Yazının İngilizce orjinali : https://iai.tv/articles/the-return-of-metaphysics-hegel-vs-kant-auid-2032