Kriz Zamanı, Zaman Krizi

Toplumun bugünkü düzenine güveniyorsunuz, ama bu düzenin kaçınılmaz devrimlere bağlı olduğunu ve çocuklarınızı ilgilendirecek devrimi ne önceden kestirme ne de engelleme olanağınızın bulunduğunu fark etmiyorsunuz. Büyük küçülüyor, zengin yoksullaşıyor, hükümdar uyruk oluyor: Kaderin sillesi bu kadar az mı ki bunlardan bağışık olabileceğiniz düşünüyorsunuz? Kriz durumuna ve devrimler yüzyılına yaklaşıyoruz. O zaman sonunuzu size kim söyleyebilir?

Jean-Jacques Rousseau

 

Bir risk ve kriz çağında yaşadığımızdan, neoliberal bireyin artık bir ‘‘risk taşıyıcısı’’ olduğundan söz ediliyor sık sık: riskleri ve krizleri sürekli göz önünde bulunduran, öngörmeye çalışan, gözetmek ve hesaplamak zorunda olan, ama bunu riski ortadan kaldırma ihtimalini düşünmeden, sürdürülebilir şekilde, kendi kişisel alanında yaşayan bir birey; her şeyden önce, ‘‘maruz kalmışlık’’ ile karakterize olmuş bir birey. Medyanın, bürokrasinin, akademinin felaket tellalı doksozoflarınca sürekli bir enformasyon bombardımanına maruz kalma hali bu. Kriz, sanki adeta krizli durumun kendisinden, şu andaki mevcudiyetinden, aktüelliğinden ziyade krizli bir durumla karşılaşma endişesinden, tedirginliğinden, gelecekteki potansiyel kriz riskinden kaynaklıymış gibi görünüyor. Gündelik yaşamın her bir anı, aşk ilişkilerinden emek süreçlerine her bir alanı (‘‘ilişkimizin geleceği’’, ‘‘ekonominin geleceği’’, ‘‘ülkenin geleceği’’ ‘‘çocuğumuzun geleceği’’…) böylesi bir krizin sancısıyla yaşanıyor. Yalnızca ekonomik bir krizden bahsetmiyoruz bu durumda. Öznel ve toplumsal gerçeklik düzlemlerinin kesişiminde maruz kalınan, tabiri caizse, varoluşsal bir kriz.

 

Tüm bunlar bizi zamanı dert etmeye zorlamıyor mu sahiden? Krizden ve riskten bahsettiğimizde, D.H. Lawrence’ın deyişiyle ‘‘zamanın ve mekanın hayvanları’’ olarak, tam da bir gelecek krizinin içine düşmüşüz demektir. Ama Rousseau’nun Emile’de yaptığı, yaklaşmakta olan kriz durumuna ve devrimler yüzyılına dair yukarıdaki ikazın günümüz doksozoflarının kehanetlerinden ayrıksı bir tarafı vardı: müdahil olmak, maruz kalmışlığı yırtıp atmak. O halde krizin Rousseau’nun çağı ile günümüz için farklı bir anlamı var.

 

Krizler karşısında yaygın felaket tellallığın tecessüm ettiği slogan şuymuş gibi görünüyor: ‘‘Başka alternatif yok’’.  Margaret Thatcher’ın neoliberal kapitalizm eleştirileri karşısında savunduğu, sınıfsal anlamda oldukça yüklü olan bu sloganın bir gerçeklik payı var kuşkusuz. Evet, başka alternatif yok. Ama bu sloganın gözden kaçan didaktik üslubundaki şu tehdidi yakalamalıyız: Hayır, bu slogan gerçekten başka alternatifler olmadığını söylemiyor; başka alternatiflere izin verilmeyeceğini, kriminalize edileceğini, şiddetle bastırılacağını, karşı koyulacağını ikaz ediyor. Başka alternatiflere izin verilmeyecektir! Böylesi bir ikaz aslında tam da başka alternatiflerin gündemde oluşunun, halihazırda kendisini belli edişinin, göz kırpışının, kanat çırpışının (‘‘Avrupa’da bir hayalet’’, o günden bugüne halen, dolaşmakta…) semptomu değil midir?

Kriz ne orijinal Yunanca anlamında ne de güçlü politik çağrışımlarının olduğu, bir örneğini Rousseau’da gördüğümüz, 18. ve 19. yüzyıl boyunca günümüzdeki gibi bir anlama sahip olmamıştı. Reinhart Koselleck (1988), ‘‘devrimler çağı’’ olarak tanımladığı 18-19. yüzyılın aynı zamanda krizlerin ve kritiğin çağı olduğunu söylemişti. Kriz ve kritik, tarihsel kategoriler olarak, devrimlerin, savaşların, iktidar değişimlerinin yaşandığı bir dönemin nişanesiydi. Kriz ve kritik, tam da bu yüzyılda modern düşünce sahnesine çıktılar (Kant’ı hatırlamak yeterli), elbette politik olarak yüklü bir şekilde. Ancak günümüzde krizin algılanışındaki esaslı dönüşüm, o yüzyıllardan farklı olarak, bize şunu gösteriyor: zaman artık tarihsel olarak dinamik bir dolayım değil; ne bir itici güç ne de gerçekleştirilmesi gereken politik bir görev sahası. Zaman, gelecek ufkuna yönelik bir amaçlılıktan (ereksellik demek istemiyorum buna) soyutlandığı ölçüde herhangi bir vaatten ve taahhütten yalıtılmış, tahayyül edilemez, belirsiz bir gelecekten başka bir şey ifade etmiyor.

 

Antik Yunan’da da ‘‘kriz’’ (Fransızca crise, İngilizce crisis) kelimesinin kökeninde ‘‘hükümde bulunma, karar verme, seçme, tasnif etme’’ gibi anlamlara gelen krisis vardı. Esasen tıbbi kökenli bir kelime olarak, bir hastalığın teşhisi ve tedavisi anlamını taşıyordu. Bu, belirsiz bir süreçteki belirleyici bir uğrak, süreci tanıma ve sürmesi veya sürmemesi yönünde müdahale etme anlamında krizi düşünmeye götürüyor bizi. Ama öyle görünüyor ki kriz, modern hayatlarımızın içi boşaltılmış bir şekilde içkin bir unsuru, yaygın ve ‘‘normal’’ bir durumu artık. Günümüzde kriz, tam tersine, belirsiz ve hatta karar verilemez olanın bir işareti. Bu kriz çağında hissettiğimiz şey, ne Hipokrat gibi tıpçıların ne de Rousseau gibi siyasi figürlerin dilinde göremeyeceğimiz bir şekilde, artık karar verilecek, müdahale edilecek hiçbir şeyin kalmadığı algısı. Kriz olarak deneyimlenen şey yüzleşilecek çalkantılı bir süreç veya alınacak büyük bir karardan ziyade tam da böylesi bir karar alma, yüzleşme olanağının, ihtimalinin yokluğu olarak deneyimleniyor. Böyle olduğu ölçüde karar verilecek, hükümde bulunulacak, dahil olunacak bir olay değil kriz anı; daha ziyade, bir maruz kalma hali.

 

Kriz algılayışındaki böylesi bir farklılık, diğer pek çok şeyin yanında, zamanla olan ilişkimizdeki bir farklılığa işaret ediyor: belirsiz bir gelecekle karşılaşma, ama Rousseau’da olduğu gibi bu belirsizliğe müdahale etme itkisinden ziyade zamansal varoluşumuza dair duyduğumuz inançsızlık ve endişeyle karakterize olan bir ilişki. Çünkü kriz, ister tıbbi (mental, fizyolojik vs.) ister ekonomik hangi alanda geçerli olursa olsun, zamansal bir süreç, bir uğraktır. Her kültürün, her toplumun (kapitalist veya pre-kapitalist) farklı bir zamansallıkta, farklı bir zaman deneyimi olduğunu biliyoruz. Geçmiş, şimdi ve gelecek, aynı lineerlikte ve belirlenim zincirinde sıralanmıyor. Kriz, bu anlamda, belirli bir lineerliğin (böyle olduğu ölçüde bir düzenin, sistemin işleyişinin) akışının kesildiği, aynı şekilde devam etmeyeceğinin anlaşıldığı bir uğrağa, semptoma işaret ediyor. ‘‘Zamanda olma’’nın bu farklı toplumsal biçimleri, belirsiz bir geleceğe kolektif bir şekilde nasıl bakılacağı ve insanların kendilerini bu belirsiz geleceğe nasıl yönlendireceği soruları etrafında şekillenir. Bu açıdan günümüzde politik olanın krizi, tam da artık toplumun kendini politik eylemle geleceğe taşıma, bir ufka yerleşme kudretinin kaybıdır (ya da, daha doğrusu, gasp edilişidir). Bu, politik eylemselliğin kriz anlarında artık reaktif karşı-konumlanışını bırakarak bir inisiyatif, bir alternatif olarak, aktif şekilde müdahalesini gerektiriyor. Öyleyse krizlerin çözümsüzlüğü bir ufuksuzluktan, kendimizi geleceğe taşıyamamaktan, Deleuze’ün tabiriyle kendi rüyalarımızı görememek ve ‘‘başkalarının rüyalarına yakalanmaktan’’ başka bir şey değil.

Dolayısıyla, çok zorunlu bir şekilde, bir ufuk problemiyle karşı karşıyayız. Kriz, kaçınılmaz bir sürecin nihai noktası değil, tam da alternatif olan ile reel olanın eşitlenmesidir. Antonio Gramsci’nin (2003) tabiriyle, ‘‘eskinin sona ermekte olduğu ama yeninin henüz baş göstermediği bir anda, çok çeşitli arazların meydana geldiği bir fetret durumunda (interregnum)’’ kriz patlak verir, ya da daha ziyade, tam da bu eşiktelik halidir. Başka bir deyişle, kriz bu eşikteki kairolojik[1] bir potansiyel, bir tekilliktir. İçinde yaşadığımız kriz zamanları bizi kesinliklerin ve belirliliklerin dağıldığı bir gerçeklikle yüzleşmeye, ve tam da böyle olduğu ölçüde geleceğe dair yönelimimizi tekrar tekrar sorgulamaya yöneltmeli. Bu koşullarda belirsizliklerin (güvencesizlik, esnekleşme, finansal kapitalizm, kullanmakta ısrar etmenin ne kadar doğru olduğuna emin olamadığım yorgun politik kurumlar ve eylemlilikler vs.) baş göstermesi artık bir yön değişimini, yeni düşünme ve eyleme biçimlerini ‘‘icat’’ etmeyi hayati bir sorun (ve politik bir görev) olarak önümüze getiriyor. Yves Citton’un işaret ettiği üzere, burada tam da hakim ekonomik düşünüşün bir illüzyonuyla karşı karşıyayız: Kriz daima bir resesyon, stagnasyon durumu olarak düşünülmeye yakın gibi. Krizdeyizdir, çünkü gayrı safi yurt içi hasıla yeterince hızlı büyümemektedir. Oysa kriz hızdan ziyade yönle ilgilidir. Mesele daha yavaş veya daha hızlı büyümekten ziyade, üretici güçlerin ne yönde, nasıl seferber edileceğidir. Dolayısıyla günümüzde, geleceğe dönük beklentilerin ve yönelimlerin inisiyatifini elden kaçırdığımız, tabiri caizse kairos’u iktidara kaptırdığımız, bir tahayyülsüzlük hali içindeyken, ‘‘tarih’’ sorununu tekrar varoluşsal düzlemde, zamansal konumlanışımız, geçmiş-şimdi-gelecek eklemlenmesini nasıl düşündüğümüz ve deneyimlediğimiz çerçevesinde ele almak zorundayız. Ezcümle, son sözü bu zorunluluğu kronolojik akışın çok ayrı zamanlarında sezmiş, ama ortak sezgileriyle birkaç yüzyıllık kronolojik uzaklığı aşabilmiş iki ozan, Seneca ve Tarkovski söylesin:

‘‘Zamandan başka, sevgili Lucilius, hiçbir şey bize ait değildir. Doğa bize yalnızca işte bu kaygan ve uçucu şeyi, birilerinin her an elimizden alabileceği bu zamanı emanet etti.’’-Seneca (Ad Lucilium Epistulae Morales, 1.3)

‘‘Tek önemli şey zaman içinde zaman bulmak… Bu muazzam zor, fakat yapılmak zorunda.’’-Tarkovski (1994)

 

 

Kaynakça

Gramsci, A. (2003). Selections from the Prison Notebooks. (der. ve çev. Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith). Londra: Lawrence and Wishart.

Koselleck, R. (1988). Critique and Crisis: Enlightenment and the Pathogenesis of Modern Society. Cambridge: MIT Press.

Seneca. (1970). Ad Lucilium Epistulae Morales. (çev. Richard Gummere). Londra: William Heinemann.

Tarkovski, A. (1994). Zaman Zaman İçinde. (çev. Seda Kervanoğlu). İstanbul: AFA Yayınları.


[1]  Antik Yunan’da zamana tekabül eden, ‘‘an’’ ile ‘‘zaman’’ arasındaki farka işaret eden iki kelime vardı: khronos ve kairos. Ölçülebilir, lineer, homojen khronos ve deneyimlenen anı, heterojenliği, ölçülemezliği ifade eden kairosKairoskhronos’tan ayrı, onun dışında, ondan bağımsız ya da ona alternatif değil. Aksine, tam da kronolojik akışın içinde yuvalanır; kronolojik zamanın her bir anında kairos bir ‘‘an’’ olarak kendini sezdirir. Kairos’un ilkine paralel ikinci bir anlamı da ‘‘fırsat’’ ve Yunanlılar kairos’u kafasının arkası traşlı, ayaklarında ve sırtında kanatları olan bir mahluk olarak betimlemişler. Yani, peşinden koşarak, saçından yakalayarak asla yetişemezsin, kanatlarının hızına asla erişemezsin. Ama o tam da onu takip etmeyenlerin peşinde gelir, arkalarından yaklaşır. Ve bunun için de başka bir meziyet gerekli: ne episteme, ne tekhne iş görür bu noktada ama phronesis’e, pratik bilgeliğe, göz açıklığına, sezgisel güce, doğru anda doğru davranabilme yetisine, metis’e ihtiyaç vardır. Yani, artık karar vermeye mecbur kalınan, geri dönüşü olmayan o eşik, Ernst Bloch’un tabiriyle augenblick, o göz açıp kapayıncaya dek geçen kısacık an.