Anahtar Kavramlar” yazı dizisinde Bükem Özçeri, Ceren Dalgıç, Güncel Oğulcan Ülgen, M. Taha Tunç ve Rahmi Yurttakalan farklı açılardan “sorunlu” gördükleri kavramların izini sürecek ve konuyla ilgili çalışma yürüten akademisyenlerin veya çevirmenlerin görüşlerine de başvuracak. Yazı dizisinin bu bölümünde Emine Sarıkartal’ı (Université Bordeaux Montaigne) konuk ediyoruz. Toros Güneş Esgün ve ViraVerita yayın kurulunun editörlüğünde bir sene boyunca her ay bir kavram grubu hakkında bir yazı yayımlanacak. Çalışma grubuna anahtarkavramlar@gmail.com adresi üzerinden yazı ve önerilerinizle siz de katkı sunabilirsiniz.
Anahtar Kavramlar ekibinin iki üyesi Güncel Oğulcan Ülgen ile M. Taha Tunç felsefede anlam, gönderim ve gösterge kavramları üzerine bir tartışma yürütüyor. Böylelikle yazı dizimizde ilk kez diyalog formatıyla okurun karşısına çıkıyoruz. Yazının sonunda sorulan soruyu ise Emine Sarıkartal cevaplıyor.
M. Taha Tunç: 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başları, dil felsefesi açısından büyük kırılma ânlarını barındırıyor: Frege’nin “kavram-yazısı” (Begriffsschrift), “anlam” (Sinn) ile “gönderim” (Bedeutung) ayrımı, Russell’ın “gönderim” (denoting) yorumu, Russell’la birlikte Wittgenstein’ı takiben felsefenin sorunlarını dil sorunları olarak ele alan mantıksal atomcular, Husserl’in “yönelimsellik” (Intentionalität) kuramının dile dair sonuçları, Saussure ile Peirce’ün birbirinden farklı “gösterge” (signe) kuramları ve dahası. Her ne kadar saydığımız isimlerden bazıları listeye dahil edilmese de geri kalanlara başka isimler dahil edilerek bu dile yönelişe “dil dönemeci” (linguistic turn) deniyor.[1] Seninle bu dil dönemecinin merkezi üç kavramına odaklanalım istiyorum: anlam, gönderim, gösterge. Üçü de dil, dünya ve düşünce arasında gerçekleşen şu “anlamla(ndır)ma” (signification) sürecine işaret ediyor. Genellikle anlam ile gönderimden bahsedenler göstergeden pek bahsetmez, göstergeden bahseden de anlam ile gönderim ayrımına gitmez. Oysa üçü de farklı açılardan anlamlandırma dediğimiz şeyin doğasını incelememizi mümkün kılıyor. İkimizin de gönlünden geçen bu konuyu beraber tartışmamızdı sanırım. Ne de olsa ikimiz de dil felsefesiyle farklı açılardan meşgul olmuşuz; ayrıca felsefe ve sosyal bilimler çevirisiyle uğraşıyoruz – sen mekteplisin, ben alaylı. Yaptığım bu üçlü görünen ikili ayrıma (bir yanda “anlam ile gönderim”, öte yanda “gösterge”) katılıp katılmadığını sorayım önce. Bu kavramları sen nasıl anlıyorsun?
Güncel Oğulcan Ülgen: Belki de öncelikle biraz şu dilsel dönemeç fikrinin üstünde durmak gerekir. Biz bu dilsel dönemeci bugün artık resmi olarak dilsel dönemeç olarak adlandırılan dönemeçte ilk defa mı döndük, yoksa dilin düşüncemiz üzerindeki tuhaf ısrarı nedeniyle tarih boyunca zaten hep dönüp dönüp duruyor muyuz? Örneğin Carol Poster Herakleitos’un temsilcisi olduğu bir dilsel dönemeçten bahseder ve bunun felsefe tarihindeki ilk dilsel dönemeç olduğunu ileri sürer.[2] Herakleitos’tan sonraysa ondan ilham almış olan ama daha çok Protagoras ile Prodikos’un adlarıyla ilişkilendirilen orthoepeia öğretisini; Gorgias’ın dili büyük bir efendi olarak tanıtışını ve odağını dile, dilin etkilerine yönelterek bir dil kuramı öneriyor oluşunu; Krtaylos’un adların uygunluğu/doğruluğu tartışmasında tuttuğu o oldukça tuhaf konumu buluruz. Platon’a kadarki dönemde dille ilgili pek çok soru felsefenin merkezi ilgisini oluşturmuştur: dilin uzlaşımsal olup olmadığı; dilin kökeni; dilin yapısı; dil ile varolanlar ya da varlık arasındaki ilişki; dil ile düşünce arasındaki ilişki; dilin eğitimdeki rolü ile dilin toplumsal-siyasal yaşamdaki rolü vb. Bu sorular Kratylos diyaloğunda Platon felsefenin odağını son derece kaygan olarak değerlendirdiği dilden sabit ve sağlam olan varlığa çevirene kadar tartışılagelmiştir. Bu diyalogda Platon felsefi sorunların aslında dille ilgili sorunlar olmadığını göstererek felsefe tarihinde önemli bir paradigma değişimine neden olmuştur. Fakat bu, Platon’un ve onunla hemen hemen aynı kaygılara sahip olan Aristoteles’in düşüncesinde dil meselesinin tamamen önemsizleştiği anlamına gelmez. İkisini buluşturan ortak çaba, felsefi ve genel olarak düşünsel odağı dilden varlığa kaydırmaktır. Fakat bu geçişi gerçekleştirmek için dil incelemeleri yine de gerekli olmuştur.
Sonraları Stoacıların mantık çalışmaları[3] ve Ortaçağ felsefesinde anlamlandırma, gönderge, gösterge üzerine tartışmalar bir kere daha dilin düşünce ve felsefeyle ilişkisinin başatlığını gözler önüne serer. 17. yüzyıla geldiğimizde ise pek çok yeni gelişme görürüz: Fransa’da Port-Royal mantığı (Logique de Port-Royal); Hobbes’un Leviathan’da dile (daha spesifik olarak adların/kavramların netliğine) yüklediği önem; Locke’un Deneme’de dil üzerine söyledikleri ve (sign olarak) gösterge kavramını gündemine getirmesi (Locke Peirce’ü önceleyerek göstergeler öğretisini yani semeiotica’yı da bilimin dallarından biri olarak tanıtır); Leibniz’in ise Frege’nin ideografisini hazırlayan meşhur characteristica universalisönerisi. 18. yüzyıl ile 19. yüzyılda ise temel tartışma dilin ya da dillerin kökeni tartışmasına dönüşmüştür; tarihsel-karşılaştırmalı bir bakış açısının yaygınlık kazanması da yine bu dönemde gerçekleşmiştir. Özellikle Humboldt ve Herder’in dili bir ulusun tininin ifadesi olarak görmesi o dönemlerde oldukça belirleyici bir düşünce olmuştur. Bu düşünce aynı zamanda antropoloji ve dilbilimde Sapir-Whorf hipotezi olarak bilinen hipotezin de ilham kaynaklarındandır. Filolojinin yükselişi de yine bu döneme denk gelir ve daha sonraları Saussure’ün karşı çıkacağı romantik dil anlayışının bu dönemde yaygınlaşmaya başladığını görürüz. Tüm bu dönemeçleri göz önünde bulundurursak sormamız gereken ilk soru belki de şu olmalıdır: 20. yüzyıldaki dilsel dönemeci (ya da dönemeçleri) diğerlerinden nasıl ayırabiliriz? Bu dönemeçlerin bir ayırıcı özelliği, varsa eğer, nedir? Belki de bu sorulara bir cevap verebilmek için 20. yüzyılda dil hakkındaki tartışmaları kendilerine göre belirlemiş olan Frege ile Saussure’ü ayrı ayrı konuşmak yerinde olur. Bu sorular hakkında sen ne düşünüyorsun? Nereden ve nasıl başlamayı tercih ederdin?
M.T.T.: Pekâlâ yerinde bir arka plan anlatısı sundun: dilin sorunsallaştığı felsefi ânlar – neredeyse felsefe tarihinde bu tartışmanın bir sürekliliği olduğuna ikna olacağım. Sorularına geleyim. 20. yüzyılda adı konan dil dönemecinin Kant’ın miras bıraktığı tartışmalarla birlikte şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu arada şifreli ifadelerimi çözdüğünü görüyorum: “anlam ile gönderim”le niyetim Frege’yi, “gösterge”yle de Saussure’ü kastediyordum. İkisini de Kant’ın bıraktığı mirasla anlamak mümkün geliyor bana. Frege yüklemler mantığıyla bize aslında her felsefi sorunun dilden hareketle aksiyomatikleştirilebileceğini gösteriyordu, bu da Kant’ın “görü”yü (Anschauung) dışarıda bırakma çabasının bir nevi devamı sayılır.[4] Saussure ise dilin Romantiklerin zannettiği gibi sadece tarihsel, kültürel, hadi diyelim, milli bir şey olarak incelenemeyeceğini, aynı zamanda karşılaştırmalı olması gerektiğini göstermeye çalışıyordu ki artzamanlılık (diachronie) ile eşzamanlılık (synchronie) birbirini tamamlayabilsin.[5] Kant’ın saf uzay görüsünü krize sokan Euklidesçi-olmayan geometriler gibi Frege’nin “kavram yazısı” projesi de aritmetiğin aksiyomatikleştirilmesiyle saf zaman görüsünü ıskartaya çıkarmayı teklif ediyordu. Saussure ise Kant’ın görü ile kavram ayrımını andıran bir ayrımı dilin dünyasında yapıyordu: dışsal bir öğenin tasarımı olan “işitim imgesi”ni (image acoustique) ifade eden “gösteren” (signifiant) ile zihinsel bir veçheye sahip olan “kavram”ı ifade eden “gösterilen” (signifié).[6] Tabii bu kavramın GDD’deki formülasyonu; Saussure yazılarında gösteren yerine sadece gösterge de diyor.[7] Dili bu yüzden bir kağıda benzetir: ön yüzü düşünce, arka yüzü sestir; bunları ayırmak güçtür.[8] Dil felsefesi kitaplarında Saussure’e rastlayamayız, dilbilim kitaplarında da Frege’nin adı pek geçmez. Netice itibariyle, sorduğun sorunun cevabı bahsettiğimiz dil dönemecinde bir tür devrimler silsilesi görmeyi gerektiriyor sanki: Frege bunu mantıkta yaptı, Saussure dilbilimde – her ikisinin de felsefi sonuçları var. Frege ile takipçilerininkine “dil felsefesi” diyoruz, Saussure ile yeni-Saussurecülerin yaptığına neden “dilbilim felsefesi”[9] demeyelim? (Bu arada dil dönemecine Saussure’ün dahil edilmediğini de hatırlatalım.) Saussure dilbilim incelemeleri için dışarıdan bir felsefe devşirmemiş, aksine dilbilim çalışmalarından bir dil felsefesine doğru gitmiştir.[10] Michel Foucault yapısalcılıkla ilgili şöyle diyordu: “Yapısalcılık yeni bir yöntem değildir, modern bilginin (savoir) gözünü açmış huysuz bilincidir.”[11] 16. yüzyılın sonundan başlayıp 18. yüzyılın başına kadar süren klasik çağın meselesi “ad” ile “düzen/sıra” arasındaki ilişkilerdi; modern düşünce ise “anlamın (sens) doğruluk biçimiyle ve varlık biçimiyle arasındaki ilişkisini” sorun haline getirdi.[12] Saussure de anlamı “farklı değer” olarak, yani aslında “değer” olarak tanımlar; buna paralel olarak “biçim bir değer taşır, dolayısıyla başka değerlerin varlığından haberdar eder bizi”;[13] bu yüzden “dilde tözsel hiçbir şey yoktur” diyecektir. Sonuç olarak, birçok dil dönemeci saptanabilir, ama bana kalırsa 20. yüzyıldakinin meselesi başkadır. Sadece felsefeyi değil sosyal ve beşeri bilimleri de derinden etkilemiştir.
G.O.Ü.: Dil felsefesi ile dilbilim felsefesi arasında çizmiş olduğumuz bu ayrım, 20. yüzyılın ilk yarısındaki gelişmeleri anlamak için bence son derece verimli bir ayrım.[14] Bize aynı anda gerçekleşen iki farklı dilsel dönemecin özgüllüklerini de serimleme ve tartışma fırsatı sağlıyor. bu ayrımın da belirsizleştiğini ya da belirsizleşmeye başladığını söyleyebiliriz. Örneğin Jakobson 1973’te yazdığı Anlama Dair Kimi Sorular metninde gösterilenin (signatum) dilbilime, göndergenin (designatum) ise mantığa ait olduğu konusunda daha önceleri Quine ile “diplomatik bir mutabakata vardıklarını” aktarır.[15] Jakobson’un mantıktan anladığı elbette analitik dil felsefesidir. Ancak bir sonraki cümlede bu mutabakatı fesh edercesine artık göndergenin de bir yönüyle, bu elbette onun dilsel yönüdür, dilbilime ait olduğunu öne sürer. Jakobson gönderimin bağlamsal anlam açısından önemli olduğunu söyler. Böylece gönderge mefhumunu dilbilimin tartışmalarına dahil eder. Jakobson’un bu hamlesinin sonucunda Saussure’ü takip eden dilbilimciler ve filozoflar ile Frege’yi takip eden dil felsefecileri ve filozoflar arasında kimi potansiyel yakınsamalar da olanaklı hale gelir. Bu yakınsamaların izini belki de en iyi pragmatikte sürebiliriz. Pragmatik, “analitik felsefe” ile “kıta felsefesi”ni dil bakımından ortak sorunsallara bağlamak için oldukça verimli bir bağlantı noktasıdır. Bence günümüzde dille ilgilenen felsefeciler pragmatik üzerine çok daha fazla çalışma yapmalıdır.
Fakat dil felsefesini takip eden “analitikçiler” ile dilbilimi takip eden “kıtacılar” arasında yine de kimi farklılıklar var. Ortaklıklar kadar bunların da betimlenmesi gerekir.
O halde ilkin Frege’yle başlayalım. Günümüzden Frege’ye dönüş, özellikle “kıta felsefesi”yle ilgilenenlerin karşısına oldukça ilginç tartışmalar ve sorunsallar çıkaracaktır. Jean-François Lyotard, Frege’ye dönüşü gönderimin anlamlandırma uğruna dışlanmadığı ve anlamın ana yapısının yönelimsel analizlerin altına gömülmediği noktaya bir dönüş olarak tanımlar.[16] Birincisi kabaca yapısalcılığın ya da daha özel olarak yapısal dilbilimin göndergeyi dışlayan bakış açısını; ikincisi ise anlamı yönelimsel analizlere indirgeyen fenomenolojinin bakış açısını temsil eder. Lyotard’a göre Frege bu ikisine alternatif bir dil anlayışı sunar.
Frege’yi bu bakış açılarından ayıran onun gönderge/gönderim üzerine düşünceleri; onun özgül/özgün anlam kuramı; her türden dilsel analiz için gerekli olduğunu düşündüğü ideografi fikri, yani gündelik dile olan güvensizliği ve ideal dile olan güveni olmuştur.
Frege günümüzde her ne kadar özellikle dil felsefesine yaptığı katkılar nedeniyle bilinse de asıl çalışma alanı dil değil matematiktir. Frege’nin esas projesi aritmetiğin mantıksal yapısını göstermekti. Bu amaca uygun olan ideografiyi geliştirdiği 1879 tarihli Begriffsschrift’ten Grundgesetze der Arithmetik’e kadar, yani Russell günümüzde Russell paradoksu olarak bilinen paradoksu bir mektupla Frege’ye bildirip onun projesini boşa çıkarana kadar, o, aritmetik doğruları mantıktan türetmenin yollarını aradı. İşte bu projenin gereklerinden biri de dil ve dilin işlevi üzerine düşünmek olmuştur ki analitik felsefenin temelleri de bu düşüncelerle atılmıştır.[17]
Frege dili psikolojik kimi tasarımlara (Vorstellung) indirgeyenlere açıkça karşı çıkar. Sözcüklerin anlamını/göndergesini tasarımlara indirgeyen dil anlayışına karşı çıkarak özel olarak sözcükleri genel olarak dili dünyayla ilişkilendirmenin yollarını arar. Böylece konuştuğumuzda tasarımlarımızı ya da Locke’un anladığı anlamda fikirlerimizi (ideas)[18] değil dünyanın bir durumunu ilettiğimizi koyutlayan bir dil anlayışı önerir. Frege’nin 1884 yılında yayınlanan Aritmetiğin Temelleri’nde belirlediği şu üç ilke dille ilgili düşünceleri için de son derece belirleyici olmuştur: “(1) Psikolojik olanı mantıksal olandan, öznel olanı nesnel olandan kesin bir biçimde ayırmak; (2) Sözcüklerin anlamını/gönderimini [Bedeutung] tek başına değil, ancak bir tümce bağlamında [Satzzusammenhänge] ele almak; (3) Kavramla nesne [Gegenstand] arasındaki ayrımı asla gözden kaçırmamak.”[19] Bu ilkelerden de açıkça görülüyor ki Frege dil için mantığa ve belirli bir nesnelliği gerektiren bağlam fikrine önem gösterir.
Frege’nin 1892 yılında yazdığı son derece etkili olan “Über Sinn und Bedeutung” adlı makalesi onun anlam, gönderim ve tasarım üzerine düşüncelerini öğrenmek için en uygun kaynaktır. Frege bu metinde nesneyi/göndergeyi[20] de gündeme getiren üçlü bir ayrım yapar: anlam (Sinn), gönderim (Bedeutung)[21] ve tasarım (Vorstellung). Bu ayrım bize Frege’de göstergenin[22] (Zeichen) üçlü yapısını verir. Gönderim göstergenin bir göndergeye göndermesidir. Gönderge de bir göstergenin karşılık geldiği şeydir. Anlam ise göstergenin bir göndergeyi sunma tarzıdır. Frege bu ayrıma örnek olarak artık oldukça meşhur olan ‘akşam yıldızı’ ile ‘sabah yıldızı’ ifadelerini örnek verir. İki ifade de aynı şeye gönderimde bulunur: Venüs. Fakat bu ifadelerin anlamları birbirinden farklıdır. Yani ‘akşam yıldız’ı Venüs’ü başka bir şekilde, ‘sabah yıldızı’ ise başka bir şekilde sunar. Gönderimde bulunan ifadelerin dışında herhangi bir gönderimde bulunmayan ama buna rağmen anlamlı olan ifadeler vardır. Frege bu türden ifadelere ‘dünyaya en uzak cisim’, ‘en büyük tam sayı’ gibi özel isimleri örnek verir. Bu özel isimlerle karşılaştığımızda onları anlarız fakat onların neye gönderimde bulunduğunu söylemeyeyiz; çoğu zaman böyle bir ihtiyacımız da yoktur. Kaldı ki bu tür ifadelerin özgül bir göndergeleri yoktur. Öyleyse Frege’ye göre anlamın göndergesel olmadığı söylenebilir. Onun görüşlerini Russell ve Viyana Çevresi’yle karşılaştırırken bunu akılda tutmak önemlidir. “Acaba Frege’nin gönderge kavrayışı Wittgenstein’in Felsefi Soruşturmalar’ın 43. paragrafında yaptığı gönderge/taşıyıcı (Bedeutung/Träger) ayrımını hazırlamış olabilir mi?” diye sorabiliriz. Bence bu türden soruları düşünmek için Wittgenstein’ı Russell ve Viyana Çevresi’ni es geçerek Frege’yle tekrar buluşturmak ve tekrar okumak gerekir. Göndergesel olmayan bu anlam kuramını göndergesel olmayan bir başka dil kuramı olan Saussure’ün dil kuramıyla da karşılaştırmaya başlamak için iyi bir başlangıç noktası göndergesel olmayan başka anlam kuramları üzerine çalışmak olacaktır; böylece göndergesel olmayan farklı anlam kuramları arasında kimi ortaklıklara ve farklılıklara işaret edebilir, onları verimli tartışmaların içine dahil edebiliriz.
Frege gönderge ile anlamın nesnel olduğunu belirtir. Anlamın nesnelliğinin kabulü Frege için oldukça önemli bir kabuldür. Bu kabul onun dil anlayışını ötekilerden ayırır. Frege’ye göre anlam nesnel olmalıdır zira aksi halde iletişim mümkün olmazdı. Anlamın öznel olduğunu düşünenler bu düşünceleriyle anlamı tasarıma indirgemek gibi vahim bir hata yaparlar. Bu, Frege’ye göre meseleyi ıskalar ve iletişimi de anlamsız/imkânsız kılar. Bir göstergeyle, bir ifadeyle karşılaştığımızda bir anlamla da karşılaşırız. İşte Frege’ye göre iletilebilir olan tam da bu anlamda anlamdır. Gelgelelim göstergelerle karşılaşmalarımız bizde aynı zamanda tasarımlara da neden olur. Fakat göstergelerle karşılaşma aynı zamanda bizde tasarımlara da yol açar. Tasarımlar anlamların aksine öznel ve kişiseldir. Onlar ne iletilebilir ne de aktarılabilir.[23]Böylece bir yanda paylaşılabilir ve müşterek olan anlam; öte yanda ise kişiye özel ve yalnızca onun için anlamlı olan tasarım vardır. Tasarımlar tamamen zihinselken; anlamlar zihinle ilişkili olsalar da nesneldirler. Lyotard’ın da doğru bir şekilde ifade ettiği gibi Frege bu ayrımda şeyleştirmeyen bir nesnelliği öne çıkarır. Frege böylece anlamı özneye indirgeyen idealistler ile şüphecilere ve onların ortaya koyduğu tasarımsal yaklaşıma açıkça karşı çıkar.
İdealistler ve şüpheciler meşhur ay analojisindeki ayın varlığından (yani ay göstergesinin göndergesi olan nesne olarak aydan) şüphe edeceklerdir. Ne var ki ‘ay dünyadan küçüktür’ dediğimizde kastedilen şeyin ‘ay’a dair tasarımımız olduğunu düşünmek meseleyi yanlış anlamaktır; idealistler ile şüphecilerin düştüğü hata da budur. Bir tasarım olarak ‘ay’dan bahsetmek isteyen bir kişi bunu ‘benim ay tasarımım’ diyerek yapabilir.[24] Biz ‘ay’ın gönderimde bulunduğu şeyden bahsederiz çünkü yalnızca o gönderge bize onunla ilgili doğruluk-değerini verir. Frege ay hakkında konuşabilmemiz ve bilim yapabilmemiz için bir gönderge olarak ayı varsaymak zorunda olduğumuzu öne sürer. Yani ‘ay’ hakkında konuşabilmemiz için onun bir nesne olarak aya gönderimde bulunduğunu varsaymamız gerekir.
Fakat, dediğim gibi, yalnızca gönderimde bulunan göstergeler yoktur. Bazı göstergeler hiçbir gönderimde bulunmasalar dahi anlamlıdırlar. Frege bu tür göstergelerin ve ifadelerin estetik hazza yol açan göstergeler olduğunu söyler. Yani çoğunlukla sanatsal göstergelerdir bunlar. Bu tür göstergelerden oluşan ve estetik haz sağlayan cümleler bilimsel önermelerden farklı olarak yalnızca anlama sahiptir ve bizde kimi tasarımlara, duygulara, hislere yol açar. Örneğin Frege “Odysseus derin bir uykudayken Ithake kıyısına çıkarılmıştı” cümlesinin bir anlama sahip olduğunu söyler; fakat Odysseus isminin/göstergesinin gönderimde bulunup bulunmadığıyla, cümlenin tümünün bir göndergesinin olup olmadığıyla ilgilenmediğimizi ekler. İlgilenmeyiz çünkü estetik cümlelerin yol açtığı herhangi bir göndergesel sorun yoktur. Çoğu zaman anlarız, anladığımızla da yetiniriz. Bu nedenle estetik cümlelerin doğruluğu ya da yanlışlığıyla ilgilenmeyiz. Biz daha çok edebi cümlelerin veya sanatsal imgelerin/göstergelerin anlamlarıyla, bunların neden olduğu duygularla ilgileniriz. Fakat bilim, yani doğruluk arayışı, bizi bilimsel araştırmaya yönlendirir: “Anlamdan gönderime ilerlememizi sağlayan doğruluk için gayretimizdir”. Yani bilimsel önermeler söz konusu olduğunda yalnızca anlamla yetinmeyiz: anlamdan gönderime gitmemiz gerekir.[25] Böylece dil felsefesinin temel problemleri olan anlam-gönderim problemi, doğrulama-yanlışlama problemi de bu çerçeveyle birlikte ortaya konmuş olur.
Şimdi, bu söylenenleri Saussure’ün düşüncesine nasıl yaklaştırabiliriz? Saussure’ün ikili bir yapı arz eden gösterge anlayışına karşı Frege göndergeyi de hesaba katan üçlü bir yapı arz eden bir gösterge anlayışı ortaya koyar: gönderge, anlam ve tasarım. Frege için sanatsal göstergeler gibi kimi göstergeler göndergesel olmamakla beraber anlama sahiptir ve kimi tasarımlara yol açar. Bu arada bu türden göstergeleri yalnızca sanatsal göstergelerle de sınırlamamak gerekir. Günlük hayatta kullandığımız pek çok gösterge muhtemelen bu gösterge cinsine ait olacaktır; yani bu göstergeler anlamlı ve tasarımlı olacaktır ama herhangi bir gönderimde bulunmayacaktır.[26] Kimi başka göstergeler ise anlam ile gönderge arasındaki bağıntıyı ifade edecektir. Bu tür göstergelerle özellikle bilimde karşılaşırız. Fakat yalnızca bilimde değil, doğruluk ile yanlışlığın geçerli olduğu her cümle için gönderge aranacaktır.
Bu görüşlerden hareketle Frege’nin anladığı anlamda göstergeyi semiyotiğin anladığı anlamda göstergeyle ilişkilendirmeyi deneyebiliriz. Bilindiği üzere Peirce göstergeyi sembol, indeks ve ikon olmak üzere üç farklı sınıfa ayırır. Fakat belki de bunları göstergenin üç sınıfı olarak değil de göstergenin üç işlevi olarak değerlendirmek gerekir.[27] Bu öneriyi Frege’ye uygularsak onda da göstergenin farklı işlevlerinden bahsedemez miyiz? (1) Göstergenin nesnel-gönderim işlevi (Bedeutung), (2) göstergenin zihinsel-öznel-tasarım işlevi (Vorstellung) ve (3) göstergenin zihinsel-nesnel-anlamlandırma (Sinn) işlevi. Bu paralellik heyecan verici bir bağlantıya daha işaret eder. Peirce ile Saussure’ün hemen hemen aynı dönemlerde birbirlerinden bağımsız bir şekilde semiyotik ile göstergebilimi (sémiologie) bulmuş olmalarının ne kadar şaşırtıcı olduğu sıklıkla dile getirilir. Benzer bir yakınlık birbirlerinden habersiz olan Frege ile Peirce arasında da kurulamaz mı? Bu soru, Frege’nin gösterge anlayışındaki üçlü işlev fikrini semiyotik bir ilgiyle tekrar okumaya yönelik bir çağrı olarak görülebilir. Bu soru hakkında düşünmek farklı gelenekleri birbirine yakınlaştırmayı olanaklı kılar. Frege’nin dil anlayışı bu sayede sanat, retorik, etik ve politika gibi alanlara da uygulanabilir hale getirilir.[28]
Toparlamak gerekirse dil felsefesi ile dilbilim arasında yapmış olduğumuz bu ayrım birçok şeyin yanında göstergenin anlaşılma biçimine de yönelik bir ayrım gibi görünüyor. Öyleyse farklı gösterge anlayışlarının farklı sorunsallara ve dil anlayışlarına neden olduğu söylenebilir. Sen ne düşünüyorsun? Bu ayrım verimli ve gerekli bir ayrım mı, böyle bir ayrım dil üzerine düşünmek isteyenler için ne tür yeni olanaklar sunar? Saussure’ü bu ayrıma göre nasıl konumlandırabiliriz?
M.T.T.: Frege ile Saussure’ün (hatta Peirce’ü de dahil edelim) gösterge fikri üzerinden yakınlaştırılmasına çok güzel bir katkı oldu söylediklerin. Soruya cevap vererek devam edeyim: Dil felsefesi ile dilbilim felsefesi arasında önerilen ayrımın uygunluğu ancak gerekli olduğu durumlarda kendisini gösteriyor. İlla bu ayrımı yapacağız diye bir şey yok, ama özellikle (1) Saussure’ün filozoflara yönelik eleştirilerini ve (2) iki ismin de geleneksel alımlanışını hatırlarsak, bazı uzlaşmazlıklar da kendisini gösteriyor. Yani ilkin sistematik uyuşmazlıklar varken, ikinci olarak da gelenek olarak farklı gidişatlar söz konusu.
(1) Saussure filozofların “dil verisi” olarak anladıkları şeyde üç şeyin eksik olduğunu söyler (yazılarında bunların sadece ikisi var): 1. Sanılanın aksine “dilin temelini adlar oluşturmaz”; 2. Nesneye bir ad verildiğinde kuşaklar boyunca bu adın taşıdığı anlam hiç değişmez zannedilir.[29] Saussure’ün adlandırma eleştirisi olarak da kabul edebileceğimiz ilk eleştirisiGDD’de zaten mevcut.[30] Buna göre dil, nesnelerin adlarının sıralanması (nomenclature) değildir.[31] Saussure’e göre filozofların “önce nesne gelir, sonra ad” şeklindeki varsayımı dilsel göstergeye dışarıdan dayatılan bir şeydir. İkinci eleştiri ilkini takip eder: Dil felsefecileri genellikle dilin tarihselliğini (yani artzamanlılık eksenini) gözardı ettiği için değişimleri kavramakta güçlük çeker. Saussure’e göre kelimeler sadece görünüşte değişmez, aynı zamanda anlam bakımından da değişir. Saussure GDY’de dili felsefi açıdan ele alma gerekliliğine değinir ama GDD tahrif olmuş bir metin olduğu için felsefe kelimesine rastlamayız; oysa gelenek sadece derslerden hareket eder. Öyleyse, özellikle GDY’nin de yayımlanmasıyla, bir “dilbilim felsefesi”nden bahsetmek mümkün, hatta gerekli görünüyor. Bu da Saussure’ün zımni felsefesini (yeniden) değerlendirmeyi gerektiriyor.
Saussure göstergeyi dil dışı dünyayla ilişkilendirmiyor, daha ziyade dilin doğasına dair dilbilimsel bir perspektiften konuşuyordu; Husserl, Peirce ve Frege dahil birçok isimlerden en önemli farkı bu: sadece “dilsel” gösterge. Bu yüzden Saussure’ün zımni felsefesini Frege’nin apaçık anlam Platonculuğuyla ilişkilendirmek biraz güçleşiyor. Saussure’ün “değer” kavramının ardında siyasal iktisadın,[32] Frege’nin “anlam”ının arkasında matematiğin olduğunu söyleyebiliriz. Bu farklılığa rağmen anlamın göndergesel olmaması Saussure için de geçerli. Frege’nin sabah yıldızı ile akşam yıldızı örneğine benzer bir örnek Saussure’ün Paris-Cenevre ekspresi örneğidir:[33] Her gün 20.45’te kalkan Paris-Cenevre trenini, bütün nitelikleri değişse de aynı tren yapan nedir? Bu durum dildeki özdeşlik sorunuyla ilgilidir; fakat bu özdeşlik trenin sadece kendi niteliklerinden (kalkış saati, geçtiği yollar vb.) değil, aynı zamanda diğer trenlerden farkından (başka bir durağa uğramaması gibi) ileri gelir. Saussure için dil göstergeler sistemi olduğu için bu sistemin her öğesi değere sahiptir; bu yüzden Frege’den ayrı ama Peirce’e benzer şekilde, anlam nesneye ilişkin (veya nesnel) değil değere ilişkindir. Bu yüzden Saussure nesne yoktur demiyor, dilsel anlam nesnelerle oluşmaz, değerlerle oluşur diyor. Fakat bu, değerin sırf öznel olduğu anlamına da gelmez tabii; gösteren de gösterilen de tasarımsaldır, yani belli bilinç faaliyetiyle türer ama değerin toplumsallığına başvurmadan bu tasarım tek başına anlam kazanmaz.[34] Böyle bakıldığında dilin gündelik, bilimsel ya da edebi kullanımlarının her birinde farklı bir gösterge karşımıza çıkmaz; aslında bu alanlar belli değerleri sabitleyerek çalışır diyebiliriz. Dolayısıyla Saussure değeri anlatırken satranç örneğini verir: Oyunda bir taş kaybolduğunda yerine yenisini, hatta başka bir taşı kullanabiliriz pekâlâ; tabii “aynı değerle donatılmak koşuluyla”.[35]Saussure için özdeşlik ile farkın birbirine geçtiği “değer” kavramı, bu yüzden somut kendilik ve gerçekliği içine alır. Yani Odysseus’un anlamlı olması belli bir dil sistemi dahilinde tasarımlanmış olmasını gerektirir. Peki bu durumda Frege’nin doğruluk olarak bilimselliği ile Saussure’ün bilim anlayışını nasıl düşünmeli?
Saussure “dilyetisi” (langage) altında bir “dil” (langue) bir de söz (parole) olduğunu söyler.[36] Dil, “hem dilyetisinin toplumsal ürünüdür, hem de bu yetinin bireylerce kullanılabilmesi için toplumun benimsediği zorunlu bir uzlaşımlar bütünüdür.”[37] Söz ise bir yandan dile aracılık ederken, öte yandan onu üretir. Dolayısıyla toplumsal boyut ile bireysel boyut, sırasıyla dil ile sözün birlikteliğinde mevcuttur. Unutmayalım ki Saussure dili sadece dilden hareketle inceleyecek bir bilim olarak dilbilimi yeniden kurmak istiyordu. Bu yüzden matematikten ya da başka bilimlerden alınan metafizik bir model, Saussure için kabul edilebilir bir kuramsal çerçeve teşkil etmez. Öte yandan bu durum, dilin hiçbir fenomeninin gözardı edilemeyeceğinin de işareti; örneğin, dil felsefecilerinin aksine Saussure tarihsel dilbilgisiyle, ses yasalarıyla vb. ilgilenmiş bir isimdir. Bu durumda Saussurecü dilbilimin nasıl olup da bilim olabildiğini sorgulamaya götürebilir.[38]Frege’den farklı olarak Saussure için, bilimselliğin ölçütü doğruluk veya uygunluk değil, kendine özgü bir inceleme nesnesine sahip bir bilimin kendisine bilimler sınıflandırmasında yer bulabilmesidir; bir anlamda genellikler ile ampirikliklerin birlikte incelenmesidir. Bu yüzden dilbilime yer açmak için göstergebilimi kullanır: Dilbilim, “göstergelerin toplum yaşamı içindeki yaşamını inceleyecek bir bilim” olarak göstergebilimin altında,[39] o da bilincin nasıl işlediğini inceleyen psikolojinin altında yer alır.[40]
(2) Bahsettiğimiz ayrımı gerekli kılan ikinci hususun geleneksel alımlanış olduğunu söylemiştik. Antoine Meillet’ye yazdığı 4 Ocak 1894 tarihli bir mektuptan anlaşılacağı üzere, Saussure kendisini “karşılaştırmalı dilbilimci” olarak görüyordu.[41] Gene de yaptığı işin felsefi sonuçlarının olduğunu biliyor olsa gerekti. Dönüp baktığımızda ise Saussure’ün dil felsefelerinden ziyade sosyal ve beşeri bilimlerde temellük edildiğini görüyoruz. Roman Jacobson’un yapısal dilbilimi, Claude Lévi-Strauss’un yapısal antropolojisi,[42] Roland Barthes’ın göstergebilimi, Jean-Claude Milner’in bir “dil bilimi”[43] projesi, günümüzdeki yeni-Saussurecülerin[44] önemli mirasçılardan bazıları. Peirce gibi Saussure’de de göstergenin göndergesel olmayışı, yorumcuları tarafından sürdürülerek edebiyat eleştirisi başta olmak üzere farklı alanlarda etkili olur.[45] En etkili eleştirmeni olarak ise Jacques Derrida geliyor aklıma: göstergeyle birlikte Saussure’ün ardındaki gelenekten kaynaklı metafizik yükün merkeziliğini yitirmesi ama gene de göstergeden vazgeçemeyişimiz.[46] Gerçi bu eleştiri Derrida’ya özgü sayılmayabilir.[47] Bütün bunların ardından, Saussure’ün yeniden okunup bir dilbilim felsefesinden bahsetmemizi mümkün kılan isimlerden Simon Bouquet’ye göre yeni-Saussurecülüğün üç önceliği var: 1) dilin ikili özü; 2) dil ile sözün ayrılmazlığı; 3) ampirik nesne olarak yorum.[48]Bunlar arasında özellikle “yorum” meselesi oldukça yeni sayılabilir; bu açıdan da retorik ve hermeneutikte yeni yollar açıyor.[49] Saussure’ü felsefi olarak okumak hem GDD dışındaki metinlerinden faydalanmayı hem de oluşan farklı gelenekleri dikkate almayı gerektiriyor. Bir dilbilim felsefesi için bunların vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum.
Netice itibariyle, aslında Saussure’ün eleştirilerinin ve yeni gelişmelerin, filozofların “anlam” kavrayışına katkı sağlayabileceğini düşünüyorum. Frege ile Saussure’ü birlikte okumanın önemi de bundan kaynaklanıyor. Frege’yi ve Saussure’ü yeniden okumayı ben de kıymetli buluyorum. Bunu yapanlardan biri de elbette Lyotard olmuştur. Lyotard’ın felsefesinde Frege ile Saussure’e nasıl rastlıyoruz; ikisini bir araya getiren bir dil felsefesi gerçekten de mümkün olabilir mi? Bu soruları Emine Sarıkartal’a yöneltiyoruz. Sorumuza verdiği cevap için kendisine çok teşekkür ederiz.
Emine Sarıkartal: Jean-François Lyotard’ın Saussure ve Frege arasında kurduğu yakınlık, Discours, figure’ün ilk bölümünün ana dayanaklarından birini oluşturuyor. Aslında bu yakınlığın arka planında Lyotard’ın Roman Jakobson üzerinden yapısalcılığa getirdiği eleştiri ve Emile Benveniste’ten miras aldığı bir dil anlayışı bulunuyor. Burada Lyotard’ın meselesi dildeki derinliği anlamak, dilin derinlikli bir yapı olduğu fikrini temellendirmek. Sizin metinde değindiğiniz üçlü dil anlayışı bu bakımdan da ilginç olabilir: iki boyutlu, düz bir dil fikrinden çıkıp üç boyutlu bir dil kurmaya çalışan bir düşünür Lyotard. Onun için dil, birbirine eşit mesafedeki imleyenlerden oluşan yatay bir sistemden ibaret değil, gönderme yoluyla nesnelere dokunan derinlikli, dikey bir varlık. Hem Jakobson eleştirisinin hem Benveniste okumasının hem de Saussure ile Frege yakınlaşmasının kaynağında bu fikir var.
Lyotard’a göre Jakobson, Saussure’den ilham alıyor ama çok temel bir noktada Saussure’ü yanlış okuduğu için yatay veya düz bir dil anlayışında takılıyor. Bu temel nokta Saussure’deki değer kavramıyla ilgili. Lyotard’ın yorumuna göre Jakobson Saussurecü anlamda değer (valeur) ve imlemeyi (signification) birbirine karıştırıyor. İmlemeyi iletişim işlevinden hareketle düşünüyor ve imleyen ile imlenen arasındaki bağıntının keyfi bir bağıntı olduğunu söylüyor. Poetika da son kertede iletişim şemasının etkisinden kurtulamıyor. Oysa Saussure imleyen ile imlenenin birbirine sebepsizce (immotivé) bağlandığını söylerken, bunun keyfi değil dolayımsız bir bağıntı olduğunu kastediyor Lyotard’a göre. İmlenen bir şey değil, bir akustik imge olduğu ölçüde, iletişim işlevini yerine getiren dilde imleyenin neredeyse eriyip gittiğini, gözden kaybolduğunu ve anlamın dolayımsızca aktarıldığını söylüyor. Bu ise Lyotard’a göre Saussure’de imleme kavramına değil, değer kavramına atfedilmesi gereken bir düşünce.
Öte yandan Lyotard, Saussure’de imlemeyi sadece iletişim sağlayan dilden itibaren düşünemeyeceğimizin altını çiziyor. Yani imleme, imleyen ile imlenen ayrışmasında tüketilemez, sözü de düşünmek gerekir. Bu da artzamanlılığı hesaba katmak demektir. Ancak o zaman dilin düzleştirilmesi sorununa bir çözüm getirmek mümkün olur. Başka bir deyişle Saussure’de dilin derinliği Lyotard’a göre artzamanlılık ve sözden hareketle açılır: Dil hem aktarılan hem kullanılan bir şeydir. Aktarılan bir şeydir, yani dilde bilincine varmadığımız ama miras aldığımız bir boyut bulunur. Bu boyut dünyadan bize gelir. Kullanılan bir şeydir, yani dilde önceden belirli yasaları eğip bükmeyi, yeni yasalar, yeni teamüller yaratmayı mümkün kılan refleksif bir boyut vardır. Bunların ikisi, dili somutlaştırır, opaklaştırır, ona bir kalınlık verir. Saydam bir imleme sistemi olarak dil fikri bunu anlayamaz. Saussure’ün yaptığı benzetmeye göre imleyen ile imlenen bir kâğıdın iki yüzü gibidir, birbirinden ayrılamaz. Lyotard işte burada kağıdın kalınlığına dikkat çeker. Kağıt incedir ama oradadır. Ne saydam ne de geçirgendir.
Bu aşamada Lyotard, aslında Benveniste’in dil anlayışına yöneliyor ve Saussure’ü bu etki altında okuyor. Buna göre eğer imin keyfilik özelliği diye bir şeyden bahsedilecekse bu, imleyen ile imlenen arasındaki ilişkide değil, Benveniste’in savunduğu gibi im ile nesne arasındaki ilişkide aranmalıdır. Böyle bakıldığında, im ile anlamın birbirine içkin olamayacağı açıktır ki bu da Frege’nin anlam ile gönderme, Sinn ile Bedeutung arasında yaptığı ayrımı olumlayan bir tavırdır. Nesneyle im arasında, bir tür negatif temas gibi düşünülebilecek, mesafeden, dışsallıktan gelen bir gönderme ilişkisi vardır. Bu ilişkinin nasıl kurulduğu, Frege’nin dediği gibi, anlam farkına yol açacaktır.
Lyotard’ın Saussure’deki söz deneyiminde altını çizdiği şey, her tür söylemin, yakalamaya çalıştığı bir şeye yönelmiş olduğudur. Yani söylem, hakkında konuştuğu şeye doğru açılmaktadır. Dolayısıyla söylemin bahsettiği şey ile ondan bahsetme şekli arasında bir mesafe, bir açıklık vardır; bunlar birbirine indirgenemeyecek iki ayrı şeydir. Bu tam da Frege’nin anlam ve gönderme ayrımına karşılık gelen bir düşüncedir. Frege’nin Kantçı mirası da buradan hareketle anlaşılabilir ki Lyotard buna dikkat çeker: sentetik önermelerin mümkün olduğunu söylemek, yani a = b türünden önermelerin mümkün olduğunu söylemek, anlam ve göndermenin farklı şeyler olduğunu söylemektir çünkü a = b’nin doğru olması, aynı nesneye gönderen (Bedeutung’ları aynı olan) ama anlamları (nesneye gönderme biçimleri) farklı olan a ve b imlerinin olduğu anlamına gelir.
Aslında buradan itibaren, Lyotard’ın yapısalcılığın eleştirisinden algının fenomenolojisine nasıl geçiş yaptığını da görmeye başlıyoruz. Sentezin mümkün olması demek, nesnenin, nesneden bahseden söylemin dışına, onun açığına konması demektir. Sentetik önerme, bu mesafeyi kat eder. Lyotard bunu, Merleau-Ponty’nin görme deneyimini betimleyişine benzetir: söylemin nesnesi de onun ufku gibidir; nesneye yönelen ifadeler görsel nesneye yönelen ve onun ancak bazı yüzlerini yakalayan bakışlara benzer. Gönderme perspektifinden düşünüldüğünde, fiilî söylem dilyetisinden ayrılarak duyulur olanın aşkınlığında, bir gönderme derinliği içinde kurulur. Gören ile görülen arasında bir açıklığı varsayan görme deneyimi, nesnenin hem uzağa konduğu hem de temas edildiği bu negatif gönderme mekanını düşünmek için örnek teşkil eder.
Lyotard bu şekilde açılan gönderme mekanını bir yandan da psikanalizle ilişkilendirir: nesnenin hiçbir zaman tüm yüzleriyle yakalanamaması, hep bir eksiklik taşıması fikri burada öne çıkar. Ama Lyotard bu yakınlığı kurarken Lacan psikanalizini, Jakobson’u eleştirdiği yerden reddeder: ona göre önemli olan bilinçdışını bir dil sistemine dönüştürmek değil, dilde bilinçdışı olanı yakalamaktır. Bunun için Lyotard Freud’a dönmek gerektiğini savunur. Discours, figure’ün en ilginç hamlelerinden biri, kuşkusuz Frege ve Saussure’ü birlikte okurken onları bir yandan Merleau-Ponty ile bir yandan da Freud ile yan yana getirmesidir.
[1] Bu terimi ilk kullanan ise Gustav Bergmann adlı Avusturyalı filozof. Bkz. Richard Rorty, “Wittgenstein, Heidegger, and The Reification of Language”, Essays on Heidegger and Others. Philosophical Papers (New York: Cambridge University Press, 1991), 50. Kavramın yaygınlaşmasını sağlayan ise Rorty’nin hazırladığı aynı adlı derleme: Linguistic Turn. Essays in Philosophical Method with two Retrospective Essays (Şikago: University of Chicago Press, 1992).
[2] Carol Poster, “The Task of the Bow: Heraclitus’ Rhetorical Critique of Epic Language.” Philosophy & Rhetoric 39, no. 1 (2006): 1–21.
[3] Stoa mantığı ile Frege’nin mantığı arasında oldukça ilginç yakınlıklar vardır. Hatta bu iki mantık birbirine o kadar yakındır ki Frege’nin Stoa mantığından, kesin bir sonuca varmak mümkün olmasa da, intihal yapmış olabileceği bile iddia edilmiştir. Bkz. Susanna Bobzien, “Frege plagiarized the Stoics”, Themes in Plato, Aristotle, and Hellenistic Philosophy, Keeling Lectures 2011-2018 (Chicago: University of Chicago Press, 2021) Ed. Fiona Leigh, 149-206
[4] Ahmet Ayhan Çitil, “Saf Görü, Biçimsel Dizge, Turing Makinesi ve Frege’nin Kavram-Yazısı”, Felsefi Düşün, no. 7 (“Mantık”), Ekim 2016, 45-69.
[5] Bkz. Kojin Karatani, Nation and Aesthetics. On Kant and Freud, çev. Jonathan E. Abel, Hiroki Yoshikuni ve Darwin H. Tsen (Oxford: Oxford University Press, 2017), “Nation-State and Linguistics” bölümü.
[6] Ferdinand de Saussure, Cours de linguistique générale, eleştirel basımı haz. Tullio de Mauro (Paris: Payot, 1979), 27-28 ve 97-100; Türkçesi: Genel Dilbilim Dersleri, çev. Berke Vardar (İstanbul: Multilingual, 2001), 41-42 ve 108-111. Bundan sonra GDD.
[7] Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Yazıları, haz. Simon Bouquet ve Rudolf Engler, çev. Savaş Kılıç (İstanbul: İthaki, 2014), 34. Bundan sonra GDY.
[8] Saussure, GDD, s. 169.
[9] Simon Bouquet’den aktaran Savaş Kılıç, “Saussure’ü Niçin Yeniden Okumalı?”, GDY içinde (İstanbul: İthaki, 2014), 11.
[10] Arild Utaker, La philosophie du langage. Une archéologie saussurienne (Limoges: Lambert-Lucas, 2016), 3.
[11] Michel Foucault, Les mots et les choses. Une archéologie des sciences humaines (Paris: Gallimard, 1966), 221.
[12] Foucault, Les mots et les choses, 220-221.
[13] Saussure, GDY, s. 43.
[14] Bu ayrımı dil felsefesi ile semiyoloji/semiyotik olarak da çeşitleyebiliriz. Bu da kabaca analitik felsefe ile kıta felsefesi arasındaki ayrıma denk düşecektir.
[15] Roman Jakobson, “Some Questions of Meaning”, On Language, haz. Linda R. Waugh ve Monique Monville-Burston (Cambridge: Harvard University Press, 1995), 320.
[16] Jean-François Lyotard, Discours, figure (Paris: Editions Klincksieck, 1985), 103.
[17] Michael Dummett Frege’nin mantık adı altında ilgilendiği meseleleri anlam kuramı (the theory of meaning) altında değerlendirmek gerektiğini söyler.. Ona göre Frege ortaya koyduğu anlam kuramıyla felsefe tarihinde Descartes’ın yaptığına benzer bir şey yapmıştır: nasıl Descartes felsefenin temeline epistemolojiyi yerleştirmiş ve kendinden sonra gelenler bu temele göre düşünmüşse Frege de felsefenin temeline anlam kuramını yerleştirmiş ve kendinden sonra gelenlerin de bu temele göre düşünmesini sağlamıştır. Böylece tıpkı Descartes’tan sonra olduğu gibi Frege’den sonra da yeni bir çağ (epoch) başlamıştır. Bkz. Michael Dummett, “Frege’s Place in the History of Philosophy”, Frege: Philosophy of Language (Cambridge: Harvard University Press, 1981), 665-684.
[18] Locke’un dil anlayışı için bkz. Taylan Altuğ, Dile Gelen Felsefe (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020), 25-55.
[19] Gottlob Frege, Aritmetiğin Temelleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020), 85.
[20] Gönderge her zaman nesne olmak zorunda değildir ya da nesneden anlaşılan şey her zaman gündelik anlamda nesne olmak zorunda değildir. Frege’ye göre sayılar da nesneldir ve matematiksel nesneler vardır. Öte yandan yüklemlerin de göndergeleri vardır: bunlar nesne değil kavramdır.
[21] Gönderim ile gönderge arasındaki ayrıma dikkat etmek gerekir. Gönderim bir sözcüğün bir şeye gönderimde bulunuşunu ifade ederken, gönderge gönderimde bulunan şeye karşılık gelir. “Bedeutung”un Türkçeye nasıl çevrileceği de tartışmalıdır. Arda Denkel “yönletim”, Vehbi Hacıkadiroğlu “yöneltim”, Harun Rızatepe ise “imleme” terimlerini önermiştir. İlhan İnan ise “dilbilimciler tarafından kabul gören ve gündelik dilde de sıklıkla kullanılan ‘gönderme’ terimi, hem diğer seçeneklere göre daha kolay anlaşılabilir olması, hem de yeni türetmelere açık bir terim olması nedeniyle bazı dil felsefecileri tarafından yeğlenir” diyerek ‘gönderme’ karşılığını kullanır. Bkz. İlhan İnan, “Dil Felsefesi”, Felsefe Ansiklopedisi Cilt 4, Ed. Ahmet Cevizci (Ankara: Babil Yayıncılık, 2006), 350. Biz de İlhan İnan’ın gösterdiği gerekçelere yakın gerekçelerle “gönderim” karşılığını kullandık. Son derece Frege’ye özgü olan Bedeutung kavramının nasıl anlaşılacağı ve çevrileceği İngilizce literatürde de pek çok tartışmaya yol açmıştır. Bkz. Ernst Tugendhat, “The Meaning of ‘Bedeutung’ in Frege”, Analysis (vol. 30, no. 6, 1970), 177–189 ve David Bell, “On the Translation of Frege’s Bedeutung” içinde Analysis (vol. 40, no. 4, 1980), 191–195.
[22] Frege’ye göre gösterge “ad, sözcüklerin kombinasyonları, yazılı bir işaret” olarak anlaşılmalıdır. Bu gösterge anlayışını Saussure’ün gösterge anlayışıyla karşılaştırmak oldukça verimli olacaktır. Eugeniusz Grodziriski Frege’yi semantiğe olan ilgisi ve katkıları nedeniyle bir semiyotikçi olarak değerlendirebileceğimizi ileri sürer. Frege’nin semiyotik alanında nerede ve nasıl konumlandırılabileceği ilginç bir araştırma konusu olabilir. Bununa ilgili başlangıç için bkz. Eugeniusz Grodziriski, “Gottlob Frege and Semiotics”, The Semiotic Web 1990: Recent Developments in Theory and History, Ed. Thomas A. Sebeok ve Jean Umiker (Berlin, Boston: De Gruyter Mouton, 1991), 179-200.
[23] Frege gönderim, anlam ve tasarım arasında yaptığı ayrımı örneklemek için bir teleskop analojisine başvurur. Söz konusu analoji için bkz. Gottlob Frege, “On Sense and Meaning”, Translations From The Philosophical Writings of Gottlob Frege, Ed. Peter Geach & Max Black (Oxford: Basic Blackwell Publisher, 1980), 60. Frege, bu analojiyi aktardıktan sonra, tasarımın da bir nesne olarak ele alınmasının mümkün olduğunu fakat bu tartışmanın bizi meseleden uzaklaştıracağını söyler; böylece bu verimli olanağı kapatır. Michael Dummett “Sense and Reference” adlı yazısında Frege’nin zihinsel tasarımları ilkece iletilemez buluşunu eleştirir. Bkz. Michael Dummett, “Sense and Reference”, Frege Philosophy of Language(Cambridge: Harvard University Press, 1981), 85.
[24] Gottlob Frege, “On Sense and Meaning”, Translations From The Philosophical Writings of Gottlob Frege, Ed. Peter Geach & Max Black (Oxford: Basic Blackwell Publisher, 1980), 61.
[25] Frege bu noktada anlam ve düşünce arasında da bir ayrım yapar: “Böylelikle düşünce bir cümlenin gönderimi olarak değil onun anlamı olarak değerlendirilmelidir”. Frege’ye göre biz düşünceyle yetinemeyiz, düşünceden doğruluk-değerine geçmek isteriz. Bkz. On Sense and Meaning s. 62-63.
[26] Wittgenstein’ın söylemek ile göstermek arasında yaptığı ayrımla ilgili hem Tractatus’ta hem de Defterler’inde dile getirdiği bir düşünceyi, Defterler’de (25.05.1915 girdisi) daha güzel bir biçimde ifade ettiğinden oradan alıntılayarak paylaşmak istiyorum. Okuyucu Wittgenstein’ın görüşünü Frege’nin doğruluk gayreti görüşüyle karşılaştırabilir: “Mistik olana yönelim arzularımızın bilim tarafından tatmin edilemeyişinden kaynaklanır. Tüm olanaklı bilimsel sorular yanıtlansa da sorunumuza hâlâ hiç değinilmediğini hissederiz. Elbette bu durumda artık sorular yoktur ve bu yanıttır.” Karş. Tractatus 6.52.
[27] Deleuze ve Guattari’nin semiyotiği üzerine yazan Iain Campbell bu ayrıma güzel bir biçimde işaret eder. Bkz. “Deleuze and Guattari’s Semiorhythmology: A Sketch for a Rhythmic Theory of Signs”, Rhuthmos, 29 Ekim 2020.
[28] Başlangıç için Fregeci bir pragmatik öneren şu yazıya bkz. Laurence R. Horn, “Toward a Fregean pragmatics: Voraussetzung, Nebengedanke, Andeutung”, Explorations in Pragmatics: Linguistic, Cognitive and Intercultural Aspects, Ed. Istvan Kecskes and Laurence R. Horn (Berlin, New York: De Gruyter Mouton, 2007), 39-72.
[29] Saussure, GDY, 227-8.
[30] Saussure, GDD, 108.
[31] Saussure, GDY, 227.
[32] Savaş Kılıç, “Saussure Dilbilimi: Kaynakları ve Yöntem Sorunu”, Dilbilim Araştırmaları (2004): 140.
[33] Saussure, GDD, 163-4. Bunun yorumu için bkz. Tahsin Yücel, Yapısalcılık (İstanbul: Can, 2015), 31.
[34] Saussure’ün semantik konumu bu yüzden sorunlu görünebilir. François Recanati, Frege’ninkine göndergesel semantik derken, (adını anmasa bile) Saussure’ünkine –kabaca– benzer bir semantiğe bilişsel semantik der. Recanati’ye göre bilişsel semantiğin sorunu, son tahlilde, tasarımın/temsilin ne olduğunu açıklamak zorunda kalmasıdır. Bkz. Dil (ve Zihnin) Felsefesi, çev. Ayşe Meral (Ankara: Doğu Batı, 2022), 23-4.
[35] Saussure, GDD, 165-6.
[36] Saussure, GDD, 37 ve 50.
[37] Saussure, GDD, 38.
[38] Gerçi yapısalcılığın bilimsellik arayışı bizzat yapısalcılar tarafından önce sahiplenilen, ardından da mesafe alınan bir tavırdır genelde. Örneğin, Roland Barthes göstergebilim serüvenini üç evreye ayırır; ilki hayranlık, ikincisi bilimsellik, üçüncüsü ise metinden oluşur. Bkz. Göstergebilimsel Serüven, çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat (İstanbul: Yapı Kredi Kültür, 2021), 15.
[39] Bu ilişkiyi tersine çevirerek göstergebilimin aslında dilbilim altında yer almak zorunda olduğuna işaret eden ise Barthes’tır. Bkz. Göstergebilimsel Serüven, 28-9.
[40] Saussure, GDD, 46-8. Dil ile söz, dilyetisinin ayrı birimleri olduğu için ve dilyetisini bütünüyle incelemek mümkün olmadığı için Saussure iki yoldan birini, yani ya dilbilimi ya da söz bilimi seçmek gerektiğini ifade eder. Bkz. GDD, 51.
[41] Saussure, GDY, 335.
[42] Claude Lévi-Strauss, Uzaktan Yakından, söyleşi: Didier Eribon, çev. Haldun Bayrı (İstanbul: Metis, 2018), 172; Anthropologie structurale(Paris: Plon, 1958/1974), 33.
[43] Jean-Claude Milner, Introduction à une science du langage (Paris: Seuil, 1989/1995), 9, 21.
[44] Simon Bouquet, “Saussurisme et néo-saussurisme”, En attendant Nadeau, 13 Nisan 2022, www.en-attendant-nadeau.fr.
[45] Antoine Compagnon, Teorinin Cini. Edebiyat ve Sağduyu, çev. Savaş Kılıç (İstanbul: Metis, 2022), 94-7.
[46] Jacques Derrida, Göstergebilim ve Gramatoloji, çev. Tülin Akşin (İstanbul: Afa, 1994), 31-2.
[47] Anılan diğer isimlere bkz. Barthes, Göstergebilimsel Serüven, 17.
[48] Bouquet, “Saussurisme et néo-saussurisme”.
[49] Saussure ile Nietzsche arasında sıradışı bir yakınlık geliştiren şu metne bkz. Savaş Kılıç, “İlerlemeci Tarih Anlayışına Karşı: Temel Anlam ile Mecaz, İhtiyaç ve Lüks”, e-skop, 15 Ekim 2022, www.e-skop.com.