Kaybolmayan Irkçılık: O Geri Döndü-ya da hep mi buradaydı?

Fantastik sinema her daim ilgi çekici olmuştur. Fantastik edebiyat ve sinemadaki eserlerin büyük bir kısmı aynı zamanda olan bitene dair bir itiraz, bir alternatif önerisi, yeni bir okuma sunar. Fantastik olan ile politik olanın birlikteliğine bir de hiciv eklenirse, sonuç olarak ortaya vasat bir ürünün çıkma olasılığı neredeyse yok gibidir. Söz konusu birleşme sonucu ortaya çıkan eserler içinde en bilindik ve başarılılardan biri Ray Bradbury’nin şahane eserinden, François Truffaut tarafından filmleştirilen Fahrenheit 451 olarak gösterilebilir[1]. Uzun zamandır bu denli ilginç bir hikâye ile karşılaşamamış olmanın derdini yandığım bir sırada, bu tarzı ve genel olarak politik sinemayı sevenler için hiç de sıkıcı olmayan bir eserle karşılaşmış olmanın sevinci ve heyecanıyla söz konusu filmi değerlendirmeye çalışmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Timur Vermes’in Er ist wieder da (O geri döndü) adlı çoksatan kitabından[2] hızlıca beyaz perdeye aktarılan ve kitapla aynı ismi taşıyan filmin konusuna dair çok da fazla detay vermek istemiyorum. Ancak kitabın ya da filmin afişini görenlerin O’nun kim olduğuna, konunun genel olarak ne olduğuna dair hemen “doğru” bir tahminde bulunduğunu varsaydığımdan filmin geneli hakkında mümkün olduğunca az ipucu içeren bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Başlamadan, politik hicvin çok başarılı örneklerinden biri olan Vermes’in eserindense filmi değerlendirmemizin ilk başta yadırganabileceğini ifade etmeliyim. Ancak, filminin kitabı kadar başarılı olduğu eserler listesine üst sıralardan girebilecek bu eserin filminde kitaptan daha fazla bir şeyler olduğunu söylersek çok da yanılmış olmayız. Hareketli kameralar ve (çoğu zaman) iyi oyunculuklarla kitaptaki kurgu perdesini kaldırarak “bu insanların tepkileri gerçek mi?” diye sordurtan yönetmen David Wnendt’in, Vermes ile beraber Aristofanesvari bir iş çıkardığını ifade etmek mümkün.

Kimi zaman mockumentary[3] tarzına yaklaşan film, Berlin’de bir sokak arasında gözlerini açan Adolf Hitler’in, 21. yüzyılda olduğunu, insanların artık Nazi selamı vermediklerini fark etmesiyle ve çok da zaman kaybetmeden kaldığı yerden harekete geçmesiyle başlıyor. Önce Alman toplumunu, daha sonra da Dünya’yı ele geçirme planını ‘yeniden’ devreye sokan Hitler’in, Dünya’nın 1940’lı yıllardan bile daha fazla bir şekilde onun gelişine hazır olduğunu fark etmesi ise uzun sürmüyor. Kitaptan fazla olarak, ‘sıradan’ Almanlarla Dünya’ya yeniden dönmüş Hitler’i konuşturan yönetmen, sıradanlığın arkasına saklanmış milliyetçi ve ırkçı eğilimlerin ortaya dökülmesini sağlayarak ortaya çok değerli bir iş çıkarıyor. Bu karşılaşmalarda belirginleşen söylemlerle Arendt’in (2009) “görevini yerine getiren yurttaş”ı arasındaki benzerliği keşfetmek kelimenin tam anlamıyla huzur bozucu oluyor. Herkesin ilk başlarda meczup gözüyle baktığı Hitler’in filmde dalga geçen bir komedyen ya da bir stand-up sanatçısı olup olmadığı ikilemi film boyunca salınıp dururken, filmdeki şu sözler bu ikilemin ‘komikliği’ni ortadan kaldırıyor: “Hitler’e de ilk başta herkes gülmüştü”. Bu sözler aynı zamanda kendisine ilk başlarda bol bol gülünen, komedi şovlarının başlıca malzemesi haline getirilen ve 2016 Amerikan Başkanlığı seçimlerinde bir anda güçlü bir aday olan Donald J. Trump’ı akla getirmiyor değil.

Ülkemizde de çok sevilen politik hiciv ya da gündelik dildeki ifadesiyle “güldürürken düşündüren” çalışmaların ileride de önemli bir örneği olarak anılacağını düşündüğüm Er ist wieder da (O geri döndü) eserinin en güçlü yanlarından birisi, ele aldığı konuyu seçmekte gösterdiği cesaret olarak ifade edilebilir (belki de politik hicvi bir süredir ancak duvar yazılamalarının kıvrak zekâsında, ya da anonim yazarların gizli saklı sosyal medya hesaplarında görmeye alışık olduğumuz için bana bu kadar cesur gelmiş olabilir).  Hitler’i günümüzde, aramızda hayal etmek bile Almanya toplumu için oldukça büyük bir tabu iken, filmin daha da öteye, bizlerin de içinde yer alan küçük Hitler’lerle uğraşmaya girişmesi oldukça cesur bir çaba. Milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin canlılığını ve aktüelliğini apaçık bir şekilde gösteren yönetmen David Wnendt, filmin Berlin’deki ilk gösteriminde, özellikle korkutucu olanının aşırı sağ ideolojinin ne denli yaygın olduğunu fark etmek olduğunu ifade ediyor. Bu durumun şok ediciliğini bizlere de aktarmayı başaran Wnendt için, bölge ya da yaş grubu fark etmeksizin çok sayıda insanın yabancı düşmanı, İslam karşıtı, demokrasi karşıtı olduğunu görmek şok edici olmuş.

Almanya’da yaşayan Türkiyeliler olarak bizi sürekli tetikte tutan, farklı olana duyulan öfkenin fiziksel şiddete dönüşebilme riskinin ya da başka bir ifade ile farklı, savunmasız ve azınlıkta olanın daimi hissi olan ‘güvercin tedirginliği’nin giderek arttığı günümüzde,  Avrupa’ya akın eden mültecilerin varlığı, ‘radikal’ İslam’ın terör eylemleri, büyüyen ekonomik kriz, kapitalizmle beraber derinleşen çaresizlik ve beraberinde büyüyen öfke Avrupa toplumlarını giderek artan bir biçimde etkisi altına almakta. Macaristan, Yunanistan, Hollanda, Almanya, Fransa, Polonya, İtalya ve daha birçok Avrupa ülkesinde milliyetçilik ve ırkçılık; gündemi, halkların düşünme biçimlerini, dünya algılarını ve farklı olanla etkileşimlerini belirleyen en önemli söylemler. Söylemler yaygınlaşıp, destek buldukça bu söylemlerce biçimlenen fiziksel eylemler daha da yoğunlaşıyor. Almanya’da yabancılara karşı uygulanan şiddet, son zamanlarda neredeyse her gün karşılaşılan bir olgu haline gelmiş görünüyor. Hükümet yetkililerinin açıklamalarına göre Almanya’da aşırı sağcı şiddet 2015 yılında ikiye katlanmış durumda[4] (Porter, 2016). Filminde bu karamsar iklimi de vermeye çabalayan David Wnendt, Avrupa’da giderek artan aşırı sağ hareketliliğe ve Almanya toplumuna bir ayna tutuyor. Filmde gördüğümüz Almanyalıların milliyetçi ve ırkçı söylemleri, Hitler’in formuyla yan yana gelerek daha da ürkütücü bir hal alıyor.

Yeniden Dünya’ya, aramıza dönen Hitler ve ona verilen tepkiler, izleyende daha önce de ifade ettiğim üzere, “yok canım, gerçek olamaz!” tepkisini doğuruyor. Film bittiğinde bile, neresi gerçekti, neresi kurguydu anlamak çok kolay olmuyor. Bir sinema eserinin karşılaması gereken bu çok temel etkinin ötesinde, filmi izlenmeye değer kılan bir diğer şey, milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin o çok rahat içimize işleyen, bizi etkisi altına alan, çoğunlukla farkına bile varamadığımız o güçlü yanını bize verebilmiş olması. Film boyunca, Hitler’in ‘sıradan’ insanlarla konuşmalarıyla ortaya saçılıveren milliyetçilik ve ırkçılık tam da kuramcılarının tespit ettiği özellikleri sergilemekte. Craig Calhoun’un ifade ettiği üzere, bütün dünya algımıza sirayet etmiş olan milliyetçilik, tarihe bakışımızdan, edebiyata, sinemaya ve spora dair düşüncelerimize dek her alana etki eden çok önemli bir yapı (1997, s. 1). Milliyetçiliği bir söylem olarak inceleyen Calhoun (1997) ve Özkırımlı’nın (2010) belirttikleri üzere, milliyetçilik sadece politik olana dair bir alanı kaplamıyor. Milliyetçilik bundan çok daha fazlasını, gündelik hayatımızı, “etrafımızı saran gerçekliği yapılandıran” bir çerçeve sunuyor  (Özkırımlı, 2010, s. 206). Sosyal etkileşimimizi ve gündelik hayatımızı şekillendiren, esnek ve sürekli değişen, farklılaşan yapısı ile milliyetçi söylem tıpkı filmdeki gibi, Hitler’in ufak dokunuşlarıyla kendini ele verebiliyor. Hatta kimi zaman Hitler’in dokunuşlarına bile gerek olmuyor. Hitler’in filmde Almanya’da bulunan yabancılar hakkında konuşan bir Alman’ı sadece dinleyip, en sonunda ‘ben de tam böyle düşünüyorum’ demesi bu bakımdan oldukça manidar. Filmde Hitler’i oynayan Oliver Masucci’nin başarılı oyunculuğu mu, yoksa Hitler figürünün hâlihazırdaki kötücüllüğü sayesinde mi bilemiyorum, çoğu zaman ‘sıradan insanlar’ ile yapılan konuşmalar sırasında Hitler’in sadece orada olması bile çok çarpıcı gerçekliği yeniden ve yeniden ortaya koymaya yetiyor: Milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm yaşadığımız dünyanın hala en etkili söylem ve olguları.

Hitler figürünün kötücüllüğünden bahsetmişken, Almanya’da kitabın yayımlanma sürecinden filminin çekilmesine kadar geçen sürede bu konuda birçok tartışmanın da yaşandığını belirtmek gerek[5]. Almanya’da geçtiğimiz yıllarda Hitler’in bir komedi unsuru olarak kullanılabilmesi, Nazizm’in bir güldürü nesnesi olarak sunulması üzerine hem bu filmle hem de başka bağlamlarda önemli tartışmalar yaşandı. Elbette bu tartışmaların genel olarak Almanya’nın entelektüel mecralarında yaşandığının notunu da düşmeliyiz. Yoksa, Pegida’nın yoğun destekçi bulduğu, AfD’nin[6] iktidara göz kırptığı bölgelerde bu tartışmaların çok da ses getirmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Hitler’in suretinin sinemada çeşitli biçimlerde görünüşü elbette yeni bir olgu değil. Hatta komedi unsuru olarak kullanımı da oldukça eski diyebiliriz. Filmin yönetmeni Wnendt’in de ilham aldığı eserlerden, Chaplin’in 1940 tarihli Great Dictator (Büyük Diktatör) filmi bu türün en bilinenlerinden birisi. Kendisiyle The Guardian‘da yapılan röportajda, ilham aldığı bir diğer eser olan 1941 tarihli Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı oyununa da gönderme yapan Wnendt, Hitler’in yükselişinin sıradan Almanlar olmadan olamayacağını çünkü Hitler’in o insanları hipnotize etmediğini aksine onların Hitler’i seçtiğini ifade ediyor (Connoly, 2015). İnsanların bir komedyen sandığı Hitler’in televizyonda ve sosyal medyada yer alışına dair tartışma filmin de temel izleğini oluşturuyor. Film bir bakıma, Almanya’nın kendi geçmişi ile ne kadar hesaplaştığının, bu geçmişten dersler çıkarıp çıkarmadığının da bir hikâyesi olma özelliğini de taşıyor.

Tüm o meşum tarihine rağmen Almanya’da politikanın gündemini hala aşırı sağ, milliyetçilik ve ırkçılık ekseninin belirliyor oluşu yukarıda sözünü ettiğimiz hesaplaşmanın çok da yapılamadığını göstermekte. Ülkesini sevmek, milliyetiyle gururlanmak, bayrağının dalgalanışından kıvanç duymak ile başka insanların farklı oldukları için sınır dışı edilmelerine, kamplara kapatılmalarına destek vermek arasındaki ince çizginin silikliğini fark edememek milliyetçi ve ırkçı söylemin en belirgin bağlamlarından birisi. Ve bu ince çizgi Almanya’da her geçen gün silikleşiyor. İnsanların söylemleri ile bu korkunç uçurum arasındaki belli belirsizliği fark edememeleri ya da kendilerine ırkçılığı konduramamaları ise ayrı bir facia. Irkçı söylemlerin tespiti ve teşhiri için her seferinde yanımızda bir Hitler suretinin beliremiyor oluşu, konuşanın ağzından çıkanın renginin ırkçılık olduğunu gösteren bir aracın, bir uygulamanın hala üretilememiş oluşu ise çok yazık. Milliyetçiliğe ve ırkçılığa dair tartışmanın önemli bir parçasını kaplayan ve ‘kendini bilmezlik’ hali diye adlandırdığım bu durum, filmde ve maalesef gündelik hayatta sürekli karşılaştığımız bir olgu. Ülkemizde de bolca örneğini gördüğümüz ırkçı söylemlerin faillerinin ırkçılıklarını şiddetle reddedişleri bunun en müstesna örneklerini[7] bünyesinde barındırmakta: “Kürtlerin kaçak elektrik kullanması”[8], her gün mutlaka bir gazete tarafından boş geçilmeyen anti-semitist haberler, ‘Suriyelilerin hırsızlıkları’ ve bir an önce kendi ülkelerine gönderilmeleri gerekliliği, Ermeni artığı, kriptosu olan yazarlar, akademisyenler, sanatçılar sıralı tam listeleri vs. ülkemiz ırkçılarınca ısrarla reddedilen “masum” ve “kişisel” görüşler! Bu bakımdan, “Er ist wieder da” filmindeki gibi, bu söz konusu söylemlerin yanına canlı kanlı bir Hitler figürünü koymanın, o ince bıyığı bu söylemlerin hemen üstüne yerleştirmenin politik olarak oldukça başarılı bir eylem olduğunu ifade etmeliyim. Yönetmenin Hitler figürü ile suret kazandırdığı milliyetçi ve ırkçı söylemlerin meşru zeminden marjinal alana atılabilmesi için bu ve bunun gibi çabaların daha da çoğalması gerekiyor.

Türkiye için milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm artık yadırgayamadığımız, içine doğduğumuz, içinden çıkamadığımız, içinde boğulduğumuz somut gerçeklikler. Farklı olanın sindirilmesi, ezilmesi ve yok edilmesi ülkenin kutlanan haberleri sıralamasında hep yukarılarda. Calhoun’un milliyetçiliğin sadece bir doktrin olmadığı, bunun ötesinde “bir düşünme, konuşma ve hareket biçimi” (Calhoun, 1997, s. 11) olduğu şeklindeki tespiti ülkemiz için çok yalın bir doğru. Bu yüzden, toplumun her biriminde karşılığını bulan milliyetçiliği ve yancı-artçıları ırkçılık ile faşizmi tarihlerinden ders çıkarmışların (ya da en azından ders çıkardıklarını umduklarımızın) gözünden izlemek biz Türkiyeliler için oldukça verimli olacaktır.

Filmde çok az insanın gösterebildiği, “bu saçmalığı durdurun” tepkisi ViraVerita’nın sürekli takipçilerinin kendi ülkemize baktığında sürekli dile getirdiği, ifade ettiği bir tepki. Gerçekten de hem dünyada, hem ülkemizde bu saçmalığın durdurulması gerekiyor. Belli belirsizce ve hiç fark ettirmeden dilimize, bilincimize, dünya algımıza giriveren bu söylemlerin ötesindeki ‘ince bıyığı’ görmek, bugün hala oldukça hayati bir önemde. Gittikçe daha da kararan politik iklimin boğucu havasında Er ist wieder da (O geri döndü) diyebilmek hem çok cesur, hem de çok önemli bir eylem. Akademiden, sanata, toplumsal hayatın tüm alanlarının giderek daha da daraltıldığı günümüzde, farklı olanla yan yana durabilmek, farklı olanla dayanışmak için bu çok önemli.

Bitirirken, elbette Alman toplumunun tamamının Hitler’i özleyen ve hasretle anan bir ruh halinde olmadığını belirtmek gerekiyor. Hayatlarımızın sürekli sakini olarak maalesef hiç kaybolmayan ve bizi sürekli ve gittikçe daha da sıkıca sarıp sarmalayan milliyetçi söylemin ve ırkçılığın karşısında olanların sokakları ve meydanları hala kimseye bırakmadıklarını; örneğin mülteciler için yoğun mesai harcayan, saatlerini, enerjilerini veren, yabancılarla aşırı sağcılar arasına kendi bedenlerini koyarak, ırkçılığa dur diye bağırmaktan yorulmayan çok sayıda Almanyalı yurttaşın olduğunu anımsatmak gerekiyor. Farklı olanın yanında durmak, güçsüze güç vermek ve zorda olanla dayanışmak için yeterli bir çoğunluk hala hazırda bekliyor.

 

Kaynakça

Arendt, H. (2009). Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te (Ö. Çelik, Çev.). İstanbul: Metis.

Formun Üstü

Calhoun, C. J. (1997). Nationalism. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Formun Altı

Connolly, K. (2015, 6 Ekim). David Wnendt on filming Look Who’s Back: ‘Our idea was to see how people react to Hitler’. http://www.theguardian.com/film/2015/oct/06/hitler-look-whos-back-director-david-wnendt-interview

Özkırımlı, U. (2010). Theories of nationalism: A critical introduction. Basingstoke, Hampshire England: Palgrave Macmillan.

Porter, T. (2016, 11 Şubat). Germany: Far right violence doubled in 2015, according to govt figures. http://www.ibtimes.co.uk/germany-far-right-violence-doubled-2015-according-govt-figures-1543301

 


[1] Fahrenheit 451 üzerine çok başarılı bir değerlendirmeyi Burcu Canar, ViraVerita için daha önce kaleme almıştı: Fahrenheit 451 YazıKülleri 1. bölüm ve 2. bölüm.

[2] Kitabın Türkçe basımı Pegasus Yayınları tarafından 2014 yılında yayımlandı.

[3] Türkçe tam olarak karşılığı bulunmayan mockumentary kavramını “sözde belgesel” olarak ifade edebiliriz. Ekşisözlük yazarı kryptos çok da hoş bir öneri ile “dalgasal” kavramını önermiş (https://eksisozluk.com/dalgasal–1739488). Genellikle kurgusal bir olayı belgesel tarzında anlatarak, dalga geçme şeklinde özetlenebilecek “mockumentary” tarzına Borat filmi ya da The Office dizisi örnek verilebilir.

[4] Almanya’daki aşırı sağcı şiddetin ikiye katlandığı açıklaması, yabancı derneklerce pek de kabul görmüyor. Öyle ki onlara göre, görülen-tespit edilebilen şiddet eylemleri bile ifade edilenden çok daha fazla durumda

[6] “Alternative für Deutschland” partisi kurulduğu 3 yıllık süre içinde girme şansı bulduğu ilk Federal Meclis seçimlerinde meclise girme şansını %4,7 ile kıl payı kaçırdı. Ancak gelecek seçimlerde, büyük ihtimalle çok güçlü bir şekilde mecliste olacaklar. Bu arada,  her eyaletinin özerk olduğu Almanya’da geçtiğimiz aylarda yapılan ve eyalet hükümetlerinin belirlendiği önemli seçimlerde ikili rakamlara ulaştıklarını, hatta en yüksek oy alan ikinci-üçüncü parti olduklarını belirtmeliyim.

[7] Hâkim medyanın sayfalarında ve kanallarında gezinmekten imtina edenler için, Türkiye’deki nefret söyleminin çetelesini tutan “Nefret Söylemi” projesi ülkedeki ırkçılığın boyutlarını incelemek isteyenlere çok önemli bir veri tabanı sunmakta: < www.nefretsoylemi.org>

[8] Bu konuyla ilgili yerinde bir analiz için bkz.: http://sendika10.org/2014/08/kacak-elektrigin-faturasi-kurtlere/