Kadınlar Hangi Durumda Adalet Talep Ediyorlar?

Kadın ve erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorununun tarihi çok eskilere uzanmakla birlikte, asıl tartışılmaya ve kuramsallaştırılmaya başlaması 19. yüzyılın ikinci yarısına ve özellikle 20. yüzyıla rastlamaktadır. Fransız Devrimi ve hemen ardından Sanayi Devrimi’nin öncelediği koşullarda oluşmaya başlayan kentleşme, sanayileşme ve emek sorunu, eşitlik ve özgürlük değerlerine vurguyu da beraberinde getirmiştir. İnsan hakları sorununda merkezi bir konum oluşturan kadın hakları da böylesine bir iklimde büyümüş, bu mücadelenin özneleri olan kadınlar da aynı değerlerin savunucusu olmuştur. Bu tarihsel süreçte gerek ülkemizde gerek dünyada kadınlar adalet taleplerini çeşitli biçimlerde dile getirmişler, kendi gruplarının bu eşitsiz durumuna karşı çıkarak kadının özel ve kamusal yaşamındaki konumunu iyileştirmek için mücadele etmişlerdir. Ancak birçok kadının da var olan durumun değişmesine yönelik girişimlerin dışında kaldığı görülmektedir.

Yoksunluk algısı

Peki, bu durumda adalet talep eden kadınları hemcinslerinden ayıran şey nedir? Psikoloji kuramları, içinde bulunduğumuz toplumdaki yerimizi toplumsal birtakım karşılaştırmalar yoluyla algılama eğiliminde olduğumuzu ifade eder. Bu bakış açısına göre, yaptığımız karşılaştırmalar sonucunda, bulunduğumuz konum karşılaştırdığımız kişi ya da gruplarla benzerlik gösteriyorsa bu durumu adil olarak algılarız; ancak sonuç beklediğimizden kötü ise çoğunlukla öfke, küskünlük gibi olumsuz duyguların eşlik ettiği bir yoksunluk yaşarız. Burada yapılan karşılaştırma, kişiler arasında bir karşılaştırma değil de, özellikle gruplar referans alınarak yapılan bir karşılaştırmaysa sonucun adil olmadığı durumlarda ortaya çıkan kızgınlık duygusu, kişinin toplumsal değişim için eyleme geçmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynar. Örneğin düşük ücretle çalışan bir kadın işçi kendisini aynı fabrikada çalışan bir başka kadın işçiyle karşılaştırdığında yoksunluk hissetmez; ancak aynı kadın işçi kendisini aynı işi yaptığı halde kendisinden daha fazla ücret alan bir erkek işçiyle karşılaştırdığında bunun fabrika yönetimi tarafından uygulanan bir ayrımcılık olduğunu algılayarak daha adil çalışma koşulları için girişimde bulunabilir. Örneğin, diğer kadın işçileri örgütleyerek işe başlayabilir.

Bugün kadınlar dünya nüfusunun neredeyse %50’sinden fazlasını temsil ettikleri,  iş saatlerinin %66’sını doldurdukları halde dünya gelirlerinin ancak %10’una, mülkiyetlerin de sadece %1’ine sahipler.[1] Yeryüzündeki mutlak yoksulluk sınırındaki 1.5 milyar kişinin %70’ini kadınlar oluşturuyor[2]. Kız çocukların erkek çocuklara göre daha az değerli görülmesi kız çocuklarının eğitim olanaklarına ulaşmasını zorlaştırıyor. Hemen hemen bütün dünyada kız çocukların eğitim bakımından erkek çocuklara oranla daha dezavantajlı bir konumda olduğu görülüyor[3]. Birçok ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar uygulanmaya devam ediyor, kadınlar her türlü şiddete maruz kalıyor, namus cinayetlerine kurban gidiyor. Kadınların siyasal güce ulaşım olanakları, işgücüne katılımda olduğu gibi erkeklere oranla çok düşük. Bir demokraside, en temel siyasal davranışlardan biri seçimlerde oy kullanmak iken dünyadaki birçok demokraside, 20. yüzyıla kadar kadınlara oy kullanma hakkı verilmediğini, birçok ülkede, kadınların oy kullanma hakkı için mücadele etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Özetle, dünyanın dört bir tarafında kadının insan hakları her gün ihlal ediliyor. Kadınların erkeklere oranla dezavantajlı durumlarına ilişkin örnekler saymakla bitmez. Oysa araştırmalar kadınların bu eşitsiz durumlarına karşın yoksunluk algılamadıklarını gösteriyor. Bu sonuç, kadınların yaşamlarını iş yaşamı, ev yaşamı gibi parçalara ayırarak algılama eğiliminde olduklarını ve bu çoklu rollerin herhangi bir rolle ilgili olarak ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğa karşı koruma sağlayabileceğini düşündürmektedir. Kadınlar, rollerinin iç içe geçmesi gibi nedenlerle farklılıkları pek fazla hissetmemektedirler. Bir kadının gündelik yaşamında örneğin ‘anne, eş, ev kadını, öğretmen’ gibi farklı rollerinin olduğu düşünüldüğünde; birinden dolayı duyulan yoksunluğun, kişisel düzeyde kalmasına zemin hazırlayarak kadınların bir grup olarak dezavantajlı bir durumda olduğunu algılamasını engelleyebilir. Başka bir deyişle bu çoklu roller kadınların ‘ben’ den ‘biz’e geçmesinde tampon işlevi görebilir. Araştırmacılara göre, eşitlik için şemalar geliştirmeden önce, toplumun içindeki bireylerin toplumsal cinsiyet eşitsizliği gerçeğinin farkında olmaları ve kişisel olarak etkilenmelerinin sağlanması gerekmektedir. İnsanlar sistemin adaletsiz olduğunun farkına varırlarsa değişim için girişimde bulunacaklardır.  Oysa görüldüğü gibi araştırmalar insanların cinsiyet ayrımcılığının farkında olmadıklarını, kadınlar arasında bile, kadına yönelik ayrımcılığın farkında olanların çok az olduğunu gösteriyor.

 

*Bu yazı daha önce Amargi Dergi’nin 19. sayısında yayınlanmıştır.

 


[1] Akın, A., Üner, S., Aslan, D., Esin, Ç., Coşkun, A. (2004). Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ve Sağlık. TC Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü. Hacettepe Üniversitesi Kadın Sorunları ve Araştırma Merkezi. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu. Ankara

[2] United Nations General Assembly Special Session “Women 2000: Gender Equality, Development and Peace for Twenty-first Century” (2000) Action for Gender Equality and te Advancement of Women. New York:U.N.

[3] UNICEF. (2005). The GAP Report. Gender Achievements and Prospects in Education (Part one). 10 Mayıs 2009, [WWW dokümanı]. URL

http://www.ungei.org/gap/pdfs/unicef_gap_low_res.pdf