Robert Maggiori ve Anastasia Vecrin tarafından gerçekleştirilen söyleşi 24 Şubat 2016 tarihinde Liberation‘da yayınlanmıştır.
Simone de Beauvoir gibi femnistlerin yapıtlarının doğru anlaşılması kaygısını taşıyan biri olarak Köln’de iki ay kadar önce gerçekleşen cinsel saldırıları nasıl yorumluyorsunuz?
Bu ve benzeri utanç verici saldırılar, Aydınlanma’dan günümüze miras kalmış olan özgürlüklerin savunulmasının ve o zamandan bu yana rafa kaldırılmış olan dinlerin sorgulanmasının gerekliliğinin aciliyetini gösteriyor. Bence öfkelenmek yeterli değil, bu kolaya kaçmak olur. Köln’den öte, önümüzde duran soru şudur: Bireysel özgürlüklerin, kadınlarla erkeklerin haklarının ve din-siyaset ayrımının yasalara dayanan bir hukuk devletince güvence altına alınması, tek başına, teokratik “ideallere” ve fanatizme karşı durmaya yetebilir mi? Beauvoir özgürlüğü “kendini geçrekleştirme yolunda başvurduğu tüm araçlarla, kendisi adına, mücadele etmek zorunda olan sınırsız bir aşma gereksinimi” olarak tanımlamıştı. Ama özgürlük çoğunlukla varoluşsal kaygıyla, seçimle karıştırılıyor. Sağlamlığından şüphe duyulmayan tüm bu değerlerin gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için yeniden inşa edilmesi şart.
Size göre entelektüellere düşen nedir?
Teolojipolitiğin, Aydınlanma’yla birlikte çökmesi ve bunun yarattığı boşluk ideolojilere davetiye çıkardı. Entelektüellerin toplumdaki önemi tartışılamaz; ama ne yazık ki Aydınlanma ile birlikte ideologluğa terfi eden entelektüellerin bugün yaptığı, birbirleriyle sağ, sol ve aşırı uçlar arasında peyda olmuş basmakalıp, hazır siyasetler aracılığıyla tartışmaktan ibaret. Herhangi bir perspektiften yoksun, yüzeysel polemikleri körükleyen popülist bir milliyetçiliğe sığınarak toplumdaki bıkkınlığı ve hoşnutsuzluğu taçlandırıyorlar.
Bununla birlikte, bilimdeki atılımı Aydınlanma’ya borçluyuz. Bu noktada ben, kötümser olmakla birlikte direnmeye devam edenlerdenim. Medyanın gerisinde duran ve ideolojilerin ayartısına kapılmayan araştırmacılar, kamusal ve özel ayrımının mantığını, krizleri ve ütopyaları açıklamaya çalışırken “güncel” olaylardan yola çıkıyorlar. Psikanalitik, dilbilimsel, felsefi çalışmalar icra ederken, benim yaptığım da bundan farklı değil. Böylece, icraatımla savunduklarımı destekliyorum. İddiam şudur ki, tamamen bireyci hale gelen bireylerde de vicdan ve sorumluluk duygusu uyandırılabilir. Farklı toplulukların karşılaştığı somut sorunlara eğilen Ulusal Engeller Komitesi’ni (Le Conseil National Handicap) kurmaya beni iten buydu. Simone de Beauvoir ödülünü, genç kızların eğitim hakkını desteklemek adına Pakistanlı genç öğrenci Malala Yousafzai’ye vermiş olmamızın ardında yatan bu anlayıştı. Rus yazar Ludmila Oulitskaï da, Yousafzai ile birlikte ödüle layık bulunmuştu; çünkü özgürlük tekildir ve en yabancı tekillik, paylaşılabilir.
Entelektüeller gerçeklerden kopuk olmak, halk ve seçkinler araındaki uçurumu kavrayamamak gibi nedenlerle eleştiriliyor…
Açıkçası benim endişem üniversitelerin içine kapandığı yönünde. Özellikle halihazırdaki güvensizlik ortamı, sakıncalı görünen araştırmalar yapmaktan kaçınılmasına neden oluyor. Ardı arkası kesilmeyen bütçe kesintileri neticesinde sosyal bilimler bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumda. Ama biz, Paris-Diderot’da, halktan kopmamış bir üniversite hayal ediyoruz; yapacak çok işimiz var.
Diderot’daki Roland-Barthes merkezi, edebi metinleri toplumun yeni “mitlerine” açarak analiz ediyor. Umberto Eco, Roland Barthes, Emile Benveniste ve Roman Jakobson ile birlikte Uluslararası Göstergebilim Araştırmaları topluluğunu kurarken, motivasyonumuz bilimsel olduğu kadar politikti: Birey, dili tarafından inşa edilir ve yalnızca sosyal determinizmci yaklaşımla anlamlandırılamaz. Bu fazlasıyla çetrefil iş, “Prag Baharı” ve Vaclav Havel’ın oyunuyla birlikte yankı buldu. Tel Quel ve l’Infini dergilerinin alt başlığı, ulusal çaptaki teslimiyetçiliğe inat, “literatür ve siyaset”ti. Nitekim, ideologlar imajların baştan çıkarıcılığını, internetin zehirli doğasını ve ekonomik tutsaklığı tartışa dursun; bir diğer sahada bilgiyi deşifre etmeyi, aktarmayı ve dönüştürmeyi hedefleyen bir çalışma, tüm ciddiyetiyle adım adım ilerliyor. Bu ikisi, toplumsal durumun ve düşünsel çabaların zamansal ve mekansal iki boyutudur.
Sol geleneksel olarak inancın düşüncedeki yerini hafife aldı. Böyle bir yaklaşım bugün kabul görmüyor. Siz ideolojilere gönül indirmiyorsunuz; ama ideolojileri ihmal etmek meydanı onların meşruiyet kazadırdığı inançlara bırakmıyor mu?
On yıldan beridir, inanç denen şu inanılmaz ihtiyacın (cet incroyable besoin de croire) ilksel temellerinin, antropolojik kaynaklarının izini sürüyorum. Freud bunu annesinin göğsündeki çocuğun kapıldığı “okyanus duygusu” (sentiment océanique) ile ilişkilendirmişti: Anneyle kurulan bağ, karşılıklı duygusal ve korumacı minnet duygusunun sonucudur, babayla ilişki bunun ardından gelir. İnanmaya duyulan ihtiyaç, ilişkinin şafağı, başlangıç noktasıdır. İnanmak başlangıçta şu anlama gelir: “Beni iyiye yöneltmene karşılık sana kalbimi veriyorum.” Böylece iman edillir, tasdik edilir, bir anlamda açık çek verilir. Birey, ancak inanma ihtiyacının tatmin edilmesiyle bilmeye muktedir olur. Özerkliğe giden yolda, inanmak ve bilmek, her ikisi de kişiliğin inşası için gereklidir. Ama çocuk sorgulayıcı olsa da, genç, artık bir inanandır. İdeallere gereksinim duyar ve eğer bu aşamalar kendisi ve diğerleri tarafından olması gerektiği biçimde tamamlandırılamazsa, kendini ve başkalarını cezalandırma eğilimi içinde “idealler hastalığının” (maladie d’idéalité) vandalizmin ve yıkımın, içine sürüklenir. Cochin hastanesindeki gençlik merkezinde, kültürler arası etnopsikiyatristlerden oluşan bir ekip, intihara teşebbüs etmiş, anoreksi batağına saplanmış ya da toplumdaki “parazitler” hakkındaki komplo teorilerine gizliden gizliye sempati besleyen gençleri ağırlıyor. “Radikal kötülüğün” batağına saplanma tehlikesiyle karşı karşıya olan bu gençler, İslam dinini bir intikam fırsatı olarak görüyor, onda hoşnutsuzlukları için yegane çıkış yolu olabilecek türden bir saflık, üstüne üstlük saldırgan bir cemaate katılma olanağı ve feda yoluyla alınacak intikamın marazi hazzını buluyorlar. Ekip gençlere yeniden hayat sevgisi aşılamak adına dinin ve bireyi görmezden gelen, kadını kurban konumuna indirgeyen ve İslam dini içinde bir ölüm kültürünün yayılmasına neden olan, Abdennour Bidar’ın deyimiyle “kitlelerin geleneğine” gönüllü teslimiyetin temellerini sorguluyor.
Asıl mücadele edilmesi gereken nedir?
Nihilizmdir. Bireyin inkârını, muhakemenin bayağılaştırılmasını ve küresel çaptaki finansal spekülasyonun yarattığı yıkımın ve teknolojik gelişmelerin körüklediği ölüm dürtüsünden beslenen köktenci kültü ben böyle adlandırıyorum. Bu nihilizm en yüksek raddesinde insanların bir kısmını toplumda fazlalık olarak tanımlayarak onları soğukkanlılıkla yok etmeye varan ve bunun için dini kullanan radikal kötülüğe karşılık gelir. Bu noktada ben, evrensel bir ahlak anlayışı inşa edebilmek adına dinle bağlarını koparan Aydınlanma kültürünün kendini yenilemesi gerektiği inancından hareketle gözden düşmüş “hümanizm” sözcüğünü kullanmaktan çekinmiyorum.
Sosyal bilimleri bıkıp usanmadan, inancın ve dinin kendi içindeki mantığının anlaşılması için gereksinim duyduğu araçları aramaya iten bu kopuştu. Bugünse anlamından saptırılmış bir toplumsal barış adına, İslam’ın ölüm dürtüsünü kışkırtan yorumlarına açık açık karşı çıkmaya korkuyoruz. Oysa karikatürize etmeksizin ve dışlayıcılığa mahal vermeden, bizi doğrudan ilgilendiren bu düşünce yapısını ve onun yıkıcı doğasını çözümlemeye çalışmalıyız.
Bunları yıkıp yeni baştan kurmadığımız takdirde nihilizmin suç ortağı durumuna düşmüş olacağız. Charlie Hebdo ve çatışan ideolojiler kadar, Freud da Voltaire’in mirasıdır… Beauvoir da öyledir. Farklı kimlikler arasında yükselen tansiyon, fanatizm ve eğitim sorunu üzerine uluslararası ölçekte bir akıl yürütmenin yapılması hayati önem arz ediyor. Sekülarizasyon, dogmaların karşısına değerleri çıkarmakla yetinilecek bir din sonrası süreçten (postreligion) ibaret değildir. Nihai evrensel gayemiz yalnızca düşünme kapasitesine yönelmelidir. Bu Arendt’e göre, radikal kötülüğün kasıp kavuran dalgaları karşısında yaşayabilmemize yardım edecek yegane mutluluk (felicite) kaynağıdır.