Nancy Fraser’ın “İlerici Neoliberalizmin Sonu” makalesinde Donald Trump’ın seçilmesi ve Clinton Demokratlarına dair yaptığı kapsamlı eleştirisinin üzerinde hemfikir olunabilecek birçok nokta var; ancak Fraser’ın neoliberalizmin yükselişinde toplumsal hareketleri bir kukla olarak görmesi bağlamında toplumsal hareketlere yönelik yaptığı hemen göze çarpmayan fakat bariz saldırısı konusunda onunla aynı fikirde değilim.
Fraser, bir taraftan Clinton’ın Demokrat Liderlik Konseyinin rolü, Demokrat Parti ile finans kapital arasındaki sıkı ilişki, teknoloji sektörü elitlerinin artan kültürel hegemonyası ve liberal feminizm ile liberal çokkültürlülüğün neoliberal politikalar ve ideolojilerle hemhal olması gibi çoğunluğumuzun neoliberalizmin yükselişine dair bildiği şeyleri anlatıyor. Tamamen aşina olduğumuz diğer şeyse, toplumsal baskıya karşı mücadeleleri ve şirketleşmiş sermayenin güçlerine meydan okumayı bir araya getirebilecek, Demokrat Parti dışında bir sol inşa etmek. Çoğumuz bunu yıllardır tartışıyoruz.
Ancak diğer taraftan Fraser’in tartışmasında, onun deyimiyle “ilerici neoliberalizm”e katıldıkları gerekçesiyle feminizme ve diğer toplumsal hareketlere yönelik suçlayıcı bir dilin varlığı da hissediliyor. Fraser’a göre, Trump’ın Clinton’a karşı zaferine neden olan şey, ilerici neoliberalizme karşı ayaklanmalardır. Neoliberal düzenin habercisi ve Birleşik Devletler politikasının sağa doğru gidişatının esas sorumlusu olan kapitalist sınıf taarruzu analizinden vazgeçen Fraser, safını sınıf politikalarında belirginleştirip kimlik politikalarına karşı saldırılara yönelmiştir. Sonucu, elbette, solun cinsiyetçilik ve ırkçılık karşıtlığını sahiplenmesi olarak belirlese de; Fraser’ın analizi tam tersini demeye getiriyor; yani akıllarda kalan Fraser’ın çokkültürlülük ve farklılıktan belirgin bir biçimde şüphe duyması.
Fraser “sınırları zorlamak” ve “cam tavanı kırmaya” odaklanmış meritokratik kurumsal feminizmde neoliberalizmin mükemmel eşini bulduğunu” iddia ediyor. Bu doğru bir ifade. Fakat Fraser bu feminizm türünü tüm feminizmlerin böyle olduğu iddiasıyla birleştirince yanılıyor. Diğer feministler tarafından; sendikalarda, göçmen haklarında, çevresel adalette ve yerli kadınların örgütlerinde, halk tabanlı yurttaşlık hakları projelerinde, üniversite kampüslerinde ve onun da gelişmesini gerekli gördüğü politika için sürdürülmekte olan mücadeleleri, Fraser göz ardı ediyor. Birleşik Devletlerde şimdiye kadar görülen en ileri ve kapsayıcı siyasi tahayyüllerden biri olarak kabul edildiğini düşündüğüm Siyah Yaşamlar Önemlidir Platformu, (The Platform for the Movement for Black Lives) son otuz yıldır gelişmekte olan toplumsal hareketler içindeki düşünce, eylemlilik ve derslerden hareketle ortaya çıkmıştır.
Fraser,“ilerici neliberalizm”in kulağa bir oksimoron gibi geldiğini kabul ediyor; ancak nihayetinde ayaklanan “orta sınıfı” (beyaz- erkek) yüzüstü bırakan Demokrat Parti’nin hakim politikalarını belirleyen şeyin, kısaca neoliberalizm olmadığını, bunun “ilerici neoliberalizm” olduğunu ispatlamaya yöneliyor. Şirket ağlarıyla sarılı neoliberalizmin kendini kanıtlamak için, aşırı rekabetçi ve hiyerarşik olan ekonomik ve siyasi sistemin mükafatını elde etmek isteyen herkese fırsat eşitliği temelinde “iyi bir toplum” imgesi sunarak toplumsal hareketlerin “karizma”sından yararlandığı iddiası, Fraser tarafından feci bir biçimde tartışılıyor. Fraser toplumsal hareketlerin bu gidişatını anlatırken, hareketlerin teorik ve siyasi evrimine dair bizzat kendi eleştirisiyle beraber otuz yıllık mücadeleyi de bir anda yok ediyor. Fraser korporatist liberalizmi -ki bu bir yanıyla doğru olsa bile- tüm hareketlerin bir temsilcisi olarak ele alıyor.
1970’lerde sömürüye karşı özgürleşme hareketleri çok çeşitli politikaları açığa çıkardı. Ancak 1970’ler ve 80’lerde geliştirilen hakim feminist politika ne radikal, ne sosyalist ne de klasik liberal feminizm olarak tanımlandı. Bu dönemin feminist politikaları- daha ziyade benim sosyal refah feminizmi- olarak adlandırdığım biçimiyle nitelik kazandı.
Sosyal refah feministleri; liberal feminizmin bireysel haklar ve fırsat eşitliği kavramlarına bağlılığını paylaşmakla birlikte bunun daha da ötesine gidiyorlar. Çalışan kadınların sorunlarıyla ilgilenen; kadınların çifte mesai yükünü azaltan, kadınların ve özellikle anne olan kadınların emek piyasasındaki konumlarını iyileştiren, bakım emeğini toplumsallaştıracak kamu hizmetlerini sağlayan ve bakım için toplumsal sorumluluğu genişleten (örneğin ücretli ebeveynlik izni ve aile üyelerine bakan kadınlar için maaş gibi uygulamalar yoluyla) etkin ve büyük bir devlete önem veriyorlar.
Bu talepleri elde etmek, kapitalist sınıf iktidarı ile bir karşılaşmayı zorunlu kılmıştır. Sosyal refah feminizminin en güçlü olduğu 1970lerde kapitalist yeniden yapılanma dalgası, kendini savunacak çok az aracı olan işçi sınıfına bir saldırı sürecinin kapısını açmıştır. İnsanlar yeni dünya düzeninde mücadele etmek için çabalarken; kolektif yeterlikler ve dayanışma artık erişilmezken; rekabet ve güvencesizlik artarken; bireysel mücadele artık günün bir gereği olmuşken liberal feminizm, gitgide artarak hegemonikleşen neoliberal düzenle birleşerek kendini ana sahnede buldu.
İkinci dalga sosyal refah feminizmi, diğer bir deyişle, siyasi olarak ötekileştirildiğinden kendine çok da fazla bir yer bulamadı.
Kadınlar ve azınlıklar için mücadele veren orta sınıftan savunucuların pek çoğunun, karşılaştıkları sert siyasi muhalefetten dolayı söylemlerini değiştirdiklerini inkar etmiyorum. Örneğin, Bill Clinton 1996’da refah reformlarını yürürlükten kaldırdığında, hak savunucuları; eğitim, çocuk bakımı ve geçinmeye yetecek işler için kaynak yaratılacağı umuduyla bekar anneler için ekonomik “kendine yeterlik” söylemini sahiplendiler. Ancak; bekar anneler kamu tarafından finanse edilen çocuk bakım hizmetlerine genellikle erişemeden, düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmaya zorlandılar. Bu söylemlere karşı gelenler önemsizleştirilse de, bu söylemlere karşı bir mücadele hep oldu.
Özellikle NARAL ve Planned Parenthood gibi beyaz olmayan kadınların oluşturduğu kürtaj hakkını savunan örgütler; anaakım örgütleri, kürtaj hakkını savunmak için geliştirdikleri burjuva liberal “mahremiyet” tartışmasından neoliberal ideolojiyle daha az uyum sağlayabilecek üreme hakkı söylemine doğru bir savunma hattı oluşturmaları için zorladılar. Siyahi kadınların bu mücadelesi bu dönemdeki önemli başarı örneklerindendir. Beyaz olmayan kadınlar; toplumsal cinsiyete dayalı şiddet konusunda yasal savunma hakimiyetinde kurgulanan hukuk ve düzen feminizmine meydan okudular. Siyahi kadınlar, açık sığınaklar ve onarıcı adalet gibi alternatif stratejiler geliştirdiler ve kişiler arası şiddetle devletin kendi topluluklarına uyguladığı şiddetin nasıl bir ilişkisellik içinde olduğunun çözümlemesini yaptılar (bu konuda INCITE web sitesine bakılabilir.).
Uluslararası açıdan bakıldığında, Feminist Majority gibi bazı kurumların Amerika’nın Afganistan’a müdahalesini desteklediği doğrudur. Ancak, Code Pink ve MADRE gibi iyi örgütlenmiş feminist savaş karşıtı gruplar ve Women’s Environment and Development Organization gibi neoliberal kalkınma politikalarını reddeden ve bu politikalara meydan okuyan gruplar da vardır. Eleştirel Direniş hareketi (Critical Resistance movement), birçok genç insanı, ırkçılık ve kapitalizm karşıtı ve feminist bir bakışla hapishane devletine karşı örgütledi. Siyah Yaşamlar Önemlidir ve Rüyaları Olanlar (Dreamers) gibi son yılların en radikal toplumsal hareketlerini gerçekleştiren birçok aktivist, politika yapmayı bu çeşitli muhalif hareketler ve şu anda “kesişimsel” olarak adlandırılan analizler yapan kadın çalışmaları programlarının olduğu üniversite kampüsleri aracılığıyla öğrendi. İnternetin yükselişi, liberal feminizme karşı bu tarz meydan okumalar ve daha radikal, şirket karşıtı feminist bakış açıları için alan açtı. Bu durum diğer birçok toplumsal hareket için de geçerlidir.
Fraser, “sosyal koruma” ve “finansallaşmayla özgürleşme” arasındaki kutuplaştırılmış tercihleri reddetmemiz gerektiğini iddia ediyor. Açıkçası ben buradaki “biz”in kim olduğu konusunda emin değilim. Ancak; Fraser burada şirket feministleri, siyah siyasi elitler ve Demokrat Parti yanaşmalarından bahsediyorsa cevabım elbette olumlu olacaktır. Fakat esasında birçok grup ve örgüt, bu sözde tercihe karşı her zaman direndi. Ana akım feminist ve insan hakları örgütleri, Cumhuriyetçilerin sosyal sigortayı özelleştirme konusundaki kemer sıkma politikalarına sosyal sigortayı savunarak direndiler. Oluşturulan bu savunma hattı önemli bir örnektir. Ana akım feminizm savunucuları, kamu finansmanlı çocuk bakımı programlarının genişletilmesi konusunda tartışmaya devam ediyorlar. Evet; onlar çoğunlukla başarısız. Evet; onlar maalesef ki korporatist Demokrat Partiye bağlılar. Ve elbette ki yenilenmiş bir işçi hareketiyle birlik olsalar daha başarılı olacaklardır. Ancak onların rekabetçi bireysellik romantizmine batmış ilerici neoliberaller olduğunu söylemek doğru değildir; onlar hala kendilerini siyasal olarak sosyal refahçı feminist bir programla ifade ediyorlar.
Fraser, “işçi hareketi ve yeni toplumsal hareketler arasındaki olası bağın kaybolmaya yüz tuttuğunu” belirterek Amerikan solunun bugün artık oldukça güçsüz olduğunu iddia ediyor. Elbette ki; yeni toplumsal hareketler ile işçi hareketi aktivistleri arasında bir işbirliği inşa edememek, sağın yükselişine hizmet etti. Fakat Fraser, gerçekten bunun toplumsal hareketlerdeki aktivistler tarafından verilen planlı bir kararın sonucunda olduğunu mu düşünüyor? Toplumsal hareket içindeki aktivistler, işçi hareketiyle ittifak kurmaktansa şirketçi Demokrat parti ile mi işbirliği yapmayı tercih etti basitçe? Yoksa bu başarısızlık, 1970lerde başlayan ve kapitalist küreselleşme ile daha da yoğunlaşan çalışma koşulları ve ücretler konusunda işverenin saldırganlığına cevap vermede sol hareketi hazırlıksız ve isteksiz bırakan savaş sonrası dönemdeki sendikaların bürokratikleşmesinin bir sonucu mu? Yalnızca militan, politikleşmiş ve kapsayıcı bir işçi sınıfı hareketi, tekelleşmiş bir iktidara karşı mücadeleye hazır olabilecek ve toplumsal hareketlerle ittifak kurmak amacıyla işçi sınıfı içindeki farklılıklarla ilgilenecek ve onları kucaklayabilecektir.
Küreselleşen sermayenin artan gücü ve işçi sınıfının güçsüzleşmesi bağlamında, Birleşik Devletler politikası sağa sürüklendi. Sendikaların bürokratik liderliği, bununla birlikte, hem içeriden (San Fransisco ve Chicago Öğretmenler Derneği’nde SEIU Local 1021 yönetimini ele geçiren radikallerin sosyal adalet sendikacılığı) hem de dışarıdan gelen (Make the Road in Brooklyn gibi toplum destekli projeler ile ChineseProgressiveAssociation gibi işçi merkezleri) engellemelerle karşı karşıya kaldı. Ve elbette ki son beş yıl içinde birçok eyalette ve şehirde asgari ücreti artırmak için yapılan başarılı kampanyalar ve 15$ için mücadele hareketi bu bağlamda çok önemliydi.
Bernie Sanders’ın aktivizme yabancı birçok insanı hareketlendirdiği bir gerçek olsa da, Sanders’ın mesajının derinliği Occupy ya da Siyah Yaşamlar Önemlidir gibi daha önceki direnişlerden gelen güçten kaynaklanmaktadır. Fraser’in “dönemsel patlama” diyerek önemsemediği bu meydan okumalar, Sanders’ın kampanyasının büyümesi için bir zemin hazırlamış ve neoliberal hegemonyanın ihtişamını zayıflatmıştır.
Son olarak, beyaz işçi sınıfının Demokrat parti içindeki elitist liberalizme ve aynı zamanda ön seçimlerde reddettikleri Cumhuriyetçi düzene yönelik kızgınlıklarını ifade ettiği noktasında Fraser’a kesinlikle katılıyorum. Ancak; beyaz işçi sınıfının beyazlıklarının ve eril imtiyazlarının kendi sıkıntılarını anlamlandırmada ve ifade etmede ne dereceye kadar etkili olduğu hususunun Fraser tarafından göz ardı edildiğini düşünüyorum. Diğer yazarların da belirttiği gibi, siyahî ve Latin işçi sınıfının Clinton ve onların Demokrat Parti işbirlikçilerini suçlamak için birçok gerekçesi (sosyal refah reformları, hapishane endüstri işbirliği, sürgünler vb.) vardır. Ne var ki, Trump’ı başkan yapan çekişmeli seçim bölgeleri, Demokrat işçi sınıfının bir başarısızlığıdır. Açıkça görülüyor ki, siyahi ve Latin işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu için Trump’un son derece ırkçı ve cinsiyetçi geçmişine bakmak bir lükstü. Beyaz işçi sınıfı erkekler (ve kadınlar) içinse bunu yapmak oldukça kolaydı. Bu nedenle hep birlikte sınıf politikasına karşı kimlik politikası karşıtlığını reddedelim. Onun yerine ırkçılık ve kapitalizm karşıtı bir sosyalist feminist tahayyülü geliştirerek liberal çok kültürcülüğü ve liberal feminizmi eleştirelim. Bizi geride bırakan dogmatik ayrımları artık geride bırakalım ve yeni bir sol inşa etmek için bir fırsat yaratmaya çalışalım.
[Johanne Brenner Women and the Politics of Class (Monthly Review Press, 2000) kitabının yazarı. Son dönemdeki makaleleri Socialist Studies, Jacobin, Against the Current, and Logos: A Journal of Modern Society and Culture ‘da yayınlandı.
Yazınjn orjinali için bkz. Johanne Brenner, There Was No Such Thing As “Progressive Neoliberalism”, https://www.dissentmagazine.org/online_articles/nancy-fraser-progressive…