İktidar Düşünürü

Farz edin ki sizden felsefenin aşırı kısa bir tarihini oluşturmanız istendi. Belki de felsefenin inanılmaz bir şekilde genişleyen çeşitliliğini yalnızca birkaç tweet’e sıkıştırmaya davet edildiniz. Her önemli filozofun düşüncelerini en iyi yakalayan tek bir sözcüğü araştırmakta daha kötüsünü de yapabilirdiniz. Platon’un ‘formlar’ı vardı. René Descartes’ın ‘zihni’ ve John Locke’ın ‘ideleri’ vardı. Daha sonra John Stuart Mill’in ‘özgürlüğü’ vardı. Daha yakın felsefede ise, Derrida’ nın sözcüğü ‘metin’,  John Rawls’ ın ‘adalet’ti ve Judith Butler’ a da ‘cinsiyet’ kelimesi düşerdi. Bu masum küçük kelime oyununa göre Michel Foucault’ un sözcüğü ise, kesinlikle ‘iktidar’ olurdu.

Foucault yirminci yüzyılın en çok atıf yapılan düşünürlerinden biri olmayı sürdürmektedir ve bazı listelere göre beşeri ve sosyal bilimler içinde en çok alıntılanan figürdür. En çok referans alınan iki çalışması olan Discipline and Punish: The Birth of the Prison (1975) [Hapishanenin Doğuşu] ve The History of Sexuality, Volume One (1976) [Cinselliğin Tarihi, Cilt I] onun iktidar analizi için temel kaynaklarıdır. Fakat ilginçtir ki, Foucault her zaman imzalı kelimesi “iktidar” ile tanınmadı. O, ilk kitlesel nüfuzunu The Order of Things’in [Kelimeler ve Şeyler] basılmasıyla 1966′ da elde etti. Kitabın yazıldığı dil olan Fransızca orjinalindeki başlık, entelektüel düzey hakkında daha iyi bir fikir verir:  Les mots et les choses, ya da ‘Kelimeler ve Şeyler’. 1960’lı yıllarda bütün felsefe, kelimeler hakkındaydı, özellikle Foucault’ nun çağdaşları arasında.

Paris’in diğer kısımlarında, Derrida “metnin dışında hiç bir şey yoktur”u güçlü bir şekilde savunuyordu ve Jacques Lacan “bilinçaltı, dil gibi yapılanmıştır” diye iddia ederek psikanalizi dilbilime dönüştürdü. Bu yalnızca bir Fransız modası değildi. 1967’de Richard Rorty, kuşkusuz kuşağının en kötü şöhretli Amerikalı filozofu, kendi makale seçkisinin başlığında bu yeni ruhu özetledi, The Linguistic Turn. Aynı yıl, yakında Almanya’ nın önde gelen filozofu olacak Jürgen Habermas, ‘sosyal bilimleri bir dil teorisinde temellendirme’ye girişen çalışmasını yayınladı.

Foucault’nun çağdaşları en az birkaç on yıl boyunca daha dille ilgili saplantılarını sürdürdü. Habermas’ın The Theory of Communicative Action (1981) [İletişimsel Eylem Kuramı] isimli magnum opus‘u, rasyonalitenin dilsel koşulları araştırmasına sadık kalmaya devam etti. Anglo-Amerikan felsefe de aynı çizgiyi takip etti ve çoğu Fransız filozof da öyle yaptı (fakat onlar tam tersine irrasyonelliğin dilsel doğasına yöneldi).

Yine de Foucault’ya gelince, o kendi kuşağı arasında kısmen bireysel olarak hareket etti. Kelimelerin dünyasında kalmak yerine, 1970’lerde felsefi ilgisini, kelimelerin ya da bu hususta herhangi bir şeyin, şeylere sahip oldukları düzeni  nasıl vermeye başladığını açıklamak için  yardım vadeden bir fikir olan iktidara doğru yöneltti. Fakat Foucault’nun kalıcı önemi, onun diğer her şeyi  açıklayabilen birkaç yeni temel kavram bulmuş olmasında değildir. Foucault’ da iktidar, başka bir felsefi tanrısallık değildir. Foucault’nun iktidara ilişkin en önemli iddiası, bizim onu filozofların her zaman kendi temel kavramlarını ele aldıkları gibi -yani her şeyi açıklayabilen, kendi içine kapalı, bütünsel ve homojen bir şey olarak- ele almayı reddetmemiz gerektiğidir.

Foucault kendi imzasını taşıyan kavramı etrafında felsefi bir kale inşa etmeye çalışmadı. O, dile dönüş filozoflarının her şeyi kelimeler aracılığıyla analiz etmeye yöneldikçe, zamanla argümanlarının nasıl kırılganlaştığına doğrudan tanıklık etmişti. Bu nedenle bizzat Foucault kapsamlı bir iktidar teorisi geliştirmeyi reddetti. Onunla röportaj yapanlar, bütüncül bir teori vermesi için bazen ona baskı yaparlardı. Ancak o her zaman buna itiraz etti. Basitçe böyle bir teorinin, onun çalışmasının amacı olmadığını söyledi. Foucault, hâlen iktidar analizi ile bilinmektedir, gerçekten de çoğu entelektüel için onun ismi, ‘iktidar’ kelimesiyle hemen hemen eş anlamlıdır. Oysa kendisi bir iktidar felsefesi vaat etmedi. Peki bu nasıl mümkün olabildi?

Foucault ‘nun çalışmalarının zenginliği ve zorluğu burada yatar. Onun iktidara felsefi yaklaşımı, yenilikçilikle, itinalılıkla, bazen sinir bozuculukla ve çoğu kez iktidarın kendisini siyasallaştırmak için büyüleyici girişimlerle karakterize edilir. İktidarı, sonsuz bir öze hapsetmek ve sonra iktidarın dünyadaki böylesi dışavurumlarını kavramak için özü kullanmak yerine, Foucault felsefeyi özleri yakalayan donuk bakışının dışına çıkarmayı denedi. İktidarın hareketlerini, şeylerin düzenini tanımlamaya çalışan ateş ve öfkesini izleyebilmek için felsefeyi özgürleştirmek istedi.

Foucault’nun yaklaşımının özgünlüğünü anlayabilmek için, onu kendinden önceki siyaset felsefesi ile karşı karşıya koymak faydalı olacaktır. Foucault’ dan önce siyaset filozofları iktidarın egemenlik, üstünlük ya da bütüncül  denetim gibi bir öze sahip olduğunu kabul etmişlerdi. Alman toplum teorisyeni Max Weber (1864-1920) devlet iktidarının ‘fiziksel şiddetin meşru kullanımının tekeline’ dayandığını güçlü bir şekilde savundu. Thomas Hobbes (1588-1679), İngiliz filozof ve devlet iktidarının özgün teorisyeni, iktidarın özünü devletin egemenliği olarak gördü. Hobbes en iyi ve en saf haliyle iktidarın, egemenliğin tekil konumundan uygulanacağını düşündü. Ona ‘Leviathan’ adını verdi.

Foucault, Hobbesçu anlamda devlet iktidarının gerçekliğini asla reddetmedi. Fakat onun siyaset felsefesi, ‘tek gerçek iktidar, egemenin iktidarıdır’ varsayımı (ve bu, Foucault onu sorgulayana kadar yalnızca bir varsayımdı) hakkındaki şüpheciliğinden ortaya çıkar. Foucault dünyada yalnızca devlet şiddetinin değil, gerçek şiddet güçlerinin olduğunu kabul etti. Ona göre ayrıca sermayenin muazzam yoğunlaşmasından kaynaklanan şirketlerin şiddeti, ataerkil formdaki toplumsal cinsiyet şiddeti, kölelik, gayrimenkul kredilerinde ayrımcılık ve bugün kitlesel hapsetme formlarında ortaya çıkan beyaz üstünlüğünün hem aleni ve hem de kurnaz şiddeti olan farklı şiddet türleri söz konusudur. Foucault’nun çalışması, gücün böyle kullanımlarının egemen iktidarın görünümleri, Leviathan’ın tasvirleri olduğunu doğruladı. O, bizi bu kolay gözlemden, iktidarın yalnızca Leviathan’a benzer bir formda göründüğü daha karmaşık düşünceye ulaştıran varsayımdan şüphe etti.

Güç hep en kurnaz olandır çünkü onun temel formları ondan kendimizi kurtarmak için giriştiğimiz çabalara göre değişebilir.

Foucault iktidarın hayali tekilliğini görürken, ona karşı koymayı da zihninde canlandırabildi. O, iktidarın her zaman yalnızca tek bir biçimi üstlenmediği ve bundan dolayı iktidarın verili bir biçiminin, onun diğer biçimleriyle bir arada var olabileceğinin yanı sıra onlarla çatışmaya bile girebileceği olasılığını varsayabildi ve bu nedenle de bunun üzerine çalışabildi. Böyle bir arada olma ya da çatışmalar tabii ki yalnızca spekülatif ikilemler değildir; fakat anlamak için deneysel analize gereksinim duyulan şeylerdir.

Böylece Foucault’nun şüpheci varsayımı, onun iktidarın gerçek işlevleri konusunda dikkatli sorgulamalar yapmasına olanak sağladı. Bu çalışmalar bizi kolayca korkutan gücün, hep daha fazla kurnaz olduğunu açığa çıkarır, çünkü onun temel işleyiş biçimleri, ondan kendimizi kurtarma çabalarımıza yönelik olarak değişebilir. Yalnızca bir örnek verirsek, Foucault otorite ve iktidarı egemen şiddetine başvurmadan uygulamış olan tıbbi ve psikiyatri uzmanlarının tutanaklarını kabul eden mahkeme salonu gibi klasik bir egemen alanının işleyiş biçimi hakkında yazdı. Günümüzde ‘deliliği’ ya da 100 yıl önce ‘sapkınlığı’ teşhis eden bir uzman, mahkeme kararının verdiği cezayı azaltabilir ya da artırabilirdi.

Foucault Leviathan’ın egemen iktidarının (taç giyme, toplantı ve sermayeyi düşünün) son 200 yıldan beri iktidarın iki yeni biçimi ile nasıl karşı karşıya geldiğini gösterdi: disiplinci iktidar (Foucault bu iktidarı, insan bedeninin eğitmesiyle ilgili olduğu için anatomo-politik olarak adlandırdı) ve biyo-politika. Biyo-iktidar  The History of Sexuality, Volume One ‘da Foucault’ nun konusuydu. Bu arada disiplinci iktidar ise, bedenin anatomo-politiği Discipline and Punish‘de Foucault’ nun odağındaydı.

Diğer kitaplarından daha yoğun olarak, Foucault’nun imzasını ve onun iktidarın gerçek mekanizmalarına ilişkin titiz sorgulama tarzını içeren Discipline and Punish’dir. Foucault’nun Paris College de France’taki (muhtemelen dünyadaki en saygın akademik kurum, orada Foucault 1970′ den 1984’e kadar ders verdi) derslerinin şu an neredeyse tamamından oluşan dizinin son baskısı, Discipline and Punish’ in, düşünürün en az beş yıllık yoğun arşiv araştırmasının sonucu olduğunu açığa çıkarır. Foucault bu kitap üzerine çalışırken, yoğun bir şekilde onun materyalleriyle, öncü araştırma seminerleriyle ve şimdi The Punitive Society ve Psychiatric Power [Cezalandırıcı Toplum ve Psikiyatrik İktidar] başlıkları altında basılan büyük halk konferanslarıyla meşgul oldu. Ele aldığı materyal, modern kriminolojinin doğumundan, psikiyatrinin cinsiyetçi inşasına kadar geniş bir kapsamdaydı. Konferanslar Foucault’nun gelişmekte olan düşüncesini gösterir ve böylelikle onun tam da dönüşüm sürecindeki felsefesine dair bir kavrayış sunar. Daha sonra arşiv materyallerini bir kitap haline getirdiğinde,  Discipline and Punish’ in sağlam ve verimli argümanı ortaya çıkmış oldu.

Foucault’nun tarihsel ve felsefi analizlerine göre disiplin, insanlara neyin ‘normal’ olduğunu benimsetmek için onları ikna ederek nasıl davranılacağını vaz eden bir iktidar biçimidir. O, doğru eğitim biçimindeki iktidardır ve egemenliğin yaptığı gibi yöneldiği özneyi yıkmaz, itaatkâr insanlar üretmek için, aşırı bir özenle, daha kurnazca çalışır. Foucault, disiplinin itaatkâr ve normal üretimini ünlü  ‘uysal özneler’ olarak adlandırır.

Disiplinci iktidarın örnek göstergesi, hapishanedir. Foucault için, modern dünyanın en yaygın ceza yeri olan (fakat pratikte on sekizinci yüzyıldan önce bir ceza biçimi olarak var olmayan) bu kurum hakkındaki en önemli şey, suçluyu zorla kapatması değildir. Bu, modern hapishanelerde devam eden egemene ilişkin unsurdur ve temel olarak suçlu, sürgün, köle ve tutsak üzerinde şiddet uygulama gibi egemen iktidarın en eski yöntemlerinden de farklı değildir. Hapishane kurumunun detaylarını daha derin bir şekilde görebilmek için Foucault, bu en bariz unsurun ötesine baktı. Neden modernleşme süreciyle birlikte nispeten daha ucuz olan işkence ve ölüm teknikleri yerini yavaşça pahalı hapishane komplekslerine bıraktı? Aslında (Esasında) inanmadığımız gibi, hepimiz on sekizinci yüzyıldan daha fazla mı insancıllaşmaya başladık? Foucault böyle bir açıklamanın, işkence gösterisinin yerini karışık hapishanelere bıraktığı iktidar değişimlerini gözden kaçıracağını düşündü.

Sürekli gözetimin amacı, mahkûmları kendilerini düzeltmeye tabi bir özne olarak görmeye zorlamaktır.

Foucault’ ya göre, hapishanelerin işleyişine yani mekaniğine bakıldığında, onların suçluları kapatmaktan çok, uysal hâle getiren eğitime tabi tutacak şekilde tasarlandığı görülmektedir. Hapishaneler her şeyden önce kapatma evleri değil, ıslah evleridir. Bu kurumun hayati bölümü, hapishane hücresi değil, mahkûmların günlük yaşamlarını yöneten rutin zaman çizelgeleridir. Mahkûmları disipline eden şeyler, denetimli sabah kontrolleri, izlenen yemek vakitleri, çalışma vardiyaları ve hatta silahlı muhafızlar ve pano-yöneticisi psikologlar tarafından denetlenen ‘boş zaman’ dır.

Önemli bir şekilde, hapishane denetiminin bütün unsurları sürekli olarak görünür kılınmaktadır. Bundan dolayı kitabının Fransızca başlığı Surveiller et punir doğrudan çeviriyle Denetleme ve Ceza, önemlidir. Mahkûmlar kendilerinin sürekli gözetim altında olduklarını bilmelilerdir. Sürekli gözetimin amacı, kaçmayı düşünen mahkûmları korkutmaktan ziyade kendilerini düzeltmeleri gerektiğini düşünmeye zorlamaktır. Sabahın ilk saatlerinden gece ışıkların kapanmasına kadar mahkûmlar durmaksızın davranışsal denetime tabi tutulurlar.

Bu tutukluluğun en önemli hamlesi, kandırılan mahkûmlara kendilerini nasıl denetleyeceklerini, yönetip düzelteceklerini öğretmektir. Gözetim etkili bir şekilde tasarlanırsa, mahkûmların artık gözetleyiciye ihtiyacı olmaz. Çünkü artık onlar kendilerinin görevlileri olacaktır. Bu uysallıktır.

İktidarın bu belirgin modern biçimini resmetmek için Foucault, Discipline and Punish‘ de ünlü bir imge kullandı. Tarihin arşivlerinden kanonik ahlâk düşünürü Jeremy Bentham’ın (1748-1832) neredeyse unutulmuş tasarısını çıkardı. Bentham ‘Panoptikon’ olarak vaftiz ettiği büyükçe bir hapishane önermekteydi. Onun önerisinin merkezi, ıslah için tasarlanmış bir mimariydi. Panoptikon’ da, fiziki tutsaklığın ağır taşlarının görkemli maddeselliği ve demir parmaklıkları, bir mahkûmun her eyleminin gözetimle dikkatle incelendiği ışık ve hava öğelerinden daha az önemdedir.

Panoptikon’ un tasarımı basitti. Bir hücre çemberi, merkezi bir bekçi kulesinden dışa doğru yayılır. Her bir hücre, kuleye bakacak şekilde yerleştirilir ve arkadaki geniş bir pencere tarafından aydınlatılır. Böylece kuledeki biri hücredeki mahkûmun faaliyetlerini kolayca farkedebilmek için hücreyi doğru bir şekilde her yandan görebilirdi. Muhafız kulesi, mahkûmlar tarafından tam olarak görülebilir bir konumda olmasına rağmen özenle inşa edilen kör pencerelerden dolayı tutuklular izlenip izlenmediklerini bilecek kadar kuleyi aynı ölçüde göremezler. Bu, kesintisiz bir gözetim tasarımıdır. O, bir tutuklama evinden çok Bentham’ ın kelimeleriyle, ‘sahtekârları dürüstçe öğütmek için bir değirmen’dir.

Panoptikon, bir hayal olarak kalmış gibi görünmektedir. Bentham’ ın kesin tariflerine uygun olan hiçbir hapishane inşa edilmedi, birkaçı bu örneğe yaklaşmış olsa da. Bir tahmin, Illinois’ deki Stateville ‘F’ Evi 1922′ de açılması ve Kasım 2016′ nın sonlarında tamamen kapatılmasıydı. Fakat Panoptikon’ u önemli kılan şey, onun genel bir tasavvur olmasıdır. Disiplinli terbiyenin tasarımlarına tabi olmak için bir hapishane hücresine kilitli olmak gerekmez. Disiplin ve Ceza‘ daki en kan dondurucu satır ‘Panoptisizm’ başlıklı bölümün son cümlesidir, burada Foucault alaycı bir şekilde sorar: ‘Hapishanelerin okullara, kışlalara, hastanelere benzemesi ve bunların hepsinin hapishanelere benzemesi şaşırtıcı mıdır?’ Foucault haklıysa, biz okul sıralarına ve seri üretim hattındaki pozisyonumuza ya da belki de hepsinden de önemlisi, günümüzde çalışma mekânları olarak oldukça ünlü olan, özenle düzenlenen odacıklara ya da bölmesiz ofislere mahkûm olduğumuz zaman, ıslah edici doğru eğitimin iktidarına tabiyizdir.

Psikiyatristler ve doktorlar tarafından kullanılan bio-iktidar, homoseksüelliği ‘cinsel sapma’ ya dönüştürdü.

Şüphesiz ki disiplin edici eğitim, egemen şiddet değildir. Fakat o, iktidardır. Klasik olarak iktidar, güç ve zorlamanın bir biçimi haline geldi ve onun en saf hali, fiziksel şiddet eylemleri olarak görüldü. Disiplin ise, başka türlü hareket eder. O, bizi farklı bir şekilde ele geçirir. Leviathan’ın daima yaptığı gibi bedenlerimizi yok etmek için ele geçirmez. Aksine disiplin, onları eğitir, onları inceler ve (Foucault’ nun tercih ettiği kelimeyi kullanırsak) onları ‘normalleştirir’. Foucault tüm bunların, açık bir şekilde kurnaz ve acımasız bir iktidar biçimi anlamına geldiğini gördü. Bir iktidar biçimi olarak böyle bir disiplini tanımayı reddetmek, bir insan hayatının nasıl şekillendirildiğini ve sürdürüldüğünü reddetmektir. Eğer yalnızca tanımaya can attığımız iktidar biçimi egemen şiddetse, bugün iktidarın çıkarını anlamak için zayıf bir konumdayızdır. İktidarın diğer biçimlerini göremezsek, iktidarın bizi şekillendirmek için kendini dayandırdığı bütün diğer yollara direnmekte etkili olamayız.

Foucault’ nun çalışması, disiplinci iktidarın son birkaç yüzyılda iktidarın kazandığı birçok biçimden yalnızca biri olduğunu gösterir. Disiplin anatomo-politika, egemen iktidarın yanı sıra biyo-politikanın iktidarını da sürdürür. Foucault bir sonraki kitabı olan The History of Sexuality‘ de, biyo-politikanın bize gerçek cinselliğin bastırılmış olduğunu sürekli kendisine anlatan bir kültürde, gösterişli cinsel coşkunun nasıl sürdüğünü anlamamıza yardım ettiğini ileri sürdü. Biyo-iktidar, cinselliği yasaklamaz daha ziyade üreme, aile ve sağlığın çok özel kavramlarının maksimum çıkarlarına göre onu düzenler. 19. yüzyılda, psikiyatristler ve doktorlar tarafından kullanılan biyo-iktidar, sağlıklı aile üremesinde cinsel aktivitelere odaklanmasında başarısız olmasından dolayı biyo-iktidar, bir ‘cinsel sapma’ daki eşcinselliğe döndü. İmkânsız olmasa da, egemenin doğrudan fiziksel baskıları ile bunu başarmak mümkün olmamaktadır. Burada daha fazla etkili olan, kendi çıkarları doğrultusunda hastalarını aydınlatmaya yardım eden tabiplerin ordularıydı.

Üstelik diğer iktidar biçimleri aramızda varolmaya devam etmektedir. Bazıları veri iktidarını -yani sosyal medyanın, veri analizlerinin ve kesintisiz algoritmik değerlendirmenin bilgi-iktidarı- 1984’te Foucault’ nun ölümünden beri ortaya çıkan en önemli iktidar türü olarak görür.

Özgürlüğün öngörülemezliğinden korkanlar, Foucault’ yu aşırı riskli bulurlar.

Modern iktidarın mekanizmalarını tanımlayarak ve öylesine ustaca analiz ederek, onu tekil ve birleşik bir iktidarın özü teorisine doğru geliştirmeyi reddetmesine rağmen Foucault, felsefi açıdan önemini sürdürür. Düşüncesinin kök saldığı keskin felsefi şüphecilik, iktidarın analizi için felsefenin kullanılmasına karşı değildir. Aksine o, şeylerin saklı özünü felsefenin ortaya çıkarabileceği ve üstelik çıkarması gerektiğine dair düşüncenin ardındaki meydan okumanın şüphesidir. Bunun anlamı, Foucault’ nun anahtar sözcüğü – iktidar- onun damıttığı özün bir ismi değil daha ziyade felsefe eserinin sürekli çalışmasını gerektiren bütün bir analiz alanının dizinidir.

Felsefenin hâlâ sonsuz özleri tanımlaması gerektiğini düşünenler, Foucault’ nun perspektifini tamamen ikna edici bulmayacaklardır. Fakat her birimizce sonsuz hissettiklerimizin nesiller ve coğrafyalar boyunca değişeceğini düşünenler, büyük bir olasılıkla Foucault’nun yaklaşımında esin bulurlar. Siyasal felsefenin merkezi kavramları yani kavramsal iktidar ve özgürlük çifti hususunda Foucault’ nun iddiası, insanların özgürlüğün alacağı olası bütün biçimlerini önceden tanımlamayı reddederek, özgürlük için daha fazla kazanacakları yönündeydi. Bu da, iktidarın durağan tanımlarına bağlanmayı reddetmek anlamına gelmektedir. Yalnızca iktidarın faaliyet gösterdiği yerler takip edildiğinde, özgürlük gelişmek için iyi bir şansa sahip olur. Foucault’ nun yaptığı gibi yalnızca iktidarın çok katlılığı içinde iktidarı analiz ederek, bizim kim olduğumuzun sınırlarını tanımlayacak iktidarın bütün farklı yollarına karşı çıkacak bir özgürlükler çokluğuna yükselme şansımız var mı?

İktidarı kesin olarak tanımlayacak olan felsefenin ironisi, özgürlüğün özünü sınırlaması olacaktır. Böyle bir felsefe, özgürlüğü kesin olarak sınırlandıracaktır. Özgürlüğün öngörülemezliğinden korkanlar, Foucault’yu aşırı riskli bulurlar. Fakat bugün neyin özgür olarak sayılmaya başlanmasına karar vermekte isteksiz olanlar en azından bizim felsefi perspektifimize göre yarın Foucault’yu bulurlar, özgürleştirirler. Böylece Foucault’ nun iktidara ve özgürlüğe yaklaşımı yalnızca felsefe için değil aynı zamanda kendimizi içinde bulduğumuz şeylerin değişen düzenine katkı sağlayabilen felsefe için daha fazla önemdedir.

* * *

Yazının orjinali için bkz. Colin Koopman, Why Foucault’s Work On Power is More Important Than Ever, https://aeon.co/essays/why-foucaults-work-on-power-is-more-important-tha…