Profesör György Lukács ile ölümünden yedi ay önce yani 19 Kasım 1970’te, sosyoloji ve çağdaş Marksist teori hakkında üç saat boyunca konuştuk. Lukács ile Budapeşte’de, Tuna Nehri’nin karşısındaki tepede bulunan Özgürlük Anıtı’na bakan dairesinde tartıştık.
Beşinci kattaki dairesinde basitçe şu yazılıydı: “Lukács, György” (telefon rehberinde “Akademicus” kimliği eklenmiştir). Lukács, kapıyı açıyor. Güzel gözlere ve kocaman purosunun ağırlığını taşıyan kıvrımlı bir ağıza sahip. Zaman zaman güçlü bir öksürükle boğuşuyor. Bu sırada, kısa süreli bir şiddetli fırtınadan dolayı ev sallanıyor. Lukács mükemmel bir şekilde cümlelerini tekrar toparlıyor ve söz diziminde bir bozulma olmaksızın sözlerine devam ediyor. Daireye küçük, karanlık bir koridordan giriliyor. Nehrin diğer tarafındaki Özgürlük Anıtı’na bakarak konuşuyoruz.
—-
FF: Belki sosyoloji hakkında konuşabiliriz.
GL: Yıllarca ben de sosyoloji ile ilgilenmiştim. Bildiğiniz gibi, Max Weber ile çalıştım ve o yıllara dair güzel anılara sahibim. Ancak, şu an sosyoloji bana sıkıcı görünüyor.
FF: Savaş sonrası dönemde sosyoloji çalışmaya başladığımda, İtalya’da sosyoloji ölüydü, bitmiş hâldeydi ve baskı altına alınmıştı.
GL: Bir bilim olarak sosyolojinin amacını ve doğasını sık sık merak etmişimdir. Sosyoloji, gerçekten özerk bir bilim olabilir mi? Bu anlamda, özerklik ne anlama geliyor? Bugün, disiplinlerarası bir yaklaşımdan bahsediyorlar. Ancak, “disiplinlerarası bir yaklaşım” çağrısının altında büyük bir kavram kargaşası yattığından kuşkulanıyorum.
F.F: Bilimsel temeli ve politik istikameti olan bir sosyolojinin neo-idealizm ve Birleşik Devletler’de sosyolojiyle bağdaştırılan parçalı [fragmentary] ampirizmin birleşimi dışında gelişemeyeceğini sık sık düşünmüşümdür.
GL: Bunun ötesine geçmeliyiz. Sosyoloji, felsefe, iktisat ve tarih arasındaki bağlantı meselesini tanımlamayı denemeli ya da en azından onu hayatta tutmalıyız. Bu ilişkileri gözden kaçırdığımızda ve kendimizi sosyolojik araştırmalarda disiplinler arası bir yaklaşımdan bahsetmekle sınırladığımızda, oldukça teknik ve uzmanlık gerektiren bir parçalılığa maruz kalmaktan kaçınamayız. Bu açıdan, Birleşik Devletler’in etkisi olumlu değildir.
FF: Belki, ama sanki sorulara cevap veriyormuş gibi “Marksist bir sosyoloji “den bahsetmek de bana çok basit geliyor. Tam teşekkül bir eleştirel sosyoloji kurmalıyız.
GL: Katılıyorum, ancak Amerikan sosyolojisinin toplumun genel hareketini hiçbir şekilde anlamaksızın kendini neden saf teknikle sınırlandırdığını anlamak önemlidir. Cevap, Amerikan sosyolojisinin ekonomi ile ilişkisini koparmasıdır. Toplum, ekonomik yapısı göz önüne alınmadan anlaşılamaz. Çünkü, bir toplumu küçük parçalar hâlinde inceleyemezsiniz, sosyoloji bağımsız bir bilim olamaz. Stalin’in güç kaybına uğrattığı Marx’ın yöntemi, toplumun bütününü, biçimini, hareketini ve gelişim ritmini analiz etmiştir. Sosyal bilimlerin parçalılığının -uzmanlaşmayı ayrışma noktasına kadar destekleyen burjuva geleneği tarihinde- kesinlikle izi sürülebilir ve böylece sosyal bilimler, üniter bir bütün olarak toplumu kavramada yetersizdir ve gizemlileştirme aracı hâline gelmektedir.
FF: Yine de, dikkatli bir şekilde çalışmanın amacının daire içine alınması ve sınırlandırılması gerekmektedir. Her çeşit yeni perspektifi geliştirebiliriz kesinlikle, son yıllardaki değerli sosyolojik araştırma sonuçlarını hemen kapı dışarı etmemeliyiz.
GL: Günümüz sosyolojisinin sonuçları -örneğin Birleşik Devletler’de uygulanan akademik sosyoloji- kurtarılabilir. Bazıları gerçek başarıları temsil ediyorlar ve önemli malumatlarla katkı sunuyorlar. Örneğin, Galbraith tarafından raporlanan belirli araştırmalarla ilgileniyorum. Elbette, bu tür araştırmalar uzmanlık gerektirir ve burada toplumun genel bir teorisi eksiktir bu yüzden asla sorunların merkezine ulaşamaz. Ancak, hâlâ eleştirel bir şekilde kullanılabilirler. Galbraith gibi insanlardan gelse de, kısmi katkılardan eleştirel olmak kaydıyla faydalanmak gerekir. Bu çalışmalar, kapitalizmin temel doğası aynı kalmaya devam ederken nasıl her gün değiştiğini anlamamıza yardımcı olurlar. Marx klasik ekonomistleri -özellikle Ricardo’yu- kullanmıştı ve biz de Marksist bir bakış açısından burjuva sosyolojisinin katkılarını kullanmayı öğrenebiliriz.
FF: Ancak burjuva sosyolojisinde bile gelişmiş bir teorik çerçeve eksik değildi, örtük olmasına rağmen….
GL: Hayır, aslında burjuva sosyolojisi gerçek anlamda kavramsal bir çerçeveye sahip değildi; belirli bir duyusal temelin [datum] verilmişliğinin üstesinden gelmeyi başaramaz. Vülger ampirizmden kaçamaz. Bunun temel nedeni, burjuva sosyolojisinin her anlamda bir bilişsel değer eksikliği içinde olmasıdır.
FF: O halde, burjuva sosyolojisinin sonuçlarını kullanmayı önermek, çelişkili değil mi?
GL: Çelişki yok. Söylediğim gibi, böyle sonuçlar kapitalizmin gelişen doğasını gösterir. Son yüzyılda piyasa ve dolayısıyla kapitalizmin gücü, ekonomik ve sosyal yaşamın önemli ama sınırlandırılmış sektörlerine yönelmiştir. Kapitalizmin mantığı endüstrinin temel sektörlerine odaklanmıştır, yani çelik endüstrisine ya da söylediğimiz gibi Schwere Industrie’ye. Ancak, bugün kapitalizm yaşamın bütün koşullarına ve açılarına karşı çarpışmaktadır. Kapitalizmin mantığı, sosyal sürecin kendisinin mantığına denk düşme eğilimi içerisindedir ve böylece toplumun bütün yaşamına yayılmakta ve içine çekmektedir onu. Son yüzyılın kısmi kapitalizminden bugünün genelleştirilmiş kapitalizmine doğru geçip gidiyoruz. Bu bakımdan, Marksizm tükenmek şöyle dursun daha yeni başlamıştır neredeyse. Her halükârda ve paradokslar bir yana Marksizm, Marx’ın inceleyemediği şeyleri inceledikçe gelişecektir.
FF: Anlamıyorum. Çerçevenin kendisi tamamlanmadıysa, Marksizmin devrimci hareket için tek ve zorunlu bir çerçeve oluşu nasıl mümkün olabilir?
GL: Çerçeve bütündür. Marksizm, tarihsel dönüşüm içindeki toplumun küresel olarak incelenmesinde temel bir yaklaşım olarak bütündür. Analiz tarzı ve toplumu oluşturan şeylerin teorik hiyerarşisini belirleme kriterleri bakımından bütündür. Ancak yöntemin bütünlüğü, Marx’ta her şeyin bulunabileceği anlamına gelmez. Belirli unsurlar ancak Marksist yöntem temelinde uzun ve sabırlı bir araştırmayla sağlanabilir. İşte bu noktada Marksistlerin kendileri ciddi şekilde yoldan çıkmışlardır. Kolay yolu seçtiler, kendilerini anlamadıkları şeyleri tekrarlamakla sınırladılar ve teoriye karşı taktikleri vurguladılar. Örneğin, Marx’ın asla Asya, Afrika ya da Latin Amerika’nın ekonomileriyle ciddi bir şekilde ilgilenmediği aşikardır. Yine de, bir düşünün! -Stalin, Troçki ile girdiği polemikte bir Çin feodalizmi icat etti. Bunaltıcı olan şey, böyle budalaca bir icadın Mao tarafından kabul edilmiş olmasıdır.
FF: Bir başka ifadeyle, sosyolojinin Marx ile ilgilenmesi gerektiğini ve Marksizm’in iyi dersler çıkarması gerektiğini söylüyorsunuz.
GL: Evet, ancak bir sorunumuz var: bugün Marksistler yok. Basitçe Marksist bir teoriye sahip değiliz. İnanın bana, Marx’ın zamanının kapitalizmine yaptığını bugün yapmak gerekiyor. Hem kapitalizm uğruna hem de sosyalizm uğruna.
FF: Sosyalizm?
GL: Evet, ayrıca sosyalizm için. Sosyalizm, devamlı eleştirel kalmaya, gizemsizleştirici bir analize ihtiyaç duyar ve bu dünya çapında yapılmalıdır. Hiçkimse bunu yapmıyor. Hiçkimse bunu düşünmüyor. Hâlihazırda olan şey, grotesk. Bir teoriden yoksun olan Marksistler, gündelik olayların peşine takılmakla lanetlenmiştir. Kolektif hareketler patlak vermektedir ve buna “kendiliğinden” -öğrenciler, gençler ve buna benzer hareketler- denilmektedir. Ayrıca, sonrasında Marksistler olaylara yetişmek ve sonrasında onları anlamak için koşuşturmaktadır. Teorileri, şaşkınlıklarının rasyonelleştirilmesinden başka bir şey değildir.
FF: Ancak, bahsettiğiniz hareketlerin bir anlamı var ve sosyal ve kişisel yaşamın bürokratikleştirilmesine karşı olan mücadele içinde yapısal kökleri bulunuyor. Şüphesiz, üzerinde düşünülmesi gereken bir öneme sahipler.
GL: Elbette, böyle protesto hareketlerinin senin de vurguladığın gibi bir anlamı var ancak toplumun genel bir teorisinin yokluğunda anlaşılamazlar. Böyle bir teori olmadan dikkatler pitoreske ve bambaşka yönlere odaklanır ve hareketin tüm amacını gözden kaçırır. Böyle bir genel teoriye sahip olduğunu iddia eden Marksistler bile, parçalı ve bütünüyle anti-Marksist şekilde gündelik olaylara ve haber olan her şeyin ardından koşmaya zorlanmıştır çünkü teorilerini geliştirmemişlerdir.
FF: Marksizmin gelişiminde bir kırılma olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? Nasıl ve ne zamandan beri?
GL: Aslında bir kesinti. Olması gerektiği şekliyle, yani toplumun ve tarihin genel bir teorisi olarak kavranan Marksizm artık mevcut değildir. Belli bir süre önce sona erdi. Onun yerine, Stalinizm var elimizde ve bir süre daha böyle olmaya devam edecek. Stalinizm, budalaca pek çok şekilde tanımlanmıştır ancak aslında durum basittir: Ne zaman eylem tarihin üzerinde tutulursa ve ona karşı çıksa, sonuç Stalinizm olur. Stalinizm, hatalı bir yorumdan ya da Marksizmin kusurlu bir uygulamasından daha fazlasıdır; Marksizm’in olumsuzlanmasıdır. Stalinizm altında teorisyenler değil yalnız taktikçiler vardır.
FF: Peki ya Suslov? Sovyetler Birliğindeki Marksizm’in resmi teorisyenleri?
GL: Sovyetler Birliği’ndeki ya da öteki sosyalist ülkelerdeki resmi Marksizm çoğu zaman sefil bir şeydir. Diamat[diyalektik materyalizm] bayrağı altında vasat profesörler dünyanın problemlerini soru-cevap şeklindeki tekdüzelik içinde tekrar ederek basit formülleri mekanik bir şekilde uygulayarak açıklıyorlar. Bu, Marksizm olarak yasadışı bir şekilde hazırlanan bir şeydir. Belli bir didaktik veya propaganda amacına hizmet edebilir, ancak bunun Marksizmle hiçbir ilgisi yoktur. Bizler, hâlâ Stalinistiz. Stalinizm, Stalin’in kötülüklerinden daha fazlasıdır. Ahlak kategorilerine referans yaparak anlaşılamaz. Bu oldukça basit bir şekilde taktiklerin teorinin yerine ikame edilmesidir.
FF: İktidara gelmiş Marksistlerle taktiksel olarak meşgul olmanız anlaşılabilir, ancak eleştiriniz kapitalist Batı’daki Komünist partilerin muhalefette olduğu ülkelerdeki Marksistler için de geçerli mi?
GL: Sanırım öyle. Bazı politik durumlar beni hayrete düşürüyor. Örneğin, İtalyan Komünist Partisi’nin örgütsel gücü ile küçük teorik ağırlığı arasındaki uyumsuzluğa bakın. Bunun nedeni konusunda emin değilim. Togliatti’nin birinci sınıf bir politikacı, hatta büyük bir taktisyen olduğuna şüphe yok. Belki de teorik merakı sınırlıydı…. Bana onun iyi bir bürokrat alışkanlığına sahip olduğunu söylediler. Tekrar ve tekrar sadece taktiklerle baş başayız. Protesto hareketlerini anlamadan, hatta öngörmeden peşlerine düşüyoruz. Örneğin Arap ülkelerini sosyalist olarak adlandırıyoruz. Arap Sosyalist Birliği gibi etiketleri tereddütsüz kabul ediyoruz. Bunların hepsi gerçekten gülünç. Arap dünyasının nesinin sosyalist olduğunu kimse bilmiyor. En fazla milliyetçi kimliğe doğru bir hareket olduğunu söyleyebiliriz ama sosyalizme doğru değil. Afrika, Asya, Latin Amerika Marx’ta sadece birer deyimdir. Bu ülkeleri ve ekonomilerini Marx’ın yöntemiyle incelemeliyiz. Bunu yapmazsak, sadece soyutlamalar olur, ciddi bir analiz olmaz.
FF: Ancak, soyutlama uğrağı genel bir teorinin yapısı için temel değil midir?
GL: Kesinlikle ve yanlış anlaşılmış bir materyalizm veya ampirizm adına soyutlama uğrağının önemini inkâr edecek son kişi ben olurum. Pozitivistlerin kesinlikle anlamadığı şey tam olarak budur: olgular yorumlanmalıdır ve böylece aşılmalıdır. Mesele, olguların mı yoksa soyutlamaların mı önce geldiği değildir. Öncelik ve sonralık yoktur. Eğer bunu unutursak, sorunun terimlerinin hiperstazına gireriz ve kaçınılmaz olarak çözümsüz metafiziğe geri döneriz. Olgularla ilgili tüm bu telaşı anlamıyorum. Gerçekler gerçektir. Varlığın olduğu kabul edilir. Varlık ve bilinç arasında hiyerarşi kurmanın hiçbir nedeni yoktur. Doğru, Marx “varlığın düşünceyi yarattığını” yazmıştır, tersini değil. Ayrıca Marksizm, tarihsel materyalizmini toplumsal varlığın toplumsal bilinç üzerindeki önceliğine dayandırır; bu sui generis bir önceliktir ve kelimesi kelimesine alınmamalıdır. Bilinci varlığa tabi kılmak, büyük bir hatadır. Gerçekte toplumsal varlığa dair sahip olduğumuz bilinç, toplumsal varlık üzerinde eylemde bulunmamızı ve onu dönüştürmemizi sağlar. Ancak bu şekilde varlığın ampirik ağırlığından kurtulabiliriz.
FF: Belki de bu, ampirik araştırmanın anlamının sizden neden bu kadar kaçtığını açıklıyor. Öyle görünüyor ki sizin için araştırma yalnızca öznel kavramsal düzeyde zaten bilinenleri desteklemek için yapılıyor. Temel olarak, önemli yeni keşiflerin teorik şemanın yeniden açılmasını zorlayabileceğini reddediyorsunuz ve bu nedenle araştırmanın yaratıcı işlevi sizden kaçıyor.
GL: Hiç de öyle değil. Elbette, yersiz ve keyfi soyutlamalar karşısında belgelendirilmiş analizin temel öneminin farkındayım. Marx’ın kendisi de gençlik yazılarının geleneksel anlamda tamamen felsefi olduğunu düşünüyordu. Asıl önemli eserinin Das Kapital, yani zamanının kapitalist toplumunun analizi olduğunu düşünüyordu. . . . Marksizm bilimsel analizi onaylar, ancak bu, yorumlayamadığı olguların esiri olan pozitivist bir analizle aynı şey değildir. Elbette bilimsel Marksizm idealist analize de sempati duymaz. Marx’ın klasik politik ekonomiye, özellikle de Smith ve Ricardo’ya yönelttiği eleştiriler, bilimsel eleştirinin harika bir örneğidir. Onların teorileri temelde statikti ve bu nedenle toplumun hareketini açıklayamıyordu. Marx, statik olguları (piyasa, emek, meta, vb.) belirli bir tarihsel ortama yerleştirir ve bunları, tarihin belirli aşamalarından herhangi birini ebedileştirmeden veya şeyleştirmeden tarihin hareketini hesaba katabilen diyalektik terimlerle yeniden tanımlar. Böylece insana kendi tarihini geri verir. Marx’ta tarih artık doğaya ait değildir. Tarih kültüre, yani insan bilincine, insan başarısına, insan sorumluluğuna dönüşür. Tarih, toplumsal varlığa hakim olan, onu kavrayan ve dönüştüren toplumsal bilince aittir. İşte bu ışık altında, varlık ve bilinç arasındaki her türlü hiyerarşiyi reddediyorum.
FF: Marksizmin toplum çözümlemesinde belirleyici olan, ekonomik ya da yapısal plandır.
GL: Ancak, sizin deyiminizle ekonomik planı diğerlerinden ayrı tutamazsınız. Ekonomik motifler kendi başlarına hiçbir şeyi açıklamaz. Marksizmi mekanik olarak yorumlamaktan sakınmak gerekir. Marksizm de pozitivist bir yoruma tabidir ve hem siyasi hem de felsefi sonuç oportünizm ya da gördüğümüz gibi Stalinizmdir.
FF: Belirli bir tarihsel ufuk içinde bilimsel akıl yürütmenin şematizminin ya da temellerinin -problem, hipotez, doğrulama- tarihsel olumsallıklardan bağımsız, kendilerine ait bir geçerliliğe sahip olduğu konusunda hemfikir olup olmadığınızı merak ediyorum.
GL: Bu basitçe Marksizmin dogmalaştırılmaması gerektiği, Marksizmin içinde belirli doktrinleri etkileyen eleştirel bir dürtü olduğu anlamına gelir. Marksizmin geliştirilmesi gerektiğini, Marx’ın eserinin sonuna kadar okunması gerektiğini söylemiştim. Marcuse bunu esasen Ütopik olan bir şematizme göre denedi. Marcuse bilimsel analiz için yeterli birisi değil. İşçi sınıfını gözden kaçırmıştır. Alt proletaryaya ilişkin idealleştirmesi tamamen romantiktir ve ciddi bir temeli yoktur. Öte yandan, bilimsel analiz uğrağı temeldir; tarihin ve toplumun genel çerçevesiyle ilgili ön bilimsel analiz olmaksızın gerçek anlamda devrimci bir siyaset olamaz. Bugünün devrimci hareket için bu en acil ihtiyaçtır. Aslında politikamız yok, çünkü teorimiz yok. Yani hepimiz Stalinistiz.
Stalin, büyük bir taktisyendi. Belirli bir durumda yapılacak en iyi şeyi anında anladı ve bazı darbeleri gerçekleştirdi. Örneğin, Liebknecht ve Rosa Luxemburg karşısında kesinlikle haklıydı. Benzer şekilde, Hitler ile yapılan pakt ve Ribbentrop ile el sıkışılması da tamamen haklıydı. Taktiksel açıdan bakıldığında bu basit bir gereklilikti. Stalin’in en büyük tarihsel başarısı bunu hemen anlamış olmasıdır. Ancak, maalesef Stalin bir Marksist değildi. Bir paradoks yaratmama izin verirseniz, Stalin bir Troçkistti. Size bir hikâye anlatacağım. Lenin ve Stalin arasında sendikaların rolü ve sorumluluğu hakkında bir anlaşmazlık vardı. Troçki, sendikaların birincil görevinin, Devletin inşası olması gerektiğini ve bu nedenle her durumda Devletin bir organı gibi davranmaları gerektiğini söyledi. Lenin ise sendikaların kendilerini kitlesel organizmalar olarak ve kurumsal sorumluluklarını da üretimde çalışan işçilerin acil çıkarlarının savunulması olarak görmeleri gerektiğinde ısrar ediyordu. Dolayısıyla, Stalin’in Troçkist olduğunu söylerken ne demek istediğimi anlamışsınızdır.
Gerçek şu ki, Stalin’in yeri henüz doldurulmamıştır. Biz burada Macaristan’da, hatta Polonya’da bile bazı şeyleri üretmeyi öğrenmiş olsak da, planlar büyük ölçüde kağıt üzerinde kalıyor. Pratik düzeyde tarım oldukça iyi gidiyor, ancak genel olarak sanayileşme işe yaramıyor. Koordinasyon kısmı eksik: Örneğin hammaddelerin fabrikalara zamanında ulaşmaması. Popüler politik gücün büyük kararlarını kişilerin, bireylerin ihtiyaçlarıyla ilişkilendirmeyi öğrenmeliyiz. Soyut planlama anarşi yaratır ve Stalin tarafından yaratılan bürokratikleşme korkunç bir kötülüktür. Toplum onun tarafından boğulur. Her şey gerçek dışı, nominalist bir hal alır. İnsanlar hiçbir amaç, hiçbir stratejik hedef görmezler ve bu nedenle hareket etmezler ve böylece bireysel teşvik sorunu çözülemez hale gelir. Bireysel kâr fikrini kapitalist çizgide yenilemek ya da piyasa yasasına başvurmak tamamen yararsızdır. Kapitalizmi hâlâ bir önceki yüzyıldaki gibi düşünüyoruz, oysa on dokuzuncu yüzyıl piyasası öldü! Öte yandan, Stalinizm altında insan büyük alternatifleri değerlendirme zevkini kaybeder. Ne tür bir toplum inşa etmek istiyoruz? Bürokratik bir sosyalist toplum mu? Sanayileşmiş kitlesel üretim ve tüketime dayalı bireyci bir toplum mu? Çoğulcu bir toplum, ademi merkeziyetçi, düşük ekonomik üretkenlik? Bu tür sorular sıkıcı ve faydasız görünmektedir. Ayrıca, aslında yararsızdırlar çünkü bunlar Stalinizmin soramadığı stratejik sorulardır. Stalin sadece Marksist olmamakla kalmadı, Marksizmi de yıktı ve dolayısıyla bugün gerçek bir politikamız, stratejik bir plana dayalı bir politikamız yok.
FF: Bugün Sovyetler Birliği’nde Stalinizmden kurtulmak ve Marksizme geri dönmek için ne yapılabilir?
GL: Çok az, pratikte hiçbir şey. Teoriyi pratiğe tabi kıldıkları için Sovyet dostlarımız Marksizmi sadece acil siyasi gerekliliklerini rasyonalize etmek için kullanmak zorunda kalıyorlar. Örneğin, Sovyetler ve Çinliler arasındaki anlaşmazlığın Marksizmle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yalnızca siyasi taktikler üzerine bir çatışmadır ve genel bir Marksist teori mevcut olmadığı için çözülememektedir.
FF: Günümüzde uygulanabilir genel bir Marksist teorinin olmadığını neye dayanarak söylüyorsunuz?
GL: Bir temeli kaybettiğimiz ve bazı şeylerin bizden kaçtığı gerçeğinden. Hakkında söyleyecek hiçbir şeyimizin olmadığı yeni olgular var. Kapitalizmin büyük krizini bekliyoruz ama kapitalizm 1929’dan bu yana kayda değer bir kriz yaşamadı çünkü kapitalizm artık tüm toplumsal yaşamı ele geçirmiş durumda. Bunu söylemekten hoşlanmıyoruz ama bu doğru. İşçilerin kitlesel tüketimi, kapitalizmin krizlerini ortadan kaldırmanın bir aracı haline gelmiştir. Marx ve Engels’in bildiği pazardan -yapısal, nesnel, kırsal yaşamın ve genel olarak geleneğin aptallığına atıfla birçok yönden devrimci- bu yüzyılın manipüle edilmiş pazarına geçtik. Analizimiz dururken, kapitalizm gelişmeye devam etti. Biz Lenin ile durduk. Ondan sonra Marksizm diye bir şey kalmadı.
Örneğin, on dokuzuncu yüzyıl boyunca iş gününün uzunluğu önemli bir sorundu. On dört saatten on üç saate, on iki saatten on saate ve bu şekilde devam etti. Bugün ise bu farklı bir sorundur. Önemli olan çalışma haftasının uzunluğu değil, işçilerin meşhur “boş zamanlarında” ne yaptıklarını, ne tükettiklerini, nereye gittiklerini vb. nasıl anlayacağımız ve programlayacağımızdır. On dokuzuncu yüzyılda kapitalist, işçilerin tüketim kapasitesine kayıtsız kalabilirdi. O zamanlar kapitalizm her şeyden önce temel yatırımlarla, ağır sanayiyle ilgileniyordu ve kolektif yaşamın önemli sektörleri atlanıyordu. Bugün kapitalizm, kadın çizmelerinden otomobillere, mutfak aletlerinden eğlence araçlarına kadar tüm toplumsal yaşamla derinden ilgilenmektedir. Bu, hakkında çok az şey bildiğimiz niteliksel bir değişimdir. Üretim tekniklerinin evrimini, dolayısıyla işbölümünün evrimini ve üretken teknolojinin mesleki roller ve sınıf mücadelesinin şekillenme biçimi üzerindeki yansımalarını takip etmeliyiz.
FF: Çağrıda bulunduğunuz genel teorinin şekillendirilmesinde entelektüellerin rolüyle ilgileniyorum. Entelektüelleri hâlâ ayrı bir sosyal grup olarak düşünebilir miyiz, yoksa entelektüeller de herkes gibi maaşlı işçiler mi?
GL: Hayır bana öyle gelmiyor, entelektüeller de diğerleri gibi sadece ve sadece maaşlı işçilerdir. Entelektüellerin sözde proleterleşmesi onları gerçek proleterler yapmaz. Entelektüellerin oldukça özel sorumlulukları vardır. Örneğin bizim aramızda gerçek bir güce sahip olabilirler ve siyasi kararlarda önemli bir rol oynayabilirler. Ama şikayet etmeye devam ediyorlar. İlk kız arkadaşı olan bir ergen gibi, onunla gurur duyar, toplumda görülmesini ister ama aynı zamanda utanır. Entelektüelin iktidarla ilişkisi muğlaktır. Resmi propaganda “proletarya diktatörlüğü”nden bahsetmeye devam eder, ancak işçi gibi davranan entelektüeller gülünç duruma düşerler. Marx ve Engels’in bile entelektüel ve burjuva olduklarını ve elbette Lenin’in kendisinin de entelektüel bir burjuva aileden geldiğini nasıl unutabiliriz? Lenin’in bize öğrettiklerini, sosyalist bilincin işçi sınıfının içinden kendiliğinden yükselmediğini, devrimci aydınlar tarafından işçi sınıfına getirildiğini hatırlamalıyız. Bunun tam olarak nasıl gerçekleştiği bir dönemden diğerine değişir, ancak bunda mekanik bir kendiliğindenlik, kadercilik yoktur.
Elbette entelektüellerin paternalizminden her ne pahasına olursa olsun kaçınmalıyız, çünkü paternalizm her zaman gizli bir otoriterliktir ve bu nedenle daha da sinsidir. Ancak paternalizm korkusu, bazı belirleyici koşullar altında tarihte büyük şahsiyetlerin oynadığı rolün önemine gözlerimizi kapatmamıza neden olmamalıdır. Lenin olmasaydı 1917’de Sovyetler Birliği’nde ne olurdu? Onun yokluğunda Ekim Devrimi’ni gerçekleştirebileceğimizden emin olabilir miyiz? Sosyalizm, insanlar ne yaparsa odur. Sosyalizmin inşasının bürokratikleşme tarafından engellenmediğini ve nihayetinde boğulmadığını görmek onlara bağlıdır.
Çevirmen notu: Tarihini hatırlamadığım bir gün Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun (1947-2011) Barış Mücen ile birlikte kaleme aldığı “György Lukács’ın ontolojik arayışı” makalesini okurken, kaynakçaya göz atıyordum. Lukács’a yönelik çağdaş ilgisizliğin, hocaların hocasında görülmemesi ve hatta eleştirilmesi bile başlı başına bir sevinç kaynağıydı. Lukács’ın iki söyleşisinden alıntı yapıyordu. İlk söyleşiyi farkında olmadan, Türkçeye çevirmiş olmanın bahtiyarlığı ve mutluluğu içinde ikincisinin tam hâlini bir türlü bulamamanın üzüntüsü içindeydim. Neyse ki, yakın zamanda belgeye ulaştım ve ikinci söyleşi de artık Türkçede. Bu çeviriyi, ilgilerimin canlı kalmasında yazdığı yazıların belli bir payı olan Hasan Ünal Nalbantoğlu’na adıyorum, naçizâne. Seçkinyalnızlığa…