Felsefi Bir Kavram…

Felsefi bir kavram, kendileri içsel değişkenler tarafından tanımlanan düşünce alanlarında pek çok işlevi yerine getirir. Elbette bu alanların içsel değişkenler ve işlevlerle karmaşık ilişkisi içerisinde dışsal değişkenleri de (şeylerin durumu, tarihteki uğrakları da) vardır. Bu da demektir ki, bir kavram birisi istedi diye basit bir biçimde hayata gözlerini yummaz; ne var ki yeni alanlardaki yeni işlevleri gereğince aşınır. Bir kavramı eleştirmenin neden ilginç olmadığı sorusunun da yanıtıdır aynı zamanda bu: Yeni işlevler inşa etmek ve onu yararsız ya da yetersiz kılan yeni alanlar keşfetmek çok daha önemlidir.

Özne kavramı da bu kurallardan yakasını kurtaramaz. Bu kavram uzun süredir iki işlevi yerine getiriyor. Birincisi, evrenselin artık nesnel özler tarafından temsil edilmediği ancak noetik ya da dilbilimsel edimler tarafından temsil edildiği bir evrensellik alanında işlev görmesi. Bu anlamda Hume, özne felsefesindeki kurucu uğraklardan birine işaret eder; çünkü verili bilginin ötesindeki edimlerden söz eder. (“Daima” ya da “zorunlu” dediğim zaman ne oluyor?) Buna tekabül eden alan ise artık tam olarak bilgi alanı değildir; daha ziyade bilginin yeni bir temeli olarak “inanç” alanıdır. Her bana verilenden fazlasını biliyorum demeye kalkıştığımda, bir inanç hangi koşullar altında meşrulaştırılmış olarak düşünülebilir? İkincisi, özne, bireyin artık şey ya da ruh olmadığı ancak bunun yerine kanlı canlı ve bilinçli, konuşan ve konuşulan (Ben-Sen) bir birey olduğu bir bireyleşme işlevini yerine getirir. Öznenin bu iki görünüşü, evrensel “ben” [I] ve birey “ben” [me], zorunlu olarak birbirine bağlı mıdır? Eğer öyleyseler bile aralarında bir çatışma yok mudur ve bu çatışma nasıl çözülebilir? Tüm bu sorular, zamanın belirlenimi olarak “ben”i [I] zamanda belirlenebilir olarak “ben” [me] ile karşı karşıya getiren Kant’la ve elbette Hume’la birlikte özne felsefesi denen alanı harekete geçirir. Benzer sorular, Kartezyen Düşünceler kitabının sonunda Husserl tarafından yeniden sorulacaktır.

            Bir değişimin yaşanması için yeni işlevler ve değişkenler bulabilir miyiz? Tekilleşme işlevleri, uzam-zamanın yeni değişkenleri lehine bilginin alanını işgal etmiştir. Tekillikle yalnızca evrensele karşı olan bir şeyi kast etmiyoruz, aynı zamanda bir bağlantı kurmak amacıyla yakınındaki bir başka öğeye uzanmış kimi öğelerden söz ediyoruz; bu, matematiksel anlamdaki bir tekilliktir. Bilgi ve hatta inanç, tekilliklerin yayılmasını ve dağılımını işaret eden “düzenleme” ya da “düzenek” (Fransızcasıyla agencement ve dispositif) gibi kavramlar tarafından değiştirilme yönünde bir eğilim taşır. Bunlar öyle yayılımlardır ki, “zar atımı” gibi, özne olmaksızın deneyaşırı [transcendental] bir alan kurarlar. Çoklu [multiple] özsel olan –Çokluk– [Multiplicity] haline gelir ve felsefe, başlangıç birimi olarak özneye hiçbir göndermesi olmayan bir çokluklar kuramı olur. Önemli olan bir şeyin doğru ya da yanlış olması değil, daha ziyade tekil ve düzenli, dikkate değer ve olağan olmasıdır. Tekilliğin işlevi, yerini (evrenselin kullanımının olmadığı yeni bir alanda) evrenselliğinkiyle değiştirir. Bu durum hukukta dahi görülür: Hukuki “dava” ya da “içtihat” [jurisprudence] kavramı, tekilliklerin yayılması ve sürdürme işlevlerinin yararına evrenseli azleder. İçtihat üzerine kurulmuş bir hukuk kavramı, herhangi bir hak “öznesine” gereksinim duymaz. Öte yandan, öznesi olmayan bir felsefe, içtihat üzerine kurulan bir hukuk anlayışına sahip olur.

Belki de bunlar karşılıklı olarak, kişisel olmayan bir bireyleşme tarzını kendilerine dayatmışlardır. Bir olayın özgünlüğünü/bireyleşmesini sağlayan şeyin ne olduğu merak ediyoruz: Bir yaşam, bir mevsim, bir rüzgâr, bir savaş, saat beş… Artık bir kişi ya da “ego” kurmayan bu bireyleşmelere olaysallıklar ya da olaysılıklar diyebiliriz. Tam da burada bir soru başgösterir: “Ego”lardan ziyade bu türden olaysallıklar değil miyiz? Anglo-Amerikan felsefesi ve yazını bu açıdan hayli ilginçtir; çünkü dilbilimsel bir kurgununkinden ziyade bir “ben” [me] sözcüğünü ortaya koymaya muktedir oldukları konusunda şüpheleri vardır. Olaylar, birleşme ile ayrışma, hız ile yavaşlık, enlem ile boylam, güç ile etki hakkında oldukça karmaşık sorular doğurur. Psikolojik ya da dilbilimsel olsun, bütün kişiselciliğin [personalism] karşısında, üçüncü bir kişiyi desteklerler ve hatta “dördüncü tekil kişi”yi; Ben ve Sen arasındaki boş alışverişlerden ziyade kendimizi ve toplumumuzu tanıdığımız kişi olmayanı [non-person] ya da O’nu [It] ortaya koyar. Kısacası, özne kavramının birey-öncesi tekillikler ve kişisel olmayan bireyleşmeler adına öneminin çoğunu yitirdiğini düşünüyoruz. Ne var ki, hangisinin en iyi olduğunu bilmek için kavramları birbirinin karşısına koymak yeterli değildir; sorunları dönüştüren ve yeni kavramların kurulmasını talep eden güçlerin etkisini keşfedebilmek için yanıt verdikleri sorunların alanıyla karşılaştırmak zorunda kalırız bunları. Büyük filozofların özne üzerinde yazdıklarında tarihin çöp sepetine giden hiçbir şey yoktur; ancak tam da bu nedenle ve onlar sayesinde bizi –onları izlemekteki beceriksizliğimizi gözler önüne seren– bir “geri dönüş”ten alıkoyan ve keşfetme mecburiyetinde olduğumuz başka sorunlarımız olur. İşte burada, felsefenin konumu temel olarak biliminkinden ya da sanatınkinden hiç de farklı değildir.

 

 

____________________________

 

[Kaynakça notu: Deleuze, Gilles (1991). “A Philosophical Concept…”, Who Comes After The Subject? içinde, s. 94-95, ed. E. Cadava, P. Connor, J.L. Nancy, Londra: Routledge.]