Felsefeyi Kadın Olarak Düşünmek

23 Eylül 2023 tarihinde Bilkent Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Philfest’23 kapsamında Eylül Yücel’in moderatörlüğünde Fulden İbrahimhakkıoğlu ve Toros Güneş Esgün 4 soru üzerinden “Felsefeyi Kadın Olarak Düşünmek” üzerine söyleşti. Söyleşinin yazılı halini okurlarımıza sunuyoruz.


Eylül Yücel: “Felsefeyi kadın olarak düşünmek” sizce ne demek? Bu ifade felsefenin bir cinsiyeti olduğunu mu yoksa kadınların felsefe yapma tarzlarının farklılığı mı vurguluyor?

Fulden İbrahimhakkıoğlu: Bu ifadeyi aslında Nancy Tuana’nın Kadın ve Felsefe Tarihi kitabının giriş bölümü oluşturan “Felsefeyi Kadın Olarak Okumak” başlığından bu oturuma uyarladık. Tuana bu yazısında felsefeyi kadın olarak okumanın yabancılaştırıcı bir deneyim olmasından bahsediyor; zira kadın, klasik Batı felsefesi tarihinde felsefenin öznesi olmayıp her daim nesnesi olarak karşımıza çıkıyor: “Şüphesiz, kadın, söylemin konusudur; ancak o, okuduğu şeyde kendini tanıyamaz” diyor Tuana. Erkek filozofların anlatısında kadın genel olarak aşağı bir varlık olarak tasvir ediliyor: örneğin, Aristoteles kadını eksik erkek olarak tanımlıyor, Kant için kadınlık yetersiz bir rasyonel kapasiteye işaret ediyor, Hegel’e göre ise kadınlar doğası gereği evrensel bir bilince erişmekten yoksun. Filozofların toplumsal cinsiyete dair bu tarz düşünceleri bugün genel olarak “dönemin etkisi” adı altında örtbas edilebiliyor ya da mazur görülebiliyor, oysa birçok filozof için bu düşünceler felsefelerinin genelinde kurucu bir rol üstlenmiş durumda. Örneğin akılcı gelenekte aklı bir yandan evrensel bir insani kapasite olarak ele alıyoruz, diğer yandan diyoruz ki “ama bir saniye; kadın aklı farklıdır, daha farklı çalışır, bu evrenselliğe erişemez, özgül olanda takılı kalmıştır.” O halde burada ne gibi bir evrensellikten söz edebiliriz? Evrensellik bu durumda aklın belli bir erkek tanımından yola çıkarak elde edilen bir kavram haline geliyor ve bu elbette bir kurgu. Genevieve Lloyd Erkek Akıl kitabında bu kurgunun modern dönemdeki tarihsel ve felsefi gelişimini inceliyor. Ama bu kurgular nasıl gerçekliği tasvir etmekte bir araç rolü üstleniyorsa, aynı şekilde gerçekliğimize de bir şekil veriyor; çünkü belli adaletsizliklere gerekçelendirme mekanizması sunmuş oluyor. Örneğin Aristoteles’in döneminde o halde diyebiliriz ki kadınların eşit ve özgür birer vatandaş olarak görülmesine elbette gerek yok çünkü onlar “eksik erkek.” Ya da Kant döneminde diyebiliriz ki kadınlara eğitim hakkı verilmesine gerek yok çünkü onların aklı başka türlü işliyor (ki Kant’ın çağdaşı Mary Wollstonecraft bunun tam aksi bir tezi savunuyor mesela). Benzer gerekçelendirme mekanizmalarının bugün de kullanıldığını görüyoruz: eşitlik etik bir ideal iken, özcü bir yerden toplumsal cinsiyet eşitliğinin tabiata aykırı olduğu iddia edildiğinde bunun yansımasını siyasi haklar, özgürlükler ve ayrıcalıklar kapsamında görebiliyoruz. Dolayısıyla bu oturuma seçmiş olduğumuz başlık bugün hala etkisini gösteren, birçoğumuz için bilişsel alışkanlık halini almış bu gelenekleri sorunsallaştırmayı hedefliyor. Kadınlar elbette bu gelenekleri sorunsallaştırmadan felsefe yapabilir, ki yapıyorlar da. Ama toplumsal cinsiyet lensinden okumayı reddetmenin hem felsefi hem de siyasi olarak bizi sorunlu yerlere götüreceğini de göz ardı edemeyiz.

Fatmagül Berktay

Toros Güneş Esgün: “Felsefeyi kadın olarak düşünmek”, felsefenin bir cinsiyeti olduğunu söylemekten ziyade felsefenin diğer bir çok alan gibi, cinsiyetlendirilmiş bir bilgi alanı olduğunu söylemek anlamına geliyor. Toplumsal cinsiyet perspektifinden baktığımızda kültürel alanların, bazı edimlerin, hatta bazı duyguların belirli cinsiyetlere norm olarak dayatıldığını görürüz. Bu bakımdan elbette sözgelimi “şefkat” gibi bir duygu sadece kadın ya da erkek tekelinde değildir, özsel olarak bu cinsiyetlerin birinde ya da ötekinde değildir, buna karşın toplum şefkati kadına bir norm olarak koyabilir, tıpkı erkeğe yumuşaklığı, ağlamayı yasakladığı gibi. Kültürde belli bilgi alanları ve hatta meslekler de bu şekilde cinsiyetlendirilmiştir. Tarihte uzun bir süre bilim, felsefe ve hatta sanat da erkeklerin faaliyet yürüttüğü alanlar olarak normlandırılmıştır. Bu bakımdan felsefe etkinliği de başlangıç zamanlarından belki de 20. yy’a kadar erkeklerin faaliyet alanı olarak görülmüştür. Fakat bu kadınların felsefe yapmadığı ve yapamayacağı anlamına gelmez. “Felsefeyi kadın olarak düşünmek” bu bakımdan ikili bir anlama gelir: İlkin kadınların felsefeyle ilişkilenme biçimlerini imler, ikinci olarak da bir imkana işaret eder. Birinci perspektif eleştireldir: Tıpkı feminist edebiyat eleştirisinin edebi eserleri ele alırken hedeflediği gibi filozofların metinlerindeki cinsiyetçi ifadelerin irdelenmesini gerektirir. İkinci olarak da erkeklerin egemen olduğu bu alanda kadınların kendilerine özgü felsefe yapma olanaklarını sorgular. Dolayısıyla eleştirel düzey kadınların felsefe yapma olanaklarını artırır. O halde bir soru daha sormalıyız: Binlerce yıldır ataerkil hegemonya altında kavram ve problemlerini oluşturmuş bir alandan dışlananlar olarak felsefeyi nasıl eleştirip ondan nasıl imkanlar devşirebiliriz, bu alanda kendi dilimizle nasıl konuşabiliriz? Bunun için felsefe tarihini baştan okuyup, baştan yazmalıyız. Bu hem filozofların cinsiyetçi ifadelerinin farkında olmak, hem de kavramların arkadasındaki eril hegemonyayı görmek demek. Elbette birçok filozofun kadınlar hakkında cinsiyetçi ifadeleri var, bu onları okumayacağımız anlamına gelmiyor fakat dikkatli bir okuma yapmalıyız. Örneğin Fatmagül Berktay’ın Platon’a yönelik okuması ilham verici: Ona göre Sokrates, “ebelik” ve “doğurma” gibi feminen gücü temsil eden yetileri aklın yetileriyle birleştirerek üzerine alır ve kadınları felsefeden dışlar. Benzer şekilde Irigaray, Platon’un mağara metaforunun kadınları felsefeden dışlarken bir açık verdiğini düşünür: Irigaray mağarayı bir rahim olarak okurken mağarayı düşünülür alemin doğum yeri olarak konumlandırır. O halde belki de ironik bir şekilde söyleyecek olursa bu zamana kadar kadınların dışlanarak cinsiyetlendirilen, erilleşen felsefe, belki aslında başlangıçta kadındı! Gerçekten de Almanca ve Fransızca gibi dillerde felsefe sözcüğü dişil artikelle kullanılır, –die Philosophie, la Philosophie-. Zeus’un kafasından doğsa da felsefenin tanrıçası Athena’dır. Irigaray da benzer şekilde aslında felsefi etkinliğin kadınların yaşam pratiklerine daha uygun olduğunu söyler. Tam bu noktada bahçesinde bitkilerle olmayı seven ve yeterince eğitim görememiş teyzemi hatırlıyorum. Bostanında gezerken ona en sevdiği sebzeleri sormuştum, düşünürken bana bir yandan da sebzelerini gösteriyordu, “domatesin rengi çok güzel, fasulyenin dallarının kıvrımları çok güzel, mısırın koçakları güzel ama ben en çok kabağı seviyorum” dedi. Ben de şaşırarak sordum neden kabak diye? “Kabağın bir yerini değil, onun oluşunu, kendisini seviyorum” diye yanıt verdi. Toprakla çalışmak, yaşamla hemhal olmak ona çok şey öğretmişti. Günümüzde topraktan kopan kadınlar modern yaşam içerisinde hem çalışma, hem ev işleri ve çocuk bakımını da yüklenme gibi yeni sorumluluklarla karşılaşıyor ve teoriye vakit bulamıyor. Bu da kadınların dışlanmasının giderek kültürel bir kabul haline gelmesine sebep oluyor. Dolayısıyla “felsefeyi kadın olarak düşünmek” demek bana kalırsa “felsefeyi bir kadınmış gibi düşünsek, nasıl bir kadın olurdu?” demek aynı zamanda. Benim gözümdeki imge teyzemin bahçedeki hali, bakım verdiği bahçesini anlayan, sebzeleriyle meyveleriyle konuşan ve onlar hakkında düşünüp yeni kavramlar bulan, düşündüklerini başkalarıyla paylaşan bir kadın olurdu. Yaşamı üretirken, ona tanıklık ederken üzerine düşünen, bahçesinde ekip biçip toplarken ve dinlenirken onu seyreden, bahçesine farklı canlıları kabul eden biri… Bir kadının felsefe tarihini düşünmesini ise bu metaforu devam ettirecek olursak şöyle hayal edebiliriz: Bahçenin yerini kadının üretim sürecine dahil olmadığı bir çok işlevsel aletin, sözgelimi ahşap aletlerin üretildiği bir fabrika almış olsun. Kadın bu fabrikaya girdiğinde oradaki ahşap aletlerin bahçesindeki kaynaklarını hemen göremez fakat kendine yer açıp ilerlerse, tek tek üretilenleri eline alıp incelerse bunu görebilir, bu aletleri kendi bahçesine taşıyabilir, o fabrikaya da kendi bahçesinden bir şeyler getirebilir. Hatta sonra kendi yeni aletler yapabilir. Bence felsefeyi kadın olarak düşünmek bu yüzden aslında içinde olduğun bir zemini dışardan seyretmek, yeniden dahil olmaya cüret etmek ve orayı dönüştürmek demek. Kadın düşmanı sözleriyle tanınan birçok filozofun aksine Max Scheler’in çok şiirsel bir ifadesindeki gibi: “Kadın, bir ağacın güzel kokusu eşliğinde, hayvanların yanında dolaşıp sıçrayarak kendi varlığının temelinde dururken aynı zamanda erkek tarihinin huzursuz dramlarının önünde durur”. Felsefeyi kadın olarak düşünmek bu yüzden her zaman iki anlamlı bir mücadele alanıdır.

Luce Irigaray

Eylül Yücel: Erkek filozoflar ile karşılaştırıldığında felsefe tarihindeki kadın filozofların isimleri daha az biliniyor, üzerlerine daha az çalışma yapılıyor. Sizce bu durumun nedeni nedir ve nasıl üstesinden gelinebilir?

Toros Güneş Esgün: Bu soruyu yanıtlamadan önce “kadın filozof” ifadesinden biraz konuşalım isterim. Neden özellikle “kadın” filozof diyoruz? Bu acaba zaten filozofların erkek olduklarını peşinen kabul etmek anlamına mı gelir? Neden illa böyle bir ayrım yapıyoruz? Bu ayrım, tam da felsefe tarihinden dışlananların öznelliğini vurgulamak için gerekli bana kalırsa. “Filozof” denince herkesin aklına erkek filozofların geldiği yerde “kadın filozof”ların varlığını vurgulamamız lazım. Tıpkı “kadın yazar”, “kadın doktor” vb gibi ifadeleri kullandığımız başka alanlarda olduğu gibi. Yine de bu kadınları ayrı, erkekleri ayrı yerde gruplandırmak, kadınların erkek meslektaşlarıyla aynı yerde bulunamayacağı anlamına gelmez, tam tersine bir eşitlik talebini seslendirir. Zira filozof denince akla ilk ve daha fazla olarak erkeklerin gelmesi, kadın filozofların var olmadığının göstergesi değildir. Kadın filozoflar vardır ve bu yüzden “kadın filozoflar” olarak anılmalıdır. Eleştirel teori çalışan bir akademisyen olarak “neden daha az kadın filozof var?” sorusuna yanıtım toplumsal koşullara bakmak olacaktır. Kadının özselliği yerine toplumsal olarak normlandırılan davranış kodlarını ve cinsiyetlendirilmiş rolleri irdelememiz gerekir. Uzunca bir süre kadınların birçok haktan mahrum kalması ve özellikle annelik ile ilgili roller kadınların diğer alanlarda olduğu gibi felsefe tarihinde de kendilerine zor yer bulmalarına sebep olmuştur. Fakat tarih yazımının bir kusuru olmasının yanı sıra elbette uzunca bir süre kadınların bu alanda çalışma yapmalarına imkan sağlayacak koşullar da oldukça zordu, yani gerçekten de erkeklerden azlardı. Özellikle annelik felsefe yapmanın önünde bugün bile hala engel olarak görülüyor. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal açıdan kadının annelikle beraber zihinsel yetilerinin zayıfladığı kabulü hakim. Bir çok kuram kadınların hormonal olarak mental konsantrasyon konusundan sıkıntı yaşadığını varsayıyor. Elbette bedensel dönüşümler düşünsel hayatı etkileyebilir fakat bu vakitsizliğin asıl sebebi toplumsal eşitsizliktir. Bu bakımdan bana kalırsa modern toplumlardan önce ilkel toplumlardaki ilk filozofların özellikle ana erkil toplumlarda doğadan öğrenmiş olan kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Buna dair antropolojik araştırmalar da söz konusu. Hatta bazı teoriler mağara resimlerini yapanların da kadınlar olma ihtimalini işaret ediyor. Burada belki asıl sorulması gereken şey doğa ile bütünleşik olan, doğadan yaşam ve ölümün sırrını devşiren kadınların nasıl olup da kamusallıktan dışlandığı hikayesine odaklanmak. Felsefe yapmak belli bir eğitimi, sosyal çevreyi ve ekonomiyi gerektirirse, filozof olmak belli bir kamusal tanınmayı gerektirirse, sadece kadınlar değil bu olanaklardan dışlanan herkes elbette felsefe yapamayacaktır ve “filozof” olarak adlandırılamayacaktır. Kölelerin, yoksulların, çocukların ve Batı dışı toplumların dışlanışı gibi. Oysa eğer tüm koşullar eşit olduğu halde kadınların felsefeye yeteneği olmadığını söylersek cinsiyet ayrımcılığı yapmış oluruz. Descartes’ın ünlü deyişinde olduğu gibi “sağduyu herkese eşit dağıtılmıştır” fakat onu kullanma olanağı toplumsal olarak bazılarından alınmıştır. Diğer yandan binlerce yıldır başkaları tarafından icra edilen bir alana girdiğinizde o alanı tanımak, eleştirmek ve kendinize uygun hala getirmek çok zordur, herkesin yabancı bir dille konuştuğu ve kurallarını bilmediğiniz bir oyunda oynayamazsınız, en fazla onu izleyebilirsiniz. Bu da felsefe tarihinde neden erkeklere görece daha az kadın filozof olduğunu açıklar. Fakat başta söylediğim gibi ataerkil kültür bu durumun sorumluluğunu yine kadına yükler ve var olan az sayıda kadın filozofu da felsefe tarihi kitaplarından dışlar. Bugün daha fazla olanak elde etmiş kadınların felsefede kendilerine özgü kavramlar, problemler ve yöntemler bulmaları gerekir. Günümüzde birçok kadın filozof da bu yoldan gider, örneğin bedene ait görülen durumlar, doğum gibi konular  bu zamana kadar felsefece pek işlenmemiştir, 20. Yy’dan itibaren ise bakım etiği, annelik, vb. konular felsefe çalışmalarına dahil olur, kadınların kendilerine has özgün kavramlar yaratmaya başlaması söz konusudur. Diğer yandan bu durum kadınların yalnızca beden ile ilgili konularla ilgileneceğini söylemek anlamına gelmez. Kadınlar elbette “evrensel” konular hakkında da kuramlar ortaya koyabilir. Almanya’daki Paderborn üniversitesi bunla ilgili bir proje yürütüyor, ilgilenenler  ne kadar çok kadın filozof olduğunu ve ne kadar özgün kavram ve problemlere değindiklerine internetten bakabilirler (https://historyofwomenphilosophers.org/). Sözgelimi ilk kadın filozoflardan Theano, Pisagoras’ın eşi veya kızı olarak biliniyor. Kilisenin en güçlü olduğu zamanlarda Ortaçağ’da dahi bugün Almanya’da üzerine çokça çalışma yapılan Hildegard von Bingen var ve daha bir çokları var, Agora filminden Hypatia’yı hepiniz bilirsiniz, işte bu şekilde günümüzde görünür oluyorlar fakat uzun süre yok sayıldılar. 20. Yy.da bu durum değişti diyebiliriz, her ne kadar Hannah Arendt’in Heidegger ile Simon de Beauvoir’nın Sartre anılması hala bir klişe olarak devam etse de, bu önyargının değişmesi de kadınların kendilerine ait olmayan dilden çıkıp kendilerince bir ifade biçimi bulmalarıyla ve kadın filozofları sahiplenmeleriyle gerçekleşebilir. Günümüz filozofları bunu başarıyorlar ve felsefeye ekoloji, posthümanizm, bakım etiği vb bir çok yeni konuda yeni düşünceler de kazandırdılar. Bizler de hem felsefe tarihinde üzeri çizilmiş kadınların çalışmalarını daha çok okutmalı hem de kadın felsefeciler olarak kendimize özgü dilimize ve bilgi alanlarımıza sahip çıkmalıyız.

Fulden İbrahimhakkıoğlu: Kadın filozofların hep erkek filozofların yanına iliştirilmesine ve daha spesifik olarak da Beauvoir’ın hep Sartre ile anılmasına dair birkaç şey söylemek istiyorum öncelikle. Derslerde ne zaman Beauvoir okusak hep bir öğrenci çıkıp diyor ki: “Sartre zaten bunu söylemişti.” Oysa Beauvoir’da Sartre’dan farklı olarak detaylı ve nüanslı bir tahakküm anlatımı var. Bu da varoluşçu özgürlük anlayışını özgün kılıyor. Ve bu farklılığın sebeplerinden biri sosyal konumun (yani atanmış ve seçilmiş toplumsal kimliğin) bilgi üretimi için anlamlı bir yer olması. Belli ayrıcalıklar bazı şeyleri görünmez kılıyor. Eğer ayrıcalıklı bir sosyal konumdaysanız o konumun bilgisiyle anlatabilirsiniz hayatı. Ama ötekileştirilmiş bir yerde duruyorsanız başka konumlardan görünür olmayacak hikayeleri anlatma olanağınız vardır. Bu da aslında felsefi bir zenginliğe işaret eder. Kendini evrensel addeden klasik Batı felsefesinin en büyük paradokslarından biri budur aslında; birtakım öznel deneyimleri genel-geçer ve nesnel kabul ederek evrenselliği bazı spesifik öznelerin bilgisi üzerine kurması. Bu da bilgi söz konusu olduğunda insanlığın büyük bir bölümünü dışlamakla mümkün hale geliyor.

Kadın filozofların tanınmaması, çalışılmaması sorusuna dönersek, bunun bir epistemik rejim, yani bilgi rejimi sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Batı felsefesi tarihinde kadın filozof yok gibi bir durum söz konusu değil; aslına bakarsanız adı tarihe gömülmüş, kanonda yer almaya değer görülmemiş ancak değerli katkılar vermiş birçok kadın filozof var. Felsefe tarihi dersleri verilirken bu isimler kayda değer görülmüyor, okutulmuyor. Katkıları kadın oldukları için göz ardı ediliyor. Bunu gündeme getirdiğimizde de “ama okutulacak daha önemli şeyler var” cevabını alıyoruz. Bu epistemik rejim içerisinde erkeklerin katkılarının daha önemli görüldüğünü görüyoruz. Bu böyle bir gelenek: maskülenist bir gelenek. Bu geleneği kırmak için yapılan bazı projeler var; kadın filozofların yazınını tarihin tozlu raflarından çıkartıp bugüne taşımayı hedefleyen. Bizim yapabileceğimiz şeylerden bir tanesi araştırmak, okumak ve derslerde önümüze sadece erkek filozofların olduğu bir izlence konulduğunda kadın filozofları dahil etmek için fırsatlar yaratmak. Bazı öğrencilerin bu konuda şikayetleri oluyor, ancak bu konuda kendileri de daha proaktif davranabilirler. Örneğin ben lisans öğrencisiyken modern felsefe dersinde okutulan tek bir kadın filozof yoktu. Ama bir baktım 17. yy’da yazmış çok sayıda kadın filozof var aslında. Dönem sonu ödevimi Anne Conway üzerine yazmak istedim, hocam dedi ki “niye Kant üzerine yazmıyorsun.” Dedim ki “ben Conway okudum, etkilendim, Descartes eleştirisini ve Leibniz’e olan etkisini bir hayli ilginç buldum ve onu irdelemek istiyorum.” Ve o sıralar üzerine pek de çalışılmamıştı, ben 3. Sınıf öğrencisi olarak kendi kendime uğraştım elimde pek kaynak olmadan, ama bu değerli bir uğraştı. Hocam da bundan bir şeyler öğrendi. Bana daha sonra yazdığı referans mektubunda “bana ödev verdi” diyordu, bunu olumlu bir uğraş olarak görerek. Bugün ben derslerimde kadın filozofları izlenceye dahil ettiğimde (ki aslında etik gibi kadınların baskın olduğu alanlarda) bazı öğrenciler hemen isyan haline geçiyor, “bu hoca feminist ya!” diye. O kadar kanıksamışız ki bilgiyi erkeklerden okumaya, yüzde yüz erkek yazını olmayan bir izlence kriz sebebi haline gelebiliyor. Oysa bu adaletsiz bir durum. Bugüne dek derslerde kadın filozofların okutulmaması özellikle yapılan bir dışlama politikasının sonucuydu; şimdiyse buna karşı yapılan dahil etme çabaları bir tür konuyu sulandırma olarak görülüyor. “Biz önemli şeyler okumak istiyoruz” diyorlar, oysa bu önemli. Sadece erkeklerin yazdığı önemli diye bir şey yok. Ama buna inandırılmışız. Bunu kırmak gerekiyor.

Simone de Beauvoir

Eylül Yücel: Sizi kendi akademik çalışmalarınızda en çok etkileyen kadın filozoflar kimler, neden?

Fulden İbrahimhakkıoğlu: Beni en çok etkileyen filozoflardan biri lisansta felsefeye giriş dersinde okuduğumuz Simone de Beauvoir olmuştur. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” fikriyle toplumsal cinsiyet normlarını ne denli doğallaştırdığımızı ve tahakkümü değişmez bir şey olarak ele aldığımızı göstermiş ve bunun aldatıcılığını görünür kılmıştı benim için. Aynı şekilde Judith Butler’ın toplumsal cinsiyeti bir olma değil yapma hali olarak ele alışı ve queer kuram içerisine oturtuşu erken dönem çalışmalarım için bir hayli ilham verici olmuştu. Bu günlerde ise en çok Gloria Anzaldúa ve Audre Lorde’un çalışmalarına odaklanıyorum; kuramsal metinlerinin yanı sıra ikisi de aynı zamanda şair ve sanat, felsefe ve siyaset kesişiminden düşünüyor olmalarını etkileyici ve harekete geçirici buluyorum. Bireysel ve toplumsal sağaltımı onlarla beraber düşünüyorum. Yazım stili olarak erişilebilirlik ve akıcılık açısından ve kavramsal titizlik bakımından Marilyn Frye’ın Gerçekliğin Siyaseti kitabı vazgeçilmezlerimden. Trans feminist düşünürlerden Talia Mae Bettcher’ın çalışmaları benim için önemli bir yere sahip. Çıkacak kitabını merakla bekliyorum. Yazılarından bir hayli etkilendiğim başka çağdaş filozoflar arasında María Lugones, Linda Martín Alcoff ve Sara Ahmed’i sayabilirim.

Toros Güneş Esgün: Şahsi olarak beni en etkileyen kadın filozoflar Hannah Arendt, Emma Goldman, Simon de Beauvoir ve daha bir çokları. Fakat galiba en çok da özellikle yaşamı ve varolma mücadelesi bakımından Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabının yazarı 18. Yüzyıl düşünürü Mary Wollstonecraft. Çok erken bir dönemde Kant’ın aydınlanma idealini ve insan hakları düşüncesini sahiplenerek ve eleştirerek felsefeden gerçek bir evrensellik talep ediyor, özellikle de 1. dalga feminizme ilham oluyor. “Kadınlar güçsüzse bunun sorumlusu eğitimdir ve eşitsizliktir” diyor. “Kadınlara yetilerini geliştirebilecekleri alanlar yaratalım, erdemlerinin güçlenmesine izin verelim, kadın cinsinin bir bütün olarak zihinsel açıdan ne konumda olduğu ancak ondan sonra belirleyelim.” diyor. Bunun yanı sıra Mary Wollstonecraft bir anne, hatta ikinci çocuğuna doğum yaptıktan sonra hayatını kaybediyor. Çok zor bir dönemde kendini yetiştirmesi, ürün vermesi ve fikirleriyle tüm dünyada pratikte kadın hareketini etkilemesini ilham verici buluyorum. Ayrıca kızının, doğum yaparken annesini kaybeden Mary Shelley’nin ilk bilimkurgu romanı Frankenstein’ın yazarı olması da çok ilgi çekici. Bunlar dışında başta dediğim gibi kadınların yaşamdan öğrenme halleri, annelerimiz, dostlarımız, teyzelerimizin deneyimleri bize farklı bir kadınlık ve yaşam bilgisi sunuyor. Felsefi bilgi sadece kitaplarda yer almaz aksine yaşamla iç içedir, yaşamı sorgulamayı ve anlamayı gerektirir. Yakın zamanda ben de ilk defa bundan ilhamla kendi doğum ve doğum sonrası deneyimimi, lohusalık ve annelik deneyimimi yazdım. Genel kanının aksine annelik ve felsefenin birbirine çok uyduğu kanısındayım, yaşamın başlangıcına tanıklık etmek büyük bir bilgi ve merak kaynağı sunuyor. Fakat yazarken dile getirdiğimiz sorunu, okuduğumuz erkek filozoflarda görmediğimiz kavramları kendi icat etmemizin zorunluluğunu yoğun olarak duyumsadım. Bu noktada yine kadın filozoflar yardımıma koştu, Kristeva ve Irigaray gibi. Yine bu çalışmalar kapsamında Fransız filozof Anne Dufourmantelle’in “Yumuşaklığın Gücü” kitabı beni oldukça etkiledi. Felsefe tarihinde dışlanan, zayıf görülen kadınlara has olduğu düşünülen yumuşaklığın felsefesini yaparak keskinlik, katılık gibi eril ilkelerin karşısında yumuşaklığın gücünü vurguluyor. 18. Yy’da Mary Wollstonecraft ile başlayan, kadınların kendi sorunları, kendi yaşamları hakkında kendilerinin konuşma ve yazma serüveni bugün bize büyük olanaklar açtı, açmaya da devam ediyor. Belki de “kadın” filozof diye özel bir ibare kullanmaya gerek görmeyeceğimiz günler yakındır. 

Emma Goldman

Eylül Yücel: Günümüzü değerlendirdiğinizde sizce bugün kadınlar nasıl felsefe yapıyor? Akademideki kadın felsefecilerin felsefe yaparken karşı karşıya kaldığı engeller sizce neler ve bu engellerin karşısında hangi imkanlar var? 

Toros Güneş Esgün: Geçmiş çağlarla kıyaslandığında bugün elbette kadınların kamusal alandaki varlıkları, söz söyleme ve üretme olanakları büyük ölçüde genişlemiş durumda. Hatta bana kalırsa felsefe özelinde 20. Yüzyılın ilk yarısından itibaren felsefede feminist kuram ve cinsiyet eşitsizliği meselesi erkek filozoflar arasında dahi hegemonik hale gelmeye başlıyor. Buna örnek olarak benim çalışma alanlarımdan olan eleştirel teorinin ilk kuşağına, mesela Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği kitabına bakmak mümkün. Yine Foucault üzerinde de feminist düşüncenin etkisi yadsınamaz. Bu etki ise elbette kendiliğinden değil, tam aksine 18. Yüzyıldan itibaren güçlenen kadın hareketinin kazanımlarının, olanaksızlıklara karşın kadınların daha görünür olma mücadelesinin bir izdüşümü. Geldiğimiz dönemde dünyada artık bu problem yok sayılamıyor. Hatta bir çok alanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin eleştirisinin düşünmeye temel olmaya başladığını, giderek kadın-erkek arasındaki eşitsizlikten, tüm cinsiyetlere, erkeklik çalışmalarına, ekoloji çalışmalarına kadar yayıldığını söyleyebiliriz. Erkeklik çalışmaları bu anlamda çok önemli, çünkü ezilmenin yalnızca kadınlarla sınırlı olmadığını, dayatılan normların erkekleri de etkilediğini güzel irdeliyor. 

İlk olarak Wollstonecraft felsefe tarihini farklı şekilde okumuştu, bugün de bir çok kadın felsefecinin felsefe tarihini yeniden okuduğunu ve bu okumanın baskın olduğunu söyleyebiliriz. Çok sayıda araştırma enstitüsü ve kadın felsefeciler ağı, dünya kadın felsefeciler kongreleri gibi oluşumlar söz konusu. Fakat her şeye karşın hala bir çok problemle karşı karşıyayız. Sadece felsefe özelinde değil tüm akademik alanda kadınların söz söylemek istediği yerlerde engeller söz konusu, “mansplaining” denen, “erbilmişlik” olarak çevirebileceğimiz, erkeklerin kadınların söz söyleme olanaklarını baltalamaları bugün hala yaygın. Akademide kadınların sayısı öğrencilerin sayısına ters orantılı olarak hala çok daha az. Ülkemiz özelinde de kadınların şiddet görmesi, haklarından mahrum kalması akademi alanında da daha az görünür olmaya sebep oluyor. Bunun için yapılacak olan akademi özelinde kadınların aralarında hiyerarşi koymadan bir tür dayanışma ve kızkardeşlik hukuku örmesi, ders müfredatlarına daha çok kadın düşünürün yer alması ve toplumsal cinsiyet derslerinin yaygınlaştırılması. Kadınların toplumda güçlenmesi için felsefeye, ama eleştirel felsefeye, özellikle de kadınlar tarafından yapılan felsefeye çok ihtiyaç var. Bu yüzden genç kadınları da güçlendiren bir şey felsefe yapmak, kendi ilgi ve merakını, sözünü iddianı söylemek kişiyi güçlendirir. Buna ek olarak demin bahsettiğim erkeklik çalışmalarından ilhamla daha çok erkek öğrencinin de feminist felsefeye ve toplumsal cinsiyet perspektifine ilgi duyması çok önemli. Ben tüm öğrencilerime bu duyarlılığı verme gayretindeyim. Fakat özellikle kamusal konuşma konusunda kadın öğrencilerimin daha fazla sıkıntı yaşadığını gözlemleyip onları cesaretlendirmeye çalışıyorum. Bu anlamda kadınların görünür olması dışlanan diğer herkese de cesaret veriyor. Anne de olsa, genç de olsa, yaşlı da olsa bunu yapabilir kadınlar. Kendi deneyimlerini felsefi bir şekilde ortaya koyabilirler.Virgina Woolf, “Kendine ait bir oda”da “kim ne derse desin yazın, üretin” diyordu, Simon de Beauvoir da “yapamazsın!” diyen topluma karşın kadının entelektüel üretkenliğini olumluyordu. Kadın akademisyenlerin de bunu hem kendilerinin yapmaları hem de öğrencilerine destek olmaları gerekiyor. Tabii bunu sadece kadın akademisyenler değil tüm akademisyenler önemsemeli. Akademik etkinliklere daha çok kadın konuşmacı davet edilmeli, konuşma ve tartışma ortamı uygun şekilde düzenlenmeli, annelik vb durumlar açısından pozitif ayrımcılık yapılmalı. Her şeye karşın bugün geçen çağlarda olmadığı kadar fazla olanağa sahibiz. Yine de kadın olarak felsefe yapmak her zaman erkek meslektaşlarımızdan farklı zorluklarla baş etmek demek. Buna karşı direnmek için de başka kadınlarla beraber yol almak fakat bunu yaparken de hem yaş ayrımcılığına düşmemek hem de sadece kadınların kendi içlerine kapalı bilgi üretim süreçlerine hapsolmamak hem de ekonomik ve coğrafi eşitsizlikleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Kadınların dünyaya dair bilgileri ve düşüncelerini kendi çemberlerinden çıkarıp evrenselleştirme ve hegemonikleşitrme çabası oldukça dönüştürücü. Biz şanslıyız ki bunu 20 yüzyıldan miras alarak deneyimliyoruz. Bugün felsefe alanında feminist kuramın hegemonik olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise uzun bir mücadelenin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda bu sene Philfest’i bizlerle açmanız da ayrı bir önem taşıyor. Dünyada tüm sorunlara karşın feminist düşüncenin hegemonik olduğu söylenebilir dedik fakat ülkemizde de durumun böyle olup olmadığı tartışılır. İstanbul Sözleşmesinden çıkıldığı ve kadın cinayetlerinin artığı, toplumsal cinsiyet araştırmalarının engellediği bir ortamda “bugün ne durumdayız?” sorusunu daha çok sormalıyız.  Toplumsal yaşamda güçlenme olduğunu söylesek de ne yazık ki kamusal alanda ve elbette akademi alanında da hak kayıpları söz konusu. Kadınlara alan açmayı hedefleyen oluşumların da sadece kadın kadına üretmeyi hedeflemenin ötesine geçmesi gerekiyor. Erkeklerle eşit söz hakkı için aynı mecrada söz söylemeye devam etmek, “mansplaning” vs. gibi müdahalelerin üstesinden nasıl gelindiğin deneyimlemek ve bir müddet de “womansplaining”, kadınbilmişlik yapmak gerekiyor belki de! 

Mary Wollstonecraft

Fulden İbrahimhakkıoğlu: Kadınların elbette tek bir felsefesi yok; bugün kadınlar birçok farklı gelenekten birçok farklı şekillerde felsefe yapmaya devam ediyorlar. Bugün felsefe lisans öğrencilerinin çoğunluğunu kadınlar oluştururken yüksek lisans ve doktora seviyelerinde bu sayının gitgide düştüğünü, öğretim üyeleri sayısında ise kadınların bir hayli azınlıkta kaldığını görüyoruz; bilhassa kadın profesör sayısı çok az. Birçok üniversitenin felsefe bölümünde tek bir kadın öğretim üyesi dahi yok. Kadınların zaman içerisinde sistematik olarak felsefeden uzaklaştırıldığını söyleyebiliriz. Ve neden sözlerinin geçmediği, katkılarının ve emeklerinin yok sayıldığı, üstlerine orantısız bir şekilde idari işlerin yıkıldığı yerlerde kalmak istesinler? Nasıl ev içi emek orantısız şekilde üzerimize yıkılıyorsa birçok bölümde de sekretarya işleri kadınların üzerine yıkılıyor ve bu bizleri düşünmenin ve yazmanın gerektirdiği geniş ve rahat zamanlardan alıkoyuyor. Biz bu bölümlerin “annesi” haline geliyoruz ve erkeklerden beklenmeyen şekillerde duygusal emek sarf etmemiz bekleniyor. Bu emeğin bir karşılığı da olmuyor çoğu zaman. Özen etiği yalnızca kadınlar için olmamalı ya da bunun bir karşılığı olmalı. Felsefe tarihi kanonu kadınların yazınını dışlayarak oluşturuldu dedik ve bugün felsefe camiasında saygı duyulan figürlerin de ezici çoğunluğunun erkek olduğunu görüyoruz. Biz genel olarak boş boş konuşan adamları çok seviyoruz. Bunlar her yerdeler. Yaşlı ve erkek ise otomatik olarak bir şeyler bildiğini varsayıyoruz. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Felsefe bölümleri genel olarak yaşlı erkeklerin genç erkeklere fırsatlar pasladığı bir erkekler kulübü ve bizim bir komünite olarak birbirimize sahip çıkmamız gerekiyor. Ben imkanların dayanışmadan ortaya çıktığını düşünüyorum. SWIP-TR yani Türkiyeli Kadın Felsefeciler Topluluğu da böyle bir fikirle ortaya çıktı ve etkinliklerini sürdürmeye devam ediyor.