Felsefenin Ayrımlarından, Bilimin Yalıtıcılığına: Batı Bilimi Tarihi

Batı bilim tarihi, büyük keşiflerle anlam dünyamızda açılan yeni ufukların tarihi olmasının yanı sıra, evrene ilişkin soruların, kişinin kendisine ilişkin sorularından yalıtılmasının; bilimin felsefeden ayrılmasının ve bilgi ile enformasyonun sınırlarının belirsizleşmesinin de tarihidir bir bakıma. Gök fiziğindeki başarılar doğrultusunda matematikselliğin bilgi alanını kuşatması sonucunda, doğabilimlerinin yüceltilmesinin tarihine dönüşen Batı bilimi tarihi, evrene ilişkin soruların tinsel-toplumsal ve sanatsal alanla bağının koptuğu bir sürecin adı haline gelmiştir.[1]

Scientianın en güvenilir bilgi alanına dönüştüğü bu süreçte, doğa felsefesi alanındaki soruların bilim adı altında toplanması ve bilim insanı (scientist) ifadesinin yaygınlaşması ise ancak yirminci yüzyılda gerçekleşmiştir. 1833 yılında İngiltere’de düzenlenen bir konferansta William Whewell’in filozof yerine bilim insanı teriminin kullanılması önerisine karşı, Darwin, Faraday, Kelvin gibi dönemin önemli düşünürleri, bilim insanı (scientist) terimini kullanmayı reddetmiş ve bilim insanı teriminin filozofun yerini alması konusundaki tartışmalar uzun süre devam etmiştir.[2]

Başlangıçta doğa felsefesinin sorularını temele alan fakat zamanla, felsefece sorgulamadan uzaklaşarak, teknik beceri ve teknolojik üretimle karıştırılan bilimsel etkinlikte, ayrım koyarken bütünleştiren felsefî soruların yerini, yaşam-bilgi bağını gözden kaçıran yalıtıcı bir bilim anlayışı almıştır. Günümüzde, etik-politik sorular başta olmak üzere, farklı alanlarla bağını yitirmiş olan bilim tasarımının, bilgisel alandaki egemenliğini ortadan kaldırmak ve kişinin kendisine ilişkin soruları ile evrene ilişkin soruları bağlantılandırarak, yaşam-bilgi bağını göz önünde bulunduran bir bilgisel yaklaşım geliştirebilmek bakımından, bilimsel etkinliğin tarihini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu bakımdan, doğa filozoflarından bugüne, yaşanan süreçte belirleyici olan dönüşüm anlarına ana hatlarıyla değinmek verimli olacaktır.

Bilindiği gibi, Batı felsefesi tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen Presokratik dönem “arkhe nedir?” sorusunu temele alarak evrenin oluşumuna ilişkin açıklamalarda bulunan farklı yaklaşımların ortaya konduğu bir dönemdir. Evrene ilişkin soruların yanı sıra insana ve toplumsal alana ilişkin soruların ön plana çıkması ise Sokratik felsefe ile gerçekleşmiştir. Toplumsal alanda ve yönetim biçimlerinde etik problemlerle ilgili düşüncelerini bilgisel alanla bağlantılandıran Platon, hakiki bilginin ancak idealar alanında ortaya konabileceğini savunmuş ve devinime tabi olan dış dünyayı, sanıdan öteye geçilemeyen bir yanılsama alanı olarak ele almıştır. Ayrıca Parmenides ve Phytagoras’ın düşünceleri üzerinde kurduğu varlık-bilgi ilişkisinde matematikselliği yücelten Platon, bu yaklaşımıyla kendisinden sonraki bilim geleneklerinde yüzyıllarca süren “Platoncu niceliksellik”-“Aristotelesçi niteliksellik” tartışmasına temel teşkil etmiştir.

Platon matematikselliği ön plana çıkarırken, Aristoteles doğayı ereksellikle açıklamaya çalışmış ve niceliğin değil niteliklerin önemini vurgulayarak özellikle ondokuzuncu yüzyılda ortaya konan anti-pozitivist akımın dayanağını oluşturmuştur. Metafizik’i “bütün insanlar doğal olarak bilmek ister” cümlesiyle açan Aristoteles’e göre, bir kişiyi bilgi sahibi kılan, kavrama sahip olması, nedenleri bilmesidir. Bilmek, nedenleri bilmektir; fakat nedenlere ulaşmak da her alanın özelliklerine göre farklılık göstermektedir; farklı alanların bilgisinde kesinlik derecesi de farklı olmaktadır. Örneğin, modern bilim anlayışının aksine, Aristoteles’in yaptığı bilimler ayrımında “kuramsal bilgi” başlığı altında yer alan fizik alanına matematiksel yöntemin uygulanması ve bu alanda matematiksel kesinlik aranması hatalıdır.[3]

İnanç ve sezginin önplana çıktığı Ortaçağ ise bilgiye Kutsal kitabı yorumlamak için önem verildiği bir dönem olmuştur. Buna karşın, Ortaçağın düşünce yapısında yarattığı kırılmalar bakımından Rönesans -kelimenin tam karşılığına uygun olarak- bir yeniden doğuş sürecidir. Rönesans döneminde, dönemin dahilerinin yaratıcı çalışmaları ve özellikle onbeşinci yüzyılın denizaşırı seferleriyle yapılan coğrafi keşiflerin etkisiyle, Ortaçağın Kutsal kitap ile sınırlandırılan bilgi anlayışı değişime uğramaya başlamıştır. Onbeşinci yüzyılın başında Portekizlilerin Hindistan’a ulaşması ve yine bu yüzyılın sonlarında –Kastilya Hanedanlığı’nın hizmetindeki– Colombus’un Amerika kıtasını fethetmesi sonucunda Avrupa, egemenliği altına aldığı bu bölgelere gönderdiği misyonerler aracılığıyla farklı kültürleri tanıma ve bu toplumlardan öğrendiği bilgi ve teknikleri kendi çıkarları doğrultusunda geliştirme fırsatına sahip olmuştur. Hatta yerli toplulukların bilgisel ve teknik donanımlarından daha fazla yararlanabilmek için, gönderilen misyonerler özellikle, doğa felsefesiyle ilgilenen din adamları arasından seçilmiştir.

Denizaşırı seferlerin yanı sıra Rönesans döneminde yaşanan bir başka önemli gelişme, Uzakdoğu’da uzun süredir kullanılmakta olan baskı tekniklerinden yola çıkarak matbaanın icat edilmesidir. Matbaanın icadı, az sayıda insanın ulaşabildiği ve büyük ölçüde Kutsal kitap yorumlarından oluşan Latince metinlerin farklı dillerde basılmasına ve daha fazla insanın ulaşmasını sağlayacak biçimde çoğaltılmasına imkan vermiştir. Bu teknik gelişmeyle, kilisenin dokunulmazlığını kırmaya yönelik girişimler ivme kazanmıştır. Ayrıca, dönemin reformcularının Katolik Kilisesi’ne saldırması ve din-siyaset ilişkisinin sarsılması sonucunda hukuk, siyaset, tarih yazımı gibi alanların sekülerleşmesine yönelik adımlar atılmıştır.

Bununla birlikte, Rönesans döneminde Ortaçağın Kutsal Kitaba dayalı bilgi yapısı kırılmaya başlasa da, kilisenin toplum üzerindeki etkisinin zayıflaması kısa sürede gerçekleşmemiştir. Bu bakımdan, yeni bilime geçişin özellikle astronomi ve fizik alanlarındaki gelişmelerle gerçekleşmiş olması rastlantı değildir. Gerek özel gerek kamusal alana ilişkin düzenlemelerin tanrısal yasalarla katı biçimde belirlendiği dönemlerde, yeni ve farklı fikirlerin daha rahat dile getirilebildiği alan doğa alanı olmuştur.

Rönesans döneminden onyedinci yüzyıla dek doğa bilgisi alanında gerçekleşen dönüşümün önemli uğrak noktalarından ilki Aristotelesçi yer-merkezli evren tasarımının yerine Copernicus’un güneş-merkezli evren tasarımının geçmesidir. Her ne kadar güneş merkezli evren modeli Copernicus’tan yüzyıllar önce Aristarkhus (İ.Ö. 290-210) tarafından ortaya konmuşsa da, gelişmiş gözlem araçlarının olmaması sebebiyle bu görüş dönemin bilginleri için ikna edici kanıtlar sunamamıştır. Oysa bu görüşe önem veren Arkhimedes, Aristarkhus’la ilgili şunları belirtmektedir: “…Samos’lu Aristarkhus, evrenin şimdi söylenenden defalarca kat daha büyük olduğu sonucunu veren bazı hipotezlerden oluşan bir kitap çıkardı. Hipotezlerine göre dünya, bir çemberin üzerinde, güneşin etrafında döner; Güneş bu yörüngenin merkezindedir ve yine merkezinde Güneşin olduğu sabit yıldızlar kümesi çok büyüktür.”[4]

Bilindiği kadarıyla ilk olarak Aristarkhus tarafından ortaya konan Güneş-merkezli evren modelinin doğa felsefesinde büyük bir dönüşümü başlatması Copernicus’un çalışmalarıyla gerçekleşmiştir: “Bütün gök çemberleri, sanki o hepsinin ortasındaymış gibi Güneşin çevresinde dönerler.”[5] Bu önemli adımın ardından Tycho Brahe doğa bilgisi alanına, olguların gözlemlenmesi ve ölçülmesine yönelik kesinlik fikrini getirmiştir.[6] Kesinlikten yola çıkarak matematiğin önemini ortaya koyan Kepler ise, yapısında düzenlilik ve matematiksel bir uyum olan evrenin, her noktasında aynı yasalarla tamamen matematiksel yapıdaki yasalarla yönetildiğini savunmuştur.[7] Doğanın matematikselleştirilmesi konusunda Kepler’in attığı adımın ardından Giordano Bruno’nun sonsuz genişlikteki evren görüşünün üzerinde Galileo, modern bilimin temelini oluşturan evren tasarımını ortaya koymuştur.

Evreni geometrikleştirerek, deneyin bilgisel alandaki rolünü farklı şekilde ele alan Galileo, Aristotelesçi evreni oluşturan nitelikleri geride bırakmış ve matematiği fizik dünyanın temeline yerleştirmiştir.[8] Doğa bilgisi alanında ortaya çıkan gelişmeler doğrultusunda onyedinci yüzyıl, inanç-merkezli düşünce çerçevesinin değişime uğradığı ve bilimsel alanda matematiksel kesinliğin ön plana çıktığı bir dönem olmuştur. Özellikle astronomi ve fizik alanlarında kazanılan başarılar, niceliksel bilginin, en güvenilir bilgi türü olarak görülmesine yol açmıştır.

Niceliksellik vurgusu bakımından onyedinci yüzyılın düşünce çerçevesine etkide bulunan bir diğer düşünür Rene Descartes’dır. Bilgisel alanda kesin olan ile kesin olmayanı belirlemeye çalışan Descartes’ın, dış belirlenimlerden yalıtılmış aklı kurucu otorite olarak ortaya koyması ve matematikselliği felsefe alanına uygulaması ile akıl/özne-merkezli kesin bilgi anlayışı yaygınlaşmıştır. Skolastik felsefenin karşısında matematiksel kesinliği yücelten Descartes, varlığı, aklın kesin bilgi ortaya koyma gücüne dayandırmış ve aklı esas yetke olarak kabul etmiştir. Yine bu dönemde, Francis Bacon’ın deneyin ve gözlemin önemini vurgulayarak tümevarım yöntemini ön plana çıkarmasıyla, bilgisel alanda Descartesçı matematikselliğin yanısıra deney ve gözlem de önem kazanmaya başlamıştır. İnsanın, zihnini dolduran putlardan, kuruntulardan kurtulmadıkça hakikate ulaşamayacağını savunan Bacon’a göre,  hakikate ulaşmak egemen olmak için gereklidir. Bilgiye ve bilimsel yönteme ilişkin soruşturmanın, insanlığın iyiliği ve yararı için gerekli olduğunu ileri süren Bacon’ın, “insanlığın yararı”nı egemen olma ile ilişkilendirmesi, doğaya, egemen olmak için yönelen bir bilimsel yaklaşımın yaygınlaşmasını sağlamıştır. “Bilmek egemen olmaktır” düsturu ile bir parçası olunan doğadan, yabancı olan ve hakimiyet kurulması gereken doğa düşüncesine geçilmesi, doğa alanı başta olmak üzere, tüm varolanlara dışarıdan yabancı bir konumdan egemen olunacak, denetim altına alacak birer bilgi nesnesiymiş gibi yaklaşılmasına yol açmıştır.

Ayrıca Bacon, bilim insanlarından oluşacak bir akademinin kurulmasına yönelik öneride bulunarak, bilgisel alanın kurumsallaşmasında da önemli rol oynamıştır. Deneye dayalı yeni bilimi savunan ve böyle bir bilgisel yaklaşım sayesinde insanlık durumunun iyileştirilebileceğini öne süren Bacon’ın bu önerisinden kısa süre sonra 1660’da İngiltere Krallığı’na bağlı bir bilim akademisi kurulmuştur: Royal Society of London for Improving Natural Knowledge. Bununla birlikte, İngiliz Kraliyet Cemiyeti olarak adlandırılan bu akademi, Avrupa’da kurulmuş bilim akademilerinin ilk örneği değildi. O dönemde ticaretin ve bağımsız bir siyasi yapının, diğer Avrupa ülkelerine göre daha gelişmiş olduğu –ve bu nedenle Rönesans düşüncesinin ilk ortaya çıktığı bölge olan– İtalya’da zaten birtakım bilim akademileri bulunmaktaydı ve bunlardan en önemlisi Floransa’daki Lincei Akademisi’ydi. Fransa’da Academie des Sciences’ın (Bilimler Akademisi) kurulması ise İngiltere’deki Kraliyet Cemiyeti’nin kuruluşundan yaklaşık altı yıl sonra gerçekleşmişti. Bu akademiye başlangıçta, bilimin yanında edebiyat ve tarih konularının da dahil edilmesi düşünülmüş fakat yapılan ilk toplantıda, akademinin sadece doğa felsefesine odaklanması kararlaştırılmıştı. Almanya’da ise İngiltere ve Fransa’da kurulan akademilere benzer ilk akademi Berlin-Brandenburgische Academie der Wissenschaften (Berlin Bilimler Akademisi) adıyla 1700 yılında Leibniz’in önerisiyle kurulmuştu.[9]

Bilimsel araştırmaların kurumsal olarak desteklenmeye başlaması modern Batı biliminin oluşumunda önemli rol oynamış; onyedinci yüzyıldan itibaren akademiler, siyasi otoritelerin, –yeni bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde– diğer devletlere karşı gücü elinde tutma isteğinden dolayı ayrı bir önem kazanmıştır. Ayrıca akademilerle birlikte doğa felsefesi kurumsallaşırken, doğa alanı dışındaki diğer alanların bilgisel çerçevenin dışına itilmesi yaygınlaşmaya başlamıştır.

Bu süreçte, Galileo fiziği, Descartes felsefesi ve Bacon’ın deneyciliğinden yola çıkan Isaac Newton’un evren tasarımı, doğa bilgisi alanını derinden etkilemekle kalmamış, toplumsal alanla ilgili farklı bir bilgisel çabanın da ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1687’de yayınlanan Philosophie Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) ile evrenin bir bütün olarak matematiksel fiziğin yöntemiyle kavranabileceğini ortaya koyan Newton, Evrensel Kütle Çekim Yasasıyla fizik bilimini evrensel bir bilim konumuna taşırken, çağının pek çok düşünürünün toplumsal alanın yeniden düzenlemesine ilişkin görüşlerine etkide bulunmuştur.

Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda Newtoncu mekanik evren görüşünün güçlenmesinde Pierre-Simon de Laplace’ın da rolü büyüktür. Abraham de Moivre’ın belirsizliğin olmadığına ilişkin görüşünü temele alarak, Newton’un mekanik evren görüşü ile determinizm arasında bağ kuran Laplace, Olasılığın Çözümlemeci Kuramı başlıklı çalışmasında şöyle demektedir: “Eğer bir akıl, verili bir anda doğayı canlandıran bütün kuvvetleri ve onu oluşturan şeylerin her birinin birbirlerine göre konumunu görüp farkında olabilirse ve eğer bu akıl bütün bu verileri çözümlemek için de yeterince enginse, evrendeki en küçük atomun olduğu gibi, en büyük cisimlerin hareketini de tek bir formülle kavrayacaktır: Hiçbirşey onun için belirsiz olmayacaktır ve gelecek de tıpkı geçmiş gibi, onun görme gücü içinde yer alacaktır. İnsan aklı, gökbilimde ortaya koyduğu kusursuzlukla böyle bir aklın alçakgönüllü örneğini sunar.”[10]

Olasılıklar Üzerine Felsefi Denemeler başlıklı çalışmasında ise şunları dile getirir: “Şu anki olaylar, kendilerinden önce gelenlerle, birşeyin onun oluşmasına yol açan bir neden olmaksızın meydana gelemeyeceğini belirten açık ilkeye dayanan bir bağ ile bağlıdır. Yeter neden ilkesi adıyla bilinen bu aksiyom, ilgisiz olduğu düşünülen olaylar dizisine bile erişir.”[11] Herşeyin, kendisinden önce gerçekleşen olaylar aracılığıyla sıkı bir belirlenime tabi olduğuna dikkat çeken Laplace’a göre, olayların nedenlerine götürecek hatasız denklemler kurmak mümkün değildir ama hata payı en düşük sonuçlara ulaşılabilmektedir. Newton mekaniğinden etkilenmiş olmasından dolayı Fransızların Newton’u olarak anılan Laplace, nedensellikle ulaşılabilecek yasalar doğrultusunda doğa bilgisi alanının baş tacı edilmesinde rol oynamıştır.

Bununla birlikte, Laplacecı determinizm bu süreçte ortaya konan tek evren görüşü değildir. Onsekizinci yüzyılda determinizme karşı çıkan bir grup düşünür, doğanın, yasalara bağlı ve edilgen olmaktan çok, yaratıcı ilkelerle dolu olduğunu savunmuşlardır. Antoine Lavoisier’in kimya alanındaki büyük başarısını temele alan bu yaklaşım, Batı düşünce tarihinde Romantik akımın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Lavoisier, nitelikler alanı olarak kabul edilen kimya alanında köklü bir değişime yol açarak, niteliklerin söz konusu olduğu bir alanda güvenilir bilgi ortaya konabileceğini göstermiştir ki bu, salt niceliğe vurulamayan bir alanda kazanılan ilk büyük başarı olarak kabul edilmiş ve bilimsel bir devrim olarak değerlendirilmiştir. Modern kimyanın kurucusu olan Lavoisier, elementlerin özelliklerini genel ve salt nicel Newtoncu kuvvetlere indirgemek yerine, kimyanın, bu elementlerin niteliksel incelemesine adanmış ayrı bir bilim olmasını sağlayarak, mekanik-determinizme karşı çıkan görüşler için önemli bir dayanak noktası olmuştur.[12]

Her ne kadar bu dönemde gerek doğa alanı gerek tinsel-toplumsal alanda konunun sadece mekanik çerçevede ele alınabileceği iddialarını reddeden Romantik akım ortaya çıkmış ve edebiyat, sanat ve felsefe alanlarını ön planda tutan yaklaşımlar olmuşsa da, mekanik evren anlayışını temele alan ondokuzuncu yüzyıl pozitivizmi, yirminci yüzyılın ortalarına kadar tüm bilgisel yapıları etkilemeyi başarmıştır. Pozitivizm matematiksel fiziğin yöntemiyle bilginin birikimsel olarak artacağı ve toplumsal olarak pozitif aşamaya doğru gelişimin sağlanacağı savına dayanarak ilerlemeci tarih anlayışının yaygınlaşmasını sağlamıştır. Toplumsal ve siyasi yapının iyiye doğru gidişini, bilgisel alandaki gelişmelerle ilişkilendiren St. Simon ve Comte’un görüşleri doğrultusunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, doğa bilgisi alanında geçerli olan yöntemlerin, tinsel-toplumsal alana uygulanmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur.

Doğa bilgisi alanındaki gelişmeleri toplumsal alanla ilişkilendiren düşünürlerin etkisiyle özellikle Fransa’da devrim sonrasında doğa bilgisi alanına büyük yatırımlar yapılmış ve bu alanda uzmanlaşma artmıştır; öyle ki “bilgin” adı sadece doğa alanına ilişkin araştırma yapan kişiler için kullanılır hale gelmiştir. Oysa doğa bilimlerinin bu ölçüde destek görmediği siyasi devrim öncesinde, doğa bilimcileri ile edebiyatçılar arasında ayrım yapılmamakta, bilgin ya da filozof terimleri her ikisi için de kullanılmaktaydı.[13] Ondokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde ise Romantik akımı benimseyen kimi düşünürler doğa bilimlerini küçümserken, William Blake gibi kimi düşünürler de bilim ve sanatın tekrar evlenmesi; ve bilime hayalgücünün de dahil edilmesi gerektiğini savunmaktaydı.[14]

Ondokuzuncu yüzyılın başından itibaren Napolyon işgaliyle uğraşan Almanya ise bu işgale karşı tepkisini kültürel bakımdan Fransız düşüncesine karşı çıkarak göstermiş ve Comtecu yaklaşıma karşı Romantik akımın en güçlü ortaya çıktığı bölge olmuştu. Doğa alanı ile tinsel dünyanın bütünselliğini vurgulayan Romantik akım, ister akılla kavranan alan, ister tutkuların, hayalgücünün alanı olsun, insan dünyasının her noktasına tinselliğin yayılmış olduğunu öne sürmekte; ve pozitivizm doğa bilimlerinin üstünlüğünü vurgularken Romantik akım, tinselliğin ve anlamın üstünlüğünü vurgulamaktaydı.

Her ne kadar ondokuzuncu yüzyılın sonlarında romantik akımdan hareketle anti-pozitivist bir bilgi kuramı ortaya konmuş ve matematiksel açıklamalardan ziyade anlama probleminin altı çizilmişse de, bu yaklaşım takipçi bulma konusunda pozitivizm kadar başarılı olamamıştır. Elbette doğa bilgisinden yola çıkarak geliştirilen tekniklerin, insan yaşamını daha konforlu hale getirme konusundaki vaatleri takipçi sayısının artmasında etkili olmuştur. Bunun yanı sıra, doğa bilgisini, etik ve estetik öğelerden yalıtılmış, mutlak kesinlik ve nesnellik iddiasındaki bir etkinlik olarak sunan Viyana Çevresi de pozitivizmin yaygınlaşmasını sağlayarak, yirminci yüzyıl biliminin sınırlarının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır.[15]

Onyedinci yüzyıldan itibaren akademilerle kurumsallaşan doğa felsefesinin, Descartesçı matematiksel kesinlik ve Bacon’ın deney-gözlem vurgusuyla perçinlenmesi; bilginin, egemenlik için istenir hale gelmesi; Newtoncu mekanik evren görüşü ve pozitivizmin bilgide birikimsel ilerleme savunusuyla birlikte insan, doğa bilgisinin mükemmelliği sayesinde kendisini hakikatin merkezine yerleştirmiştir. Öyle ki, gerek bilgiyi üreten gerekse onu enformatif olarak kullanan pek çok insan, ortaya çıkan gelişmeler ve üretilen yeni tekniklerle mutlak bilginin sahibi olduğuna inanırken, doğa bilgisi alanı dışında kalan soruları önemsizleştirmeye meyletmektedir.

Tam da bu noktada, farklı bilgisel alanlarda ayrım koymanın ötesinde, yarıklar açan, yaşam-bilgi bağını görmezden gelen bilimci tavrın olumsuzlanmasını sağlayacak panzehir, yine doğa bilimleri alanından gelmiştir. Modern bilim –Newtoncu evren tasarımının ardından Einstein’ın kuramıyla tamamlanmış ve mükemmelliğe ulaşmış bir evren modelinden ibaretmiş gibi öğretilse de – yirmibirinci yüzyılın bilim tasarımlarında önemli değişimlere kapı açan gelişmelere sahne olmuştur: Einstein’ın görelilik kuramıyla, Newtoncu “zaman” ve “uzam” tasarımlarının sarsılışı; Termodinamik alanında Rudolf Clausis tarafından geliştirilen ikinci yasadan[16] yola çıkılarak düzenli sistem tasarımlarının yeniden sorgulanması; Heisenberg’in belirsizlik ilkesi doğrultusunda determinist-mekanik evren görüşü taraftarlarının azalması gibi gelişmeler, bilimde kesinlikevrensellikgörelilik gibi konuların tartışılmasına yol açmıştır.  Ayrıca bilim tarihine ilişkin çalışmaların yaygınlaşmasıyla birikimsellik de tartışmalı konulardan biri haline gelmiştir. Özellikle bilim tarihi çalışmalarından etkilenen Bachelard, Canguilhem, Kuhn, Feyerabend gibi düşünürlerin ortaya koyduğu görüşler, günümüzde sadece bilim felsefecileri tarafından değil, pek çok doğa bilimcisi tarafından da benimsenmeye başlamıştır.

Bu dönüşüm süreci, doğa bilimleri ile etik, estetik gibi farklı alanlar arasındaki uçurumun kapanmasını; ve bilgisel alanı, doğa bilimlerinden ibaret sayarak bu alanı, yaşama ilişkin diğer sorulardan yalıtmış tavra karşı farklı bir bilim tasarımının geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Doğaya ilişkin soruların, diğer sorulara göre daha çok önemsenmesi elbette sadece yirminci yüzyıla özgü bir yaklaşım değildir. İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog isimli eserinin girişinde[17]felsefenin asıl konusunun, doğa kitabını incelemek olduğunu belirten Galileo’nun çağında da doğaya ilişkin sorular büyük önem taşımaktadır. Fakat bu yaklaşım, özellikle Sanayi devrimi sonrasında, doğa bilimlerinin endüstriyle kurduğu bağın ve ilerlemeci tarih anlayışının etkisiyle farklı bir noktaya taşınmıştır.

Yirminci yüzyılda, yaşama ilişkin kültürel, etik ve estetik alanlarla bağı koparılmaya çalışılan bilimsel etkinlik, günümüzde belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar ekonomik ve politik alanla içiçe geçmiştir. Elbette bilgiden söz edildiği her alanda ve her dönemde bilginin meşruiyeti sorusunu sormak mümkündür. Fakat teknolojik gelişmeler ve –medya aracılığıyla– her an yenilenebilen enformasyon yığınları göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde bilgisel alana ve bilimin etik-politik alanla bağlantısına ilişkin soruların daha karmaşık bir ilişki içinde olduğu görülmektedir.

Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşının etkisiyle, devletlerin, özellikle savaş endüstrisi için bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayırdığı fonlar, doğa bilimlerinin üstün konumunu daha da arttırmıştır. Bilimsel alanın sınırları giderek “teknolojik ürünlerin verimliliği” üzerinden çizilir hale gelmiş; teknolojik verimlilik, yeni bir bilimsellik ölçütü olarak kabul görmeye başlamıştır. Doğayı açıklamaktan ziyade, onu dönüştürecek teknolojiler üzerine çalışmalar yaygınlaşmış; bilginin yerini enformasyon, düşünmenin yerini beceri, kaynağında merakı barındıran soruların yerini teknolojik ürünlerle yeni ihtiyaçlar yaratan geçici yanıtlar almıştır. Bu noktada, Patricia Fara’nın T.S.Eliot’tan yapıtığı bir alıntıda belirttiği gibi, bilgide yitirdiğimiz bilgelik ve enformasyonda yitirdiğimiz bilgi üzerine düşünmek gerekmektedir.[18] Bu konu üzerine düşünmek, bilimin dili ile etik-politik dil arasındaki bağlantıyı dikkate alan ve yaşam-bilgi bağını temele koyan bir bilgi tasarımının arayışında da hareket noktası olacaktır. Bu arayışta, yaşamdaki farklılıkların birbiriyle olan ilişkisini ve devinimi gözden kaçırmadan bilmeye yönelmek özellikle önemlidir ki bu da, doğaya ve evrene ilişkin soruların, kişinin kendisine ve toplumsal düzenlemelere ilişkin sorularıyla bağlantılandırılmasını gerektirmektedir.

 

KAYNAKÇA

Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, 1996.

Bixby, William. Galileo ve Newton’un Evreni, Çev.Nermin Arık, Tübitak Yayınları, 2006.

Cahan, David. (Ed. By) From Natural Philosophy to the Sciences, The University of Chicago, 2003.

Copernicus, Nicolaus. Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine, Çev. Saffet Babür, YKY, 2002.

Cushing, James T. Fizikte Felsefi Kavramlar, Çev.Özgür Sarıoğlu, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2003.

Fara, Patricia. Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih, Çev. Aysun Babacan, Metis Yayınları, 2012.

Galilei, Galileo. İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, Çev.Reşit Aşçıoğlu, İş Bankası Yayınları, 2008.

Hall, Marie Boas. (ed. By) Nature and Nature’s Laws, Walker Publishing, 1970.

Koyré, Alexandre. Bilim Tarihi Yazıları, Çev. Kurtuluş Dinçer, Tubitak Yay., 1999.

Mielants, Eric. “Tepki ve Direniş: Doğa Bilimleri ve Beşeri Bilimler”, İki Kültürü Aşmak, Çev. Aysun Babacan, Metis Yayınları, 2007.

Moles, Abraham. Belirsizin Bilimleri, Çev. Nuri Bilgin, YKY, 2004.

Ronan, Colin. Bilim Tarihi, Çev. E. İhsanoğlu, Tubitak Yayınları, 1999.

Snow, C.P. İki Kültür, Çev. Tuncay Birkan, Tubitak Yayınları, 2001.

Stremlin, Boris. “Otoritenin Kuruluşu: Modern Dünyada Bilimin Yükselişi”, İki Kültürü Aşmak, Çev. Aysun Babacan, Metis Yayınları, 2007.

Westfall, R.S. Modern Bilimin Oluşumu, Çev. İsmail Hakkı Duru, Tubitak Yayınları, 1998.

 

(Bu yazı daha önce FelsefeYazın dergisinin Eril Şiddet: Fail ve Mağdurun Ötesinde dosya konulu sayısında yayınlanmış ve ViraVerita için yeniden gözden geçirilerek kısaltılmıştır.)


[1] Konuyla ilgili olarak, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, İki Kültür adıyla anılan bir tartışma ortaya çıkmıştır. C. P. Snow, 1959’da düzenlenen bir konferansta sunduğu bildirisinde ve daha sonra bu bildiriyi genişletilerek yayınladığı “İki Kültür” başlıklı çalışmasında, doğabilimcilerinin ve edebi entelektüellerin bağlı olduğu iki farklı kültür arasında, dünya sorunlarını halletmede ve birbirlerini anlamada derin bir uçurum bulunmasına; farklı alanlarda çalışan düşünürlerin, bambaşka kültürlerde yetişen insanlar gibi birbirlerine yabancı kalmasına ve problemlerin çözümüyle ilgili hiçbir ortak dilin yaratılamamasına ilişkin saptamalarını ve eleştirisini dile getirir.

[2] P. Fara, Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih, s.260.

[3] Aristoteles, Metafizik,  995a-15.

[4] J. T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar, s.72.

[5] Nicolaus Copernicus, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine, s.8.

[6] A. Koyré, Bilim Tarihi Yazıları, s.59.

[7] A.g.y. s.61.

[8] A.g.y. s.66.

[9] C. Ronan, Bilim Tarihi, s.416-417.

[10] J. Cushing, s.264.

[11] A.g.y. s.264.

[12] B. Stremlin, “Otoritenin Kuruluşu: Modern Dünyada Bilimin Yükselişi”, İki Kültürü Aşmak, s.33.

[13] E. Mielants, “Tepki ve Direniş: Doğa Bilimleri ve Beşeri Bilimler”, İki Kültürü Aşmak, s.58.

[14] A.g.y. s.62.

[15] Eric Mielants’ın aktardığına göre, -neopozitivizmin etkisiyle- yirminci yüzyılda birçok bilimci, bilimin (doğa felsefesinin), geleneksel felsefe olmadan da kendini gayet iyi idame ettirdiğini; ve bilim ile felsefe arasına sınır çizmek gerektiğini savununuyordu. (Mielants, s.58)

 

[16] Termodinamiğin ikinci yasası: Enerji çok yoğun olan ortamdan az yoğun –düzensiz– ortama kendiliğinden akma eğilimindedir.

[17] Gelilei Galileo, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, s. xvii.

[18] P. Fara, s. 442.