Felsefe Ve Sosyal Bilimler: Ayrılsak Da Beraberiz

Minerva’nın baykuşunun alacakaranlıkta uçtuğuna dair Hegel’in tespitinin ve Marx’ın filozofların dünyayı değiştirmelerine yönelik çağrısının üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçmişken felsefenin  hala bir türlü kurtulamadığı bir ikilem: Felsefe ya bir theoria etkinliğidir ve önce izler, sonra her şey olup bitince konuşmaya başlar, ya da felsefe praksis’tir, “hayatın içinde”dir ve dünyanın tüm sorunlarının kurtuluş anahtarı onda gizlidir. Karşımıza çıkartılan bu ikilem karşısında felsefenin alanı iyice daralır ve onun sosyal bilimler ile belirsiz ilişkisi her zamankinden daha fazla krize girer. Teori ve pratik arasında bir uçurum açıp, bu uçurumun kenarlarında dolaşma girişimi felsefe ve sosyal bilimlerin kendi hapishanelerini oluşturması anlamına gelir. Akademik etkinliklerden, makale ve kitaplara, disiplinlerarasılık iddiasındaki çabalardan, siyasal müdahalelere kadar bugün felsefe ve sosyal bilimlerin karşı karşıya getirildiği her mecrada çözülemeyen bir problemin mevcut olduğunu düşünüyoruz: Felsefenin adı teorinin cephesine yazılırken, sosyal bilimler pratiğin içinden konuşma iddiasında… Bu yüzden felsefe pratikten, sosyal bilimler ise teoriden yoksun olmak eleştirisine maruz kalmakta. Bu eski ikilem hem felsefeye hem sosyal bilimlere zarar vermekten öteye geçmiyor ve bugün göründüğünden daha derin bir şekilde işliyor bize göre. Bu nedenle bu yazıda söz konusu ikilemin yarattığı krize dikkat çekmek ve felsefe ile sosyal bilimler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine ilişkin yeni bir tartışma başlatmak istedik.[1]

Felsefeye getirilen eleştirilerin başında gelen, felsefi çalışmanın yaşamdan kopuk olması ve güncel problemler karşısında söz söylememesi yargısı en başta pozitivizmin sosyal bilimler üzerindeki, bugün hala tam olarak aşılamayan etkisinden doğar. Bir “bilim” olarak toplum araştırması, “saha”da olmayı, istatistikleri, ölçme-değerlendirme tekniklerini şart koşarken, bir “bilim” olmayan felsefe ise bu bağlamda “saha”lardan uzakta, tribünde oturarak kavramların sessizliğine gömülmüş gibi görünür. Bu bakış açısı pozitivist mantığın aşıldığına inanılan bir çağda, pozitivizmin hayaletinin tam da “saha”nın orta yerinde karşımıza çıkabildiğini göstermektedir.

Sosyal bilimin aksine kavramsal düşünme alanına ait görülen felsefede ise pozitivizmin yarattığı kompleks bazı durumlarda ters yönde iş görebiliyor. Kavram yaratmakla, problemleri görmekle değil, sadece kavramları analiz etmekle uğraşan bir yaklaşım felsefeden pozitivizmin görmeyi istediği pasif/dünyadan kopukluğu gerçekleştiriyor. Bu kopukluğun sonucu olarak örneğin savaşların, adaletsizliğin ve dünyadaki diğer sorunların sebebini insanların “adalet”, “özgürlük” vb. kavramlar üzerine düşünmemelerine bağlayan felsefi yaklaşımlarla da karşılaşmaktayız. Böyle tarihsiz bir kafayla yaşama bakmanın acı sonucu insanın toplumsallığını, onun yaşamı kavrama ve değiştirme mücadelesini görmezden gelmek, felsefenin eleştirelliğini kısırlaştırmak, “olması gereken” e ilişkin akıl yürütmelerini en baştan kabullenilmiş reçetelere uydurmaya çalışarak nefes alınamaz bir theoria alanı yaratmaktır.

Toplumu ve tarihi paranteze alarak theoriaya saplanan yaklaşımdan çok daha vahim olan bir başka yaklaşım ise, ne kavram yaratmakla, ne kavram analiziyle ne de herhangi bir problemle ilgilenen, herhangi bir düşünce ortaya koyma derdi gütmeyen ve ne yazık ki giderek felsefeye dair önyargıları besleyen bir yaklaşım temsil ediyor. Felsefeden ortaya karışık bir sepet yapan bu tarz, “kavram”ı “modern aklın dayatması” olarak görüyor ve hiçbir tutarlılığa, amaca sahip olmayan, aynı paragrafta birbiriyle çelişen, anlamı tamamen yok eden bir “serbest sohbet”  tutturuyor.

Hem felsefecilerin hem de sosyal bilimcilerin içine düştüğü ikilemin ve felsefecilerin kavramlara gömülmeleri, sosyal bilimcilerin olgu peşinde koşmalarıyla açığa çıkan kompleksin altında teoriyi yaşamdan ve praksisten ayrı değerlendirme hatası yatmaktadır. Oysaki teori,  yaşamın farklı dinamiklerinden beslenerek ortaya çıkar ve teorik bir çalışma da bu dinamiklerin bir parçasıdır. Felsefe ortaya çıktığı koşullardan bağımsız düşünülemez. Bu durumun farkına varılmış olacak ki son yıllarda bir kısmı “proje” odaklı olmak üzere disiplinlerarası çalışmaların arttığına ve felsefecilerle sosyal bilimcilerin ortaklaşa çalışmalar yaptıklarına tanık olmaktayız.  Bu tanıklık bizi disiplinlerarası çalışmaların nasıl yapıldığına ve felsefenin bu çalışmalar arasındaki konumuna dair düşünmeye sevk ediyor. Zira bizce, bu çabaların büyük bir kısmında teori-pratik ikileminden kurtulamamış bir anlayışın izleri görülmekte.

Aslında yine bizzat pozitivizmin ve kapitalizmin bilgi alanlarını parçalamasının bir ürünü olan “disiplinlerarasılık” kavramı ile genellikle bazı alanların isimlerinin ya da o alanlara ilişkin çalışmaların izole bir şekilde “yan yana” getirilmesi anlaşılmakta. Bu da her bir disiplinden parça katarak adeta bir kolaj oluşturmak anlamına geliyor ve bu “yan yana” olma hali, birbiriyle etkileşime girmemiş, diğer alanların düşünsel mirasından beslenmemiş yapay bir birlikteliğe yol açıyor. Disiplinlerin ayrışmasının bu şekilde üstesinden gelmeye kalkışmak bir işe yaramak şöyle dursun, sosyal bilimlerin ve felsefenin kendi içinde çok daha fazla ayrışmasına ve artık beraber bilgi üretemez hale gelmesine sebep oluyor. Örneğin sosyal bilimlerde, antropolojiden beslenmeyen bir sosyoloji, iktisattan beslenmeyen bir siyaset bilimi giderek kısırlaşarak kendi alanını da kaybetme tehlikesi yaşıyor.  Benzer bir durum felsefenin kendi içindeki bilgi alanlarının ayrışmasında da söz konusu oluyor.  Bunun en önemli göstergesi üniversite bölümlerinde felsefenin sadece Felsefeye Giriş dersi düzeyinde diğer bölümlerde yer bulmasıdır. Tarih felsefesi, hukuk felsefesi, sanat felsefesi, bilim felsefesi gibi dersler ilgili bölümlerde felsefeciler tarafından değil, o bölümün uzmanları tarafından veriliyor ve bu alanlara ait felsefe odaklı araştırmalar tali olarak görülüyor. Bu da felsefenin diğer bilimlerle ilişkisini zedeliyor. Söz konusu alanlarda “uzmanlaşan” felsefeciler ise bu sefer felsefi bilginin diğer alanlarından kopmaya başlıyor.  Sonuç olarak; ontolojik  kavrayıştan yoksun bir siyaset felsefesi, epistemolojiden bağımsız bir bilim felsefesi, etikten bağımsız bir hukuk felsefesi gibi, ne felsefenin diğer alanlarıyla ilişkilenebilen ne de sosyal bilimlerle beraber bilgi üreten kendi içine kapalı alanlar ortaya çıkıyor… Bu yüzden giderek ayrışmış felsefe alanları, bir başka alana eklemlenmiş ve onun altında sıralanmış bir “analiz” aracına indirgeniyor. Örneğin ülkemizde din felsefesi denilince akla dinin hizmetinde bir felsefe geliyor, ya da aynı şekilde bilim felsefesinden beklenen sadece bilimin kavramlarının analizi oluyor. Bu anlayış felsefenin pratikten kopmasına, diğer alanlarla ilişkisini kaybetmesine ve giderek insan ve toplum hayatı hakkında söz söyleyemez konuma gelmesine, diğer bilimler karşısında “ben bilmem eşim bilir” konumuna hapsolmasına sebep oluyor. Alanların karşılıklı diyalog kurarak “yeni” olanı yaratabildikleri bir pratik oluşturulması ihtimali giderek azalıyor.

Kant’ın  Fakülteler Çatışması adlı çalışmasında tıp, teoloji ve hukuk fakültelerinin felsefe ve tin bilimlerinden üstün tutulmasına dair getirdiği eleştiri bugün hala çok yakıcı bir şekilde güncelliğini koruyor. Toplum mühendisliğine dair üç önemli alanın karşısında felsefenin ve sosyal bilimlerin düzeni tehdit eden alanlar olarak görülmesi ve diğer alanların arasında eritilmeye çalışılması akademinin bilgi üretilen değil, meslek sahibi olunan yer olarak görülmesiyle paralel olarak gerçekleşiyor. Bugün psikoloji, iktisat, hukuk gibi alanlar dışındaki sosyal bilimlerin ve felsefe bölümlerinin üniversitelerin en düşük puanla alan bölümleri olması bu durum ile açıklanabilir.  Bunun bir sonucu olarak felsefe derslerinin kaldırılacağı, felsefe bölümlerinin küçültüleceği gibi söylentiler de dolaşıma sokuluyor ki bu durum antropoloji, arkeoloji, sanat tarihi bölümlerini de kapsıyor. Batıda Bologna süreciyle beraber bu durumun yaşandığı üniversiteler olduğu da bilinmektedir. Felsefe ve sosyal bilimlerin bazı alanlarına yönelik bu dışlama ve müdahale girişimi arasında da bir ortaklık olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, sistem bir yandan felsefe ve sosyal bilimleri hem birbirinden ayırırken hem de kendi içlerinde atomize ederek kendine tabi kılmaya çalışıyor. Bu hareket, eğitim sisteminden kültürel hayata kadar her mecrada bu alanların dışlanması sonucunu doğuruyor. Öğretim kurumlarında din derslerinin çoğalmasına karşılık ilk elden gözden çıkarılan dersler felsefe dersleri olurken bunun sonucu olarak, öğretmen atamalarında da en az kadro felsefe ve sosyal bilim mezunlarına ayrılıyor. Giderek bu alanlarda çalışma yapmak isteyen genç insanlar işsizlik tehdidi yüzünden meslek sahibi olabilecekleri ama hiç sevmedikleri alanlara yönlendiriliyor. Felsefe ve sosyal bilimleri tercih eden öğrencilerin büyük bir kısmı da ne yazık ki sadece bir diploma edinmiş olmak amacıyla üniversiteye geliyor. Bilgi üretimine karşı bu yavaş ama etkili saldırı üniversitedeki piyasa mantığının da, eğitimdeki gerilemenin de karşısındaki en büyük gücün “yan yana” gelmiş değil, “bir araya” gelmiş felsefe ve sosyal bilimler olduğuna işaret ediyor.

Alanlar arasındaki ayrışma, sorgulamanın ve başka türlü olanı aramanın anlamsız görülmesine hizmet ediyor. Sorgulamanın anlamsız göründüğü yerde ne theoria etkinliğinin ne de praksis alanında olup bitenlerin önemi kalıyor.  Bunun sonucunda hem kavram üretmek, problemler hakkında kafa yormak anlamsızlaşıyor, hem de tarihsel süreçteki dinamikler ve dönüşüm olanakları göz ardı ediliyor. Sonuç olarak bugün yaşamın muktedirler tarafından sürekli şekillendirildiği ve buna ayak uyduramayanların sistemden dışarıya atıldığı, felsefe ve sosyal bilimlerin etkisinin ve eşgüdümlü çalışmasının planlı olarak azaltıldığı bir düzenle karşı karşıya kalmaktayız.

Felsefe ve sosyal bilimlere yöneltilen bu saldırı karşısında tek çıkar yol, bize göre disiplinlerarasılığı yeni bir biçimde tanımlamak ve bu yolla teori ve pratik arasındaki ikileme bir son vermektir. Felsefi bir temelden yoksun bir sosyal bilim ile toplum ve tarihten kopmuş bir felsefe ne kadar yan yana getirilmeye uğraşılsa da gerçek anlamda bir disiplinlerarasılığı kuramaz. Bunun için her tür felsefi çabayı “teoriye hapsolmakla” suçlamak yerine teorinin de bir pratik olduğu koşulları yaratmak gereklidir. Masanın başına oturdukları anda felsefecilerin dünyaya sırtlarını çevirdiğini zannedenler, yazmanın, tartışmanın ve eleştirinin de bir mücadele hattının parçası olabileceğini fark etmeli.  Yakın tarihimizde Türkiye’de kitap okumanın, mahallelerde parklarda bir araya gelerek sohbet etmenin,  dans etmenin, susarak yürümenin hatta durmanın bile bir eylem biçimi olabileceğine tanıklık etmişken felsefecilerin ve sosyal bilimcilerin olup bitenleri tartışarak neler yapılabileceğine dair fikir yürütmelerinin bir eylem biçimi olarak tanınmaması, yaşamın ve mücadelenin dar alanda kısa paslaşmalara dönüşmesi ve tek bir biçime hapsedilmesidir. Bu anlayış, pratiğe davet etme sanısıyla hem felsefeyi hem sosyal bilimleri tamamen sözsüz ve iddiasız kılmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Güncel siyasal pratiklerden bağımsız bir şekilde felsefe yapılamayacağı çok açık bir şekilde ortadayken değiştirici güce sahip eylem olanaklarının daha iyi anlaşılabilmesi için gerçek anlamda disiplinlerarası olan bir çalışma biçimine ihtiyacımız var. Bunun için –nadir de olsa bazı örneklerine rastladığımız gibi—teori ve pratiği yalıtık bir şekilde üst üste koymayan, onların nitelikli diyaloğuna ve beraber bilgi üretmesine imkân tanıyan çalışmalara ihtiyacımız var. Diyaloga katılan disiplinlerin farkının korunduğu ama katkısının eritilmediği, felsefecinin sosyal bilimciden, sosyal bilimcinin felsefeciden öğrenebileceği bir mecra yaratmak ve böylelikle bu alanlara yönelik saldırının karşısında nitelikli üretimlerin oluşturduğu sağlam bir çatı örmek gerekiyor.

Felsefe geçmişte olduğu gibi bugün de bütünselliği ve yaşamın her alanından beslenen çeşitliliği sayesinde sosyal bilimlerin her alanı için verimli topraklar vaat ederken eski zamanların bilgelerinin yerini bugün her daim öğrenci kalan ve karşılaşmalardan korkmayan, “dünyaya açık” olmakta direten ve en önemlisi üzerine düşündüğü toprağın bizzat içinde filizlenmeye uğraş veren bilgi emekçileri alıyor.

 

 


[1] Felsefenin nesnesinin ve sosyal bilimler araştırmasının sınırlarının ne olduğuna ilişkin tartışmalara ise, çok daha geniş bir yazıda yer verilmesi gerektiğinden burada değinilmeyecektir.