*Bu yazı, ilk bölümü şu linkte yayınlanmış yazının devamıdır: /fahrenheit-451-yazikulleri-iiiiii/
Yazıkül IV. Fabian~Faber~Göz~Kulak
Okuma gözlerde başlar.
(Manguel, 2007, s. 44)
Sözle yuvarlanıp gittiğimiz bir hayatı ısrarla yazıya çekmek; yazıkülün dördüncüsünde göz ile kulağın farkına yaslanacaktır. Bradbury’nin Faber’i ile Truffaut’nun Fabian’nı birbirlerine düşürmek; göz ve kulağın üzerine uzun uzun düşünebilmek için gereklidir. Adım adım yaklaşan ve tehlike çanlarını uzun süre duymamazlıktan gelen okumuş Faber ile görmeden duramayan Fabian Fahrenheit 451’in Beatty’den sonra en dikkat çekici karakterleridir. Okuma yasağıyla hem kitabın hem de yazının kovulmuşluğunu yine de yazan Bradbury ile yazısızlığı hiç bir şey yazmayarak ancak kitapların yanan sayfalarında bizlere gösteren Truffaut, roman ile sinemanın farkını Faber ile Fabian ayrımında daha da somutlaştırır. Faber yazıda kalmıştır, Fabian’ın gözleri üzerimizdeyken ve bizler o sadece Montag’ı izliyor diye düşünürken Truffaut sanki “zamanında hiç bir şey yapmadı” diye Faber’den vazgeçmiş onun yerine hem romanda hiç yer almadığı söylenebilecek hem de romandaki mekanik tazının ete kemiğe bürünmüş hali olarak düşünülebilecek Fabian’ı gözümüze sokmayı tercih etmiştir. -Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Truffaut’nun filminin açılışında oyuncuların ve film ekibinin isimlerinin yazılmayıp okunduğunu görürüz. Bu alışılmadık başlangıç, Truffaut yorumcularına göre okumanın ve dolayısıyla yazmanın yasak olduğu bir dünyayı anlatırken yönetmenin bilinçli bir tercihidir[1]. Ancak Truffaut filminin, seslendirdiği o yazısızlığın, altyazıyla nasıl da yazılabilir bir hale geldiğini görmedi. Altyazı, Truffaut’nun Fahrenheit’ında yazının, bilinçdışının öteden beri yanlış okunmuş hali olan bilinçaltına karşılık gelir. Bilinçaltının söylediği şey de şudur: Yazmadan film, film olmaz. Altyazının yazısını abartmak; oldukça oyunbaz bir abartıdır ve bu okumanın üzerinde çok kalmamak gerekir. –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Yazının altında gözün karşısındaki kulağa geldi sıra. Faber’i kulak niyetine seçmek; “dijital gözetim” dünyasında ilk elde “derin kulak”ları çağrıştırma tehlikesi taşısa da Faber, yerin kulağı var değildir; Montag’a tıpkı “bir zamanlar konuşma”daki gibi kulak verir. Montag için filmdeki Clarisse neyse romandaki Faber de odur: Her ikisi de uyanması için Montag’a sorulmuş birer sorudur. Şimdi sorulardan ilkine, Bradbury’nin deyişiyle, Montag için bir “öğretmen” vazifesi gören Faber’e (2012, s. 115) daha yakından bakalım. –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
İtfaiyeci ile Faber, ilk kez Montag Fahrenheit 451’in gerçekten ne olduğunu anlamadan bir yıl önce şehir parkında karşılaşırlar. İtfaiyeci, kendisini fark edince yaşlı adamın alelacele ceketinin cebine bir şeyler yerleştirdiğini görür, yine de Faber’i ihbar etmez. Bu olay, Montag’ın Clarisse’le karşılaşmadan önce herşeyin bu kadar içindeyken bile bir şeylerin yanlış olduğunu bildiğini bize göstermesi açısından önemlidir. –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Garip sessiz bir buluşmaydı. Yaşlı adam, yönetici ve öğrenci yokluğu nedeniyle kapatılan, son özgür sanatlar kolejinden, kırk yıl önce atılmış, emekli bir İngilizce profesörüydü. Adı Faber’di ve sonunda Montag’a karşı korkusunu yenince, gökyüzüne, ağaçlara, yeşil parka bakarak ahenkli bir sesle konuşmuştu; bir saat geçtikten sonra, Montag’a bir şeyler söylemişti ve Montag bunun uyaksız bir şiir olduğunu tahmin etmişti. Sonra yaşlı adam daha da cesurlaşmış ve bir şeyler daha söylemişti. O da bir şiirdi (…) Montag eğer elini uzatabilse, adamın ceketinin cebinden bir şiir kitabı çekip çıkartabileceğini biliyordu. Fakat elini uzatmamıştı. Elleri dizlerinin üstünde hissiz ve yararsız durmuştu. “Ben şeylerden söz etmem, bayım” dedi Faber. “Ben şeylerin anlamlarından söz ederim. Burada otururum ve yaşadığımı bilirim” (Bradbury, 2012, s. 115-116).
Bu buluşma iki şeyi değiştirir: Faber’in korkusu, konuştukça dağılır; Montag da bildiğini sandığı kişiden, kendinden uzaklaşacağının ilk sinyallerini Faber’e kulak vermeyi başardığında gösterir. Bradbury her ne kadar Faber’in Montag’a itfaiyeci olduğundan habersiz, belli bir titremeyle, bir kağıda adresini yazıp verdiğinden (2012, s. 116) söz etse de Montag’ın itfaiyeci olduğunun anlaşılmaması Clarisse’le ilk konuşmalarını hatırlarsak -gazyağı kokusu nedeniyle- (2012, s. 27) pek mümkün değildir. Profesörün ürkek cesaretinden daha dikkat çekici olan nokta adresin bir kağıda yazılmasıdır. Truffaut’da değilse de Bradbury’de belli belirsiz de olsa yazı hâlâ vardır. Yazıyı cümle cümle arar hale gelmek bizce Fahrenheit 451 okumanın en göz alıcı tedirginliğidir. –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Adres yazımına geri dönelim. Faber adresini Montag gün gelir de kendisine kızmaya karar verdiğinde “Faber dosyası”nda bu bilginin bulunması gerektiğini belirterek verir. Montag profesörle söz konusu ilk karşılaşmalarını hatırladıktan sonra yatak odasındaki dolabına gider, evrak çantasından büyük harflerle yazılmış GELECEKTE ARAŞTIRILACAKLAR (?) dosyasını bulur ve Faber’in isminin orada olduğunu görür, bu ismi ne itfaiyecilere vermiş ne de silmiştir (Bradbury, 2012, s. 116). Montag’ın anımsayışının gösterdiği gibi yazının “büyüklüğü” soruşturmadadır. Faber ele geçmediğine göre herşey için geç değildir; profesör hâlâ yardım edebilir. –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Montag’ın Faber’in evine varmak için yaptığı hızlı tren yolculuğu, düşüncesiz bir dünyanın vehâmetini gözler önüne sermesi açısından dikkate değerdir. “Trenin Radyosu Montag’ın üstüne kusuyordu. İnsanlar hiç kaçmıyorlardı, bu havaya boyun eğmişlerdi. Kaçacak yer yoktu; havalı tren hızla yeraltındaki yolunda gidiyordu (…) trenin kapısı ıslıkla açıldı (…) Tren yılan gibi tıslayarak gitti. Tren delikte gözden kayboldu” (Bradbury, 2012, s. 122-123). Bradbury’nin yeraltında giden treni, Truffaut’da yerini tepesindeki raylara mıhlı bir vaziyette güya gökyüzünde seyir halinde giden trene bırakır. Bitmek bilmeyecek bir merdivenle inilen tren her seferinde yolcularını bir yere benzemeyen yerlere bırakır. Biz romandan filme yolculuğun tuhaflığını göstereduralım Montag, Faber’in kapısını çalar. İtfaiyeci profesörü “dinleyecek biri” olarak görür. Peki Faber gerçekte nasıl biridir? Şimdi söz, bu sorunun cevabını kimselere bırakmayan Faber’dedir:
Mr. Montag, siz bir korkağa bakıyorsunuz. Uzun zaman önce olayların ne yöne gittiğini görmüştüm. Hiçbir şey söylemedim. Hiç kimsenin “suçlu”ları dinlemeyeceği zamanda ben her şeyi çekinmeden yüksek sesle söyleyebilecek suçsuz insanlardan biriydim, fakat ben de sustum ve kendim de suçlu duruma düştüm. En sonunda kitapları yakmak için merkez kurarak itfaiyecileri kullandıkları zaman bir iki kez söylendim, fakat sonunda boyun eğdim, çünkü benimle birlikte haykıran, söyleyen hiç kimse yoktu o zaman. Şimdi de her şey için çok geç (Bradbury, 2012, s. 125).
Montag, Faber’in zamanında hiç çıt çıkarmayan o sessizliğinin yine de yardım edebileceğine inanır. İtfaiyeci profesöre kimsenin artık dinlemediğinden söz eder ve kendisine bağıran duvarlarla konuşamadığından dert yanar. Karısıyla iletişim kuramamasının nedeni de Mildred’ın / Linda’nın Montag’ı değil; duvarları -(“aile tiyatrosunu”, Truffaut, 1966)- dinlemesidir. Montag sadece söylemek zorunda olduğu şeyleri dinleyecek birini ister. Belki yeterince konuşursa konuşması bir anlam ifade edecektir. Ve Faber’den okuduklarını anlamayı ona öğretmesini ister (Bradbury, 2012, s. 125-126). Faber de Montag’ın nasıl olup da “meşaleyi ellerinden fırlattığını” merak eder. Montag bu soru karşısında kendini bilmez bir yanıt verir: “Bilmiyorum. Mutlu olmak için ihtiyacımız olan her şeye sahibiz, ama mutlu değiliz. Eksik bir şey var. Çevreme bakıyorum. Kaybolduğunu kesinlikle bildiğim tek şey, son on ya da on iki yıldır yakmakta olduğum kitaplar. Bu nedenle kitapların yardımcı olabileceğini düşündüm” (2012, s. 126). –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Faber’e göre Montag, “umutsuz bir romantik”tir (2012, s. 126). İtfaiyecinin aradığı şeyin kitaplarda değil de “kitapların anlattıklarında” olduğunu söyleyen (2012, s. 126) Faber de bizce komiktir. Kitap demek nihayetinde kitabın anlattıkları değil midir? Peki bu ayrımı pek hızlıca yapan Faber yavaşça kitabı tanımlasa nasıl olur? “Bu kitabın gözenekleri var. Özellikleri var. Bu kitap mikroskop altına girebilir. Camın altında sonsuz bollukla geçen bir yaşam bulursun. Ne kadar çok gözenek olursa (…) sen daha çok `yazınsal ` olursun. Neyse, bu benim tarifim. Ayrıntıyı anlatmak” (2012, s. 127). –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Yönetim kitaplardan “yaşamın yüzündeki gözenekleri gösterdikleri” için nefret eder (2012, s. 127). “Gerçek olmamakla” suçlanan, hor görülen kitabın karşısında “televizör `gerçek`tir. Dolayımsız ulaşır ve çok boyutludur. Sana ne düşünmen gerektiğini söyler, bombardıman eder. O haklı olmalı. Çok haklı görünür. Seni kendi vardığı sonuçlara o kadar hızla sürükler ki zihninin, `Bu ne saçmalık!` diye protestoya zamanı olmaz” (Bradbury, 2012, s. 128). Bu değişmez gerçek karşısında Faber için yapılabilecek fazla bir şey yoktur, “bilginin niteliği (…) onu hazmedebilmek için gerekli zaman ve (…) ilk ikisinin birbirini etkilemesinden öğrendiklerimize dayanan edimde bulunabilme hakkı” olsa bile “ çok yaşlı bir adamla birden hırçınlaşan bir itfaiyecinin, bu kadar ilerlemiş oyunda bir şeyler yapabileceklerini [düşünemez]” (2012, s. 129). –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Faber’in umutsuzluğunu kırmak kolay değildir, Montag tüm bunlara son vermek için önce ikisinin bir matbaa bulup kitapları yok edilemeyecek kadar çoğaltmaya çalışmalarını önerir. Faber bu düşünceden çok korkar, Montag bunun üzerine basılan kitapların bir kısmını ülkedeki itfaiyecilerin evlerine saklayıp, Faber’in deyişiyle, “itfaiye merkezlerinin ihanet yuvaları olarak yıkılmalarını, semenderin kendi kuyruğunu yemesini” önerir (2012, s. 130-132). Alevpüskürtücüyü yangın çıkaranlara çevirmek, “yıllardır Pirandello’yu, Shaw’u veya Shakespeare’i oynayamamış bir sürü aktörün (…) kırk yıldır bir satır bile yazamamış olan tarihçilerin dürüst öfkelerini [kullanabilmek]” (2012, s. 132) Faber’e göre yine de kolay değildir. Profesör o kadar uzun zaman korkmuştur ki bir şeyler yapılabileceğine inanamaz. Ne de olsa bugünlere nasıl gelindiğini, itfaiyecilerin oluşturduğu “sirkin”, halk okumayı kendi isteğiyle bıraktıktan sonra ortaya çıktığını bilmektedir (2012, s. 133). –Fabian’ın gözü üzerimizdedir.
Montag Faber’in korkusunu dinledikçe harekete geçmek, birşeyler yapmak için kendinde güç bulacaktır. Başka bir deyişle, korku Montag’a cesaret verir. Faber ile Montag profesörün itfaiyeciye verdiği deniz kabuğuna benzeyen bir tür kulaklık sayesinde konuşmaya devam ederler. Kulaklarasında, Faber’in seçtiği kitapları Montag’a duyurmasıyla, okuma belirir. Montag kaçarken “yürüyen kamp”a doğru koşmasını ona ilk söyleyen kişi de Faber’dir (Bkz. Bradbury, 2012, s. 194). Nehri takip ederek “kitap insanlara” ulaşan Montag, mekanik tazıdan (Fabian’dan) kurtuluşu Faber’in atılmamış adımlarında bulacaktır- Fabian’ın gözü yine de üzerimizdedir.
Profesörün hiç bulunmadığı yere, Fabian’ın gözlerine, gelirsek; Montag okuma-konuşma-kitap saklama vb. suçları işledikçe Fabian onu görür. Fabian’ın son ana kadar Beatty’e bir şey demeyen o sessiz gözetimi, her an her yerde karşımıza çıkacak bir haldedir. Öyle ki, Truffaut’nun Clarisse’in okulunda bile camdaki perdeyi kaldırıp sinirle Montag ve Clarisse’e bakan öğretmeni ya da müdireyi bize kılık değiştirmiş Anton Diffring (Fabian) olarak göstermesi Fabian’ı, Montag’ı izleyen bir kişiden çok sistemin kayıt tutucusu bir çift göz haline getirir. Fabian’ın gözü üzerimizdeyken Fahrenheit 451’de soru sorabilmenin tek olanağını yazının buraya kadar ısrarla göstermeyip adeta karanlığa gizlediği bir parlamada bulabiliriz. Başka bir deyişle, konuşma sırası Clarisse’dedir.
Yazıkül V. Linda~ Clarisse~Karanlık~Yansıma
GÖRÜLEBİLENİN
KAÇINILMAZ KİPLİĞİ:
EN AZINDAN bu, gözlerimin düşüncesi.
(Joyce, 1998, s. 67)
Bradbury’nin “televizör” olarak adlandırdığı duvara sabitlenmiş geniş ekran televizyon, Truffaut’da “aile tiyatrosu”nun yeridir. Kuzenler olarak adlandırılan aile üyeleriniz televizörden sizlere seslenerek mutlu yaşamınızın ayrılmaz bir parçası olurlar. Televizör, erişilmez yakınlığıyla bulunduğu yerden hayatınızı ele geçirmiştir bir kere, istila edilmiş bir yaşamın tek tip hali de özellikle bir kişide, Montag’ın karısı Linda’da, karşımıza çıkmaktadır. Truffaut’nun tahakküm kuran göz Fabian’dan sonra özellikle büyüttüğü ikinci kişi mekanik Linda’dır (Bkz. Truffaut, 1966). Bradbury’nin romanında Beatty’nin sakin ve sinir bozucu öfkesi, Montag’ın değişimi, Clarisse’in adının geçmediği yerde bile kendini duyumsatan varlığı ile Faber’in pişmanlığının yanında Montag’ın karısı (Mildred) son derece sönük kalmıştır. Bu belki de bilinçli bir tercihtir ve Bradbury, mekanik tazının takip etmesine gerek olmayacak kadar mekanikleşmiş insanları uzaktan izlemekle yetinmiştir.
Truffaut’nun Linda’sı ise “harcanmış bir hayat” olarak Fahrenheit 451’de Mildred’dan daha çok göz önündedir. Clarisse’le daha önce dile getirildiği gibi Julie Christie sayesinde neredeyse aynı görünür; ama yine de bunca benzerliğe rağmen komşu kızdan tamamen farklıdır, boşlukla dolu bir karanlıktır, Montag’ın değişiminin karşısında hiç değişmeden kalmayı başaran bir itirazdır. Böylelikle, Linda tek başına itfaiyecinin vazgeçtiği bir hayatın ete kemiğe bürünmüş halidir.
Ekran karşısında adeta hipnotize edilmiş gibi oturan Linda, Montag ne kadar karşı çıksa da bir sürü ilaç alarak gündüz uykusunu devam ettirmektedir. Sürekli uyku hali bir direniş mi yoksa boyun eğme midir, belli değildir. İşten eve döndüğü bir gün karısını yerde baygın bulan Montag yardım çağırdığında eve, doktorlar değil; vücuttaki tüm kanı değiştirip Linda’yı “yepyeni bir Linda”ya çevirme sözü veren tamirciler gelir (Truffaut, 1966).
Linda’nın kanı çekilirken dikkatimizi böyle bir hayatın sürdürüldüğü eve yöneltelim. Montag ile Linda’nın tek katlı mütevazi evleri, televizörün dışında yardım çağrısında da açıkça göreceğimiz gibi telefonlarla kuşatılmıştır. Her çeşit ama bilhassa eski telefonlar her yerdedir. Telefon, bir iletişim aracından çok evin her yerine konuşlanan bir tehdit aracıdır. Haber vermek için mi, kontrol etmek için mi, gizlice dinlemek için mi olduğuna bir bakışta karar vermek pek mümkün değildir. Telefonun tehditkârlığı televizörden daha çok yer kaplamasından ileri gelmektedir. Ne için kullanıldığı pek belli olmayan denetim aracı ilginçtir yeri geldiğinde tehlike çanlarını çalan bir alarm vazifesi de görebilmektedir. Filmin başında eve baskına gelen itfaiyecilerin yolda olduklarını, kitap saklayan adamın hemen evden dışarı çıkması gerektiğini eve gelen telefonla öğreniriz. Telefon, o evde kaçış sinyali vazifesi görse de Montag’ın evindeki telefon bolluğunu iyiye yormak pek mümkün değildir. Terfi bekleyen Montag bu haberi karısına –Linda herhangi bir tepki göstermediği için- birkaç kez söylemek durumunda kaldığında genç kadının hemen bir televizyon daha alabileceklerini söyleyerek terfiye sevinmesinden anlarız ki tek bir televizör, bu yaşama bile az gelmektedir.
Ev, iletişime yer bırakmayan iletişim araçlarıyla kuşatılmış vaziyettedir. Evden hiç dışarı çıkmayan Linda tüm günü televizörün karşısında geçirir. Misafirler bile kuzenleri hep birlikte seyretmek için eve gelirler. Herşey televizörden seyredilir, her şey televizörle öğrenilir. Öyle ki Linda Montag’a olan sevgisini gösterirken bile televizörde izlediği kendini savunmak için düşmanına çelme takarak yere seren dövüşçünün hareketlerini sergiler. Montag okumaya ve değişmeye başladığı zaman karısına nasıl tanıştıklarını sorduğunda Linda geçmişi bir türlü anımsayamaz. Kitapları görünce verdiği tepki de evde böcek var tepkisidir. Montag’ı terk etmeden önce onu kitaplardan vazgeçirmek için evde bir eşyanın yerini değiştirmenin ne kadar iyi olacağından söz eder. Ne de olsa Linda kitaplarla nasıl savaşacağını bilemez, geriye yapılacak olan tek bir şey kalır: Hiç çıktığını görmediğimiz evden kocasının resmini kırmızı ihbar kutusuna atmak için çıkar. Montag’ın karısının halini ironiyle süslersek; Linda’nın itfaiye teşkilatının tam önündeki ihbar kutusuna kadar gelmekle yolculuğunu ziyaret değil; şikayet konusu yaptığını söylememiz mümkündür (Bkz. Truffaut, 1966).
Linda ile ilgili söylenebilecek olan sözlerin sonuna yaklaşırken televizör ışığında geçirilen bir hayatın duygudan yoksun hallerle bezeli, aile tiyatrosu kısalığında veya uzunluğunda yoğun kararmalara göz kırptığını söyleyebiliriz. Televizörün kendisini de dahil ettiği oyunlardan birinde Linda’ya ne düşündüğü sorulduğuna genç kadın cevap vermekte televizörün tahammül göstereceği süreyi geçirse bile sanki en doğrusunu o söylemiş gibi televizörün Linda’ya hak vermesi, bu aldatıcı ve insanı aptal yerine koyan oyun karşısında Linda’nın doğru cevapları verdim diye sevinmesi (Bkz. Truffaut, 1966) Fahrenheit 451 karanlığını adeta bir çırpıda özetlemektedir . Linda’nın televizöre hak vermek dışında söyleyecek bir sözü zaten yoktur. Hipnotize edilmiş hali, sahici bir canlılıktan bihaber anlık neşesi Montag değiştikçe büsbütün kararmaya yüz tutacaktır diyelim ve bu yazının Linda’yı -tıpkı onun Montag’ı terk ettiği gibi- hızla terk etmesine izin verelim.
Clarisse’i en son Montag’la birlikte trenden inerken görmüştük. Biz yazaduralım, onlar konuşa konuşa yolda yürümeye başlamışlar bile. Clarisse’in Linda’yla uzaktan yakından ilgisi olmayan canlılığı ve tanışır tanışmaz Montag’a çılgın, deli, yarımakıllı olduğunu çünkü merakla soru sorduğunu söylemesi (Bkz. Truffaut, 1966) dikkatimizi çeker. Yazıya kalırsa, Montag’ın bu karşılaşmada ilk gördüğü şey Clarisse’in dışarıdan nasıl görüldüğüdür. İtfaiyecinin soru soran kızdan etkilenmesinde kayda değer bir şey olmasa da Clarisse’in Montag’da ne gördüğü bizce son derece önemlidir. Montag’ın farkı, Clarisse’in deyişiyle, “soru sorduğunda yüzüne bakması”ndan (Bkz. Truffaut, 1966) ileri gelmektedir. Clarisse’in sevincinden anladığımızsa, dinlemenin soru sormaktan bile daha nadir olmasıdır.
Konuşa konuşa yol alırlarken söz, Montag’ın nasıl itfaiyeci olduğuna gelir. Montag’a göre bu iş de tıpkı diğerleri gibi bir iştir. Üstelik bu işte hergün “değişik şeyler” olur. Montag’ın değişiklikten kastı da Pazartesi Miller, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitman, Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar Schopenhauer ve Sartre yakmaktır (Bkz. Truffaut, 1966). Montag arada bir günü atlamıştır ama olsun, ne diyorduk? Kitaplar insanı “asosyal yapar” ve “mutsuz eder.” İtfaiyecinin gazyağı kokusunu parfüme benzetecek kadar ne yaptığını bilmemesi Clarisse’i yer yer suskunlaştırsa da o, Montag’dan vazgeçmez. Sorulması gereken soruyu evinin önüne geldiğinde sorar: “Yaktığın kitapları hiç okuduğun olur mu?” (Bradbury, 2012, s. 29). Montag bu soru karşısında şaşırır: “Hayır. Neden? Neden okuyayım ki? Birincisi ilgilenmiyorum. İkincisi yapacak daha iyi şeylerim var. Üçüncüsü bu yasak”. Clarisse gülümseyerek “tabi ki” diye karşılık verir. Kitaplar mutsuz ettiğine ve kendisi de bir kitap yakan olduğuna göre Clarisse’in şimdilik son sorusu “mutlu musun?” olur, bu kez “tabi ki” diye kendinden bihaber bir yanıt verme sırası Montag’tadır (Truffaut, 1966).
Clarisse kül içinde kalmış bir hayattan uyanması için Montag’a sorulması gereken ne varsa sorar. İtfaiyecinin genç kızın sorularına cevabı -bir gece televizörün ışığını lamba niyetine kullanarak- ilk kitabını (David Cooperfield’i) basım yeri ve yayıncısı dahil sayfa üstünde yazılı ne varsa okumak olur. Işık yakan soru, televizörün sahte ışığını bile bir lamba aydınlığına çevirir. Bu sessiz ve sihirli anla birlikte Montag değişmeye başlar. İtfaiyeci sayfalar boyu yol aldıkça okuması ve öğrenmesi gereken ne kadar çok şey olduğunun farkına varır. Clarisse, Montag’ın önceden doğru bildiği ne varsa tersine çevirir. Kitapları bir zamanlar insanları asosyal yapmakla suçlayan Montag’a asıl televizörün insanları asosyal yaptığını söyler: “İnsanlarla birlikte olmak güzel. Fakat bir grup insanı bir araya getirerek, sonra da benim konuşmama izin vermemek sosyallik değildir bence. Ya sence?” (Bradbury, 2012, s. 57).
Clarisse, Montag’ın aklını şimdiye kadar ona hiç sorulmamış sorularla çeler, itfaiyecinin ne düşündüğünü hep sorar. Montag bir gün boş duvara bakarken genç kızın ona televizörün hiç sahip olmadığı bir şey gösterdiğini görür, itfaiyeci gerçekten ne düşündüğünü Clarisse’te görür. Bradbury’nin sözleriyle ifade edersek;
Clarisse’in yüzü nasıl da aynaya benziyordu. Olanaksız; sizin ışığınızı size yansıtan kaç kişi bilirsiniz? Bir benzetme aradı ve Montag kendi işinden buldu; insanlar daha çok meşaleye benziyorlardı; birileri üfleyinceye kadar yanarlardı. Ne kadar nadir diğer insanların yüzleri sizi sizden alıp, kendi duygularınızı, en derin titrek düşüncelerinizi size yansıtırdı?
Kızın ne inanılmaz bir tanımlama gücü vardı. Kukla gösterisini hoşlanarak izleyen birine benziyordu. Göz kapağının her kıpırdanışını, [Montag’ın] elinin her jestini, parmağının hafif dokunuşlarını daha başlamadan tahmin ediyordu (2012, s. 33).
Montag’ın sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bu yansımaya ilk tepkisi şaşkınlıkla karşılık vermektir. Genç kız, itfaiyecinin bir maske gibi taktığı mutluluğunu çekip almış (Bradbury, 2012, s. 34) onu öteden beri ertelediği kendi sorularıyla ve henüz tanıştığı kitaplarla başbaşa bırakmıştır. Clarisse, Bradbury’nin gözünde karanlıkta bir ışık yakmaktır; Truffaut’da ise –film boyunca göründüğü yerden Linda ile kaybolsa da- Montag’a hep yol gösteren bir rehberdir. Yansımanın yazıküldeki son sorusu, Montag’ı geri dönülmez bir yola -okumaya- davet eden ilk sorudur: “Nasıl başladı bu?” (Bradbury, 2012, s. 49; Truffaut, 1966). Bu soruya da baştan sona Montag diye cevap vererek, sonuncu yazıküle geçelim.
Yazıkül VI. Baştan Sona Montag
Ve Son, şimdi Başlangıçtı.
Batıp gitmişti imge (…)
(Broch, 2012, s. 472)
“Fahrenheit 451’i yazmadım, o beni yazdı” (2012, s. 10) diyen Bradbury’i, kitaplara olan sevgisini ve “yazılı malzemeye olan ilgisini”[2] bizlere gösteren Truffaut’yu izleyerek diyoruz ki bizler okumadıkça Fahrenheit 451’in biteceği yok. Montag değişirken en büyük soru(n), değişebilecek belki de en son kişinin, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan bu itfaiyeci olmasıydı. Kitapların olmadık yerlerde, televizyon ve lamba içlerinde saklanıp bulunması gibi Fahrenheit 451’de her şeyi değiştirmeye çaba gösterecek insanı (Montag’ı) olmadık bir yerde –yangın çıkarma yerinde- buluruz. İşyerinde yukarı çıkmak için önceleri itfaiye direğine sarılması yeterliyken, merdiveni kullanmak zorunda kalması gibi (Truffaut, 1966) itfaiyecinin düşüncesizce yaptığı her şeyi okudukça bir daha yapamaz hale gelmesi, kitapseverliğin kendine has ve değerli “beceriksizliğini” bizlere göstermektedir.
Hızlıca sayfayı çevirelim, elimizde Montag’ın okuma açlığına ayak uydurmak zorunda olan bir yazı var: Beatty, parkta devriye gezerlerken bir bebeğin cebindeki minyatür kitaba bile göz açtırmazken Montag’ın kitap okuduğu itfaiyeci ile yüzyüze gelmesinin verdiği tedirginlikten belli olan bir adamı ele vermemesinden, bu farklılıktan anlarız ki, tuhaflığın, evlerin damında anten olmayan evlerde oturmak zannedildiği bir dünyada (Bkz. Truffaut, 1966) Montag’ın sessizce değişivermesi paha biçilmezdir.
Kendini daha önce hiç sorgulamamış, yazmamış, okumamış, düşünmemiş Montag Fahrenheit 451 karanlığını sorguladıkça “yürüyen kamp”a vardığı anda fark ettiği gibi ateşin bile başka türlü olabileceğini görür. Ateş etrafında toplanan insanlara baktığında fark eder ki “garip bir ateşti bu, çünkü onun için başka bir şey ifade ediyordu. Yakmıyordu; ısıtıyordu! (…) Ateşin, alabildiği gibi verebileceğini de hayatında hiç düşünmemişti. Kokusu bile farklıydı (…)” (Bradbury, 2012, s. 212-213). Montag’ın değişimi her yere yayılır. Ateş, artık ne olup bittiğinin farkına varmış, kendini derin uykusundan uyandırabilmiş insandır.
Yalnızca Montag ve eski iş ortağı (ateş) değil; herşey değişmeye başlar, bu değişimin temelinde gözcülükten vazgeçmiş bir göz vardır. “ (…) Dünya şenlik ateşinin ortasına tutulmuş, tüm bu adamların şekillendirmekte olduğu bir parça çelikmiş gibi[dir] (…) Farklı olan sadece ateş [değildir]. Sessizlik de [farklıdır]. Montag, bütün dünyayla ilgili olan bu özel sessizliğe doğru [yürür].” (Bradbury, 2012, s. 213). Ateşin gürültüsünden okumanın sessizliğine yürüyen Montag’ın sesleri de fark etmesi uzun sürmez: “Sesler her şeyi [konuşur] ve konuşamayacakları bir şey [yoktur]; seslerdeki merak ve hayretin sürekli alçalıp yükselmesinden, hareketliliğinden, sürekli canlılığından [anlaşılır] bu” (2012, s. 214).
Sayfayı son kez çevirelim. Bradbury’i, Truffaut’yu, Montag’ı, Clarisse’i ve Faber’i yazının vazgeçilmezliği ve okumanın sürekliliğiyle hatırlayalım. Karanlığın seyrini unutturmamak için kitaplarının arasında kitaplarıyla birlikte yanmayı tercih ederek kitap yakmanın insan yakmaktan farksız olduğunu görmeyen gözlere gösteren, duymayan kulaklara duyuran yaşlı kadına tekrar bakın. Muazzam bir kitaplığın sahibi okurun, evi talan edildikçe Montag’ın elinin bir ağız gibi kapandığını, öfkeli bir adanışla, akılsızca yapılan çılgınlıkla kitabı göğsüne bastırışını (Bradbury, 2012, s. 67) görün. Montag’ın “sakladığı kitabın, göğsünde, yürek gibi çarptığını [siz de hissedin]” (2012, s. 70). Hiçbirini unutmayın, alevlerin ne demek olduğunu iyi bilin. Düşünün; ama sadece yazıdan ve okumadan vazgeçmenin nasıl olacağını düşünmeyin. Baştan sona Montag, hâlâ okuyabilene bir uyarıdır. Fahrenheit 451’in erken mi yoksa geç mi kalmış bir uyarı olduğunu görmeden önce onun, siz harekete geçmedikçe, bir şekilde hep karşınıza çıkacağını görün. Ve bırakın yazıkülün üstündeki kelebeği, henüz kararmamışken, yanan bir kitaba benzemeden uçsun…
Kaynakça
Allen, L. M. (Yapımcı) & Truffaut, F. (Yönetmen). (1966). Fahrenheit 451 [Film]. USA: Universal Studios.
Bouzereau, L. (Yönetmen). (2002). Fahrenheit 451: Kamera Arkası [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.
Bradbury, R. (2012). Fahrenheit 451. Z. Kayalıoğlu & K. Kayalıoğlu (Çev.). İstanbul: İthaki.
Broch, H. (2012). Vergilius’un Ölümü. A. Cemal (Çev.). İstanbul: İthaki.
Joyce, J. (1998). Ulysses. N. Erkmen (Çev.). İstanbul: YKY.
Manguel, A. (2007). Okumanın Tarihi. F. Elioğlu (Çev.). İstanbul: YKY.