Fahrenheit 451 YazıKülleri* I~II~III

Ray Bradbury’den François Truffaut’ya ya da kitaptan filme Fahrenheit 451, yeri ve zamanı pek belli olmasa da hep(imize)  karanlık bir gelecek tasviri gibi gelir. Romandan geriye kalan ortak duygu, “bir gün böyle olabilir”dir. Gerçi bu söz söylenir  söylenmez yerini başka bir söze, “asıl bugün böyledir”e bırakıverir. Geleceğin bitişi, zamanı şimdide kapatan bir ağız açmaya  bakar. Sözü süründererek yazmaya devam edelim. Ne dedik? Dünden bugüne Fahrenheit 451 hiç de gelecek gibi değildir.  Geleceğin gelmemesi elbette Bradbury’nin dünyasının gün gelip başımıza yıkılmayacağı anlamına gelmez. Bu sözün geldiği anlam… diye okuyalım ve böylelikle Truffaut’nun Montag’ının işaret parmağıyla takip ettiği David Cooperfield’i (Charles Dickens) David Cooperfield’siz okumaya başlayalım. Basılı sözcükler karşısında acemi bir okuma olacaksa bu okuma, Montag gibi okuyacağız. Montag gibi okumalıyız.

Yazıyı adım adım dağıtarak “kitap kağıdının tutuşma sıcaklığı” anlamına gelen Fahrenheit 451’e yaklaşalım. Romanın ilk cümlesi: “Yakmak bir zevkti” (Bradbury, 2012, s. 23). Filmin ilk cümlesi: sivrisinek vızıltısını andıran, kitap yakmaya doğru yola çıkan ve gittikçe yaklaşan siren sesleri… Filmin ilk cümlesi aslında bu değil. Sesin dışında gördüğümüz her ne varsa -insanlar dahil- nafile. Nerede kalmıştık? Açıkçası kaldığımız bir yer yok ve ses daha biz ne olduğunu bile anlayamadan yaka(la)r. Demek ki Fahrenheit 451 farkına bile varmadan başlar…

Kağıdın tutuşma sıcaklığı, bütün işi kitap yakmak olan bir itfaiye teşkilâtının en güvenilir ve gelecek vaat eden üyesi Guy Montag’ın (Oskar Werner) hikâyesidir. Evlerde saklanan kitapları bulma ve derhal yakma konusunda onun üstüne yoktur. Montag’ın itaatkâr ve tekdüze yaşamı; kitap okuyan komşusu Clarisse (Julie Christie) ve bu tanışmanın neticesinde gizlice okumaya başladığı kitaplarla sarsılmaya başlar. Bir insan ve bir kitap Montag’ın dünyasını tümüyle değiştirir. Düşünmeyi tehlikeli bulan, kitap yakan bir yönetimin elinde hiç düşünmemek üzere “televizör” (televizyon) ile hipnotize edilen, gözlenen bir yaşamın saçmalığını fark eden Montag’daki bu değişim; karısı Linda’nın (romandaki ismiyle Mildred’ın), itfaiye şefi Beatty’nin (Cyril Cusack) ve itfaiye’nin adeta gözü kulağı olan Fabian’ın (Anton Diffring) dikkatinden kaçmaz. Montag okudukça göze batar. Sonunda Linda/Midred (Julie Christie) kitap okuduğu için kocasını ihbar eder. Yönetimin elinden kaçmayı başaran Montag, ormanda kendisi gibi kitapsever bir topluluğa “kitap insanlar”a katılır. “Aranan suçlu” belki de ilk kez yaşamaya başlar. Fahrenheit 451’in dünyasında kitapları kurtamanın yolu, gözlerden ıraktır.

Bradbury’nin romanı ve Truffaut’nun filmi benzerliklerinden çok farklılıklarıyla birbirlerini tamamlar. Truffaut, Bradbury’nin olmasını arzu ettiği ve filmde yer almadığı için oldukça hayıflandığı “mekanik tazı”ya yer vermemekle[1] oldukça isabetli bir karar vermişken –mekanik insan dururken “mekanik tazı”ya kim bakar?- Montag’ın “akıl hocası” Faber’i “unutarak” romanla film arasına aşılması güç bir fark katmıştır. En büyük benzerlikse gerek Bradbury’nin gerekse Truffautt’nun Fahrenheit 451’i bir bilimkurgu romanı/filmi gibi görmemeleridir.[2] Tarih boyu sansürlenen, yakılan, yok edilen kitapları (ve insanları) düşündüğümüzde Fahrenheit 451’in gelecek zamanda geçmediği iyice görülecektir. Bu aşamada o bir korku ütopyası[3] (distopya) da değildir. Ne de olsa “düşüncede(n) geçen bir yer” değildir Fahrenheit 451. O elinizi uzattığınız anda bulacağınız bir yerdir. Açık seçik sizin dünyanızdır bu. O zamansızlığının  tam da bu zaman olduğunu bilmek; can yakar. Fahrenheit 451 kitaptan önce kitap okuma yasağı ile insana dokunur, insanı yakar. Bunu anlayabilen bir Montag’ın gözlerinden bakarsak; ne görürüz? “Trende bir sürü insan vardı ve kitabı elinde tutuyordu. Budalaca bir fikir geldi aklına, eğer hızlı hızlı ve tümünü okursa belki biraz kum elekte [italik eklenmiştir-B.C] kalabilecekti. Fakat o okudu ve sözcükler döküldü gitti” (Bradbury, 2012, s. 120).

Sözcükler döküledursun biz isimlere bir göz atalım: Gerçekte bir kağıt firmasının adı olan Montag ile bir kalem firmasının adı olan Faber (Bkz. Faber Castell) Bradbury’nin kalemine Bradbury’den habersiz yerleşen isimlerdir[4]. Başka bir deyişle, “bilinçdışı” kağıt (Montag) ile kalemi (Faber) kağıdın tutuşma sıcaklığında biraraya getirerek yazara oyununu oynar. Şimdilik Faber’den söz etmeden kağıt ve kalemi mimlemekle yetinelim. Sözün geldiği nokta, romandan beyazperdeye aktarılan her uyarlamanın hepimizin bildiği görece “eksikliği” üzerinde hiç durmayacaktır. Bradbury ve Truffaut’da biraraya gelen, her an birbirine benzemeye yüz tutacak farkları, Beatty’ninki gibi sizleri kolaçan eden gözlerle değil; el yordamıyla dolaşacağız. İşte göz göre göre görmeden Fahrenheit 451’te dolaşmak diye buna denir. Metnin ayrılma çizgisi gözde değil eldedir. Bu yazı elden geldiği kadar hem Fahrenheit 451’i hem de yazının üstündeki “Barthes eli”ni imlemeye yarayacaktır. Dikkatimizi elin yazısına çeken Roland Barthes’a göre “yazı, her zaman harekete ilişkindir (…) dokunmaya bağlıdır, sese değil” (2007, s. 76). Bu ayrımdan biraz ayrılarak el yordamıyla seslenelim: Daha düşmediniz mi?

Siz düşedurun biz yazının el üstündeki yolunu, mil sözcüğüyle çevirerek kelime oyunlarına yaklaşalım, göreceksiniz kelime oyunu demek; Beatty için “içi boş”, anlaşılmaz sözler söylemektir ve Beatty’i kızdırmak her zaman işe yarar. Yazının acıması yok, yolculuğumuzu bu sözcükle ele geçiriyoruz ve elde, mil dedikleri “türlü işlerde kullanılmak için yapılan ince ve uzun metal çubuk” var. “Göze sürme çekmek” ya da “kör etmek” (birinin gözlerine mil çekmek) için kullanılan; “yer yer uzunluğu değişen bir uzaklık ölçü birimi” anlamına da gelen mil (Bkz. Türkçe Sözlük, 1988) buz gibi soğuk. Bu soğukluğu Beatty’nin sahte sıcaklığına, kitaplardan yayılan ateşe ısınmak için ellerini uzatışına yaklaştırırken Anatole France’dan bir alıntı yapıyoruz: “İnsanların düşüncesine özellikle bir şey cazibe verir: o da endişe. Tasa nedir bilmeyen bir kafa beni kızdırır ve sıkar” (aktaran Gide, 1962, s. 74).  Beatty ne dese beğenirsiniz?  “Bir adama birkaç dize şiir ver, sonunda kendini yaratılmışların Efendisi sansın” (Bradbury, 2012, s. 175). Sözün bir şiir olmadığını anlatsak mı? Bu sözler, Montag için bizim için değil; bizim sözlerimizse Beatty için, henüz uyanmakta olan Montag için değil.

Duyduğunuz gibi Beatty’i zaman zaman dağlayacağız. Ne de olsa o ve onun gibiler olmasaydı Fahrenheit 451 diye bir şey olmazdı. Yürürken adımlarınıza dikkat edin, hemen semenderin başındakileri suçlamamızı da el yordamıyla hareket etmemize  verin. Yolun tam da bu yerinde peki tanıklara ne demeli, diye sormanız gerekir. Haklısınız, Montag kaçarken onu ihbar etmek için evlerinin pencelerine, kapılarına koşmalarını, hep birlikte sokağa bakmalarını isteyen o anonsa kulak veren, yüzleri seçilmeyecek uzaklıkta gösterilen (Bkz. Truffaut, 1966)  insanlar için de bir şeyler söylemek gerekir. Yazıya söz verdirmek gerekirse, müsterih olunuz, zamanı geldiğinde bu yüzsüz sessizlik de yazı içinde veya dışında bir yer bulacaktır kendine.

Mili ve siren seslerini elden düşürmeden henüz yazılmamış o sayfaya geçelim. Montag, büyük değişiminin öncesinde acemi itfaiyecilere bir kitap nasıl bulunur hakkında ders verirken yazısız sayfalarla dolu ciltli kitaplara uzanır. Boş sayfa Montag’dan farksızdır. Oskar Werner’in “Montag yüzü” ifadeden alabildiğine yoksun bir yüzdür. Ne düşüneceğini bilmediği gibi ne hissetmesi gerektiğini de bilmez. Yüz kendinde değildir. İtfaiye şefi Beatty’nin (Cyril Cusack) dediği gibi az konuşur Montag ve amiri Montag’a gün gelirde iş dışında sevdiği tek iş olan çimenleri biçmek yasaklanırsa ne yapacağını sorduğunda Montag’ın çimenlerin büyümesini izlemekle yetineceğini söylemesi; o hazırcevaplık, o inanması güç ama garip bir biçimde vurdumduymaz itaatkârlık Beatty’i gülümsetirken (Bkz. Truffaut, 1966), bizi düşündürür.

Yüzde buz tutan bu gülümseyişe baka baka Montag’ın hikâyesini sayfa sayfa tutuşturmaya geldi sıra… Fahrenheit 451, değişmez bir imgeyi “siyah kelebeği, yanıp kül olan bir kitabın aldığı şekli” düşünceye çarpmak demektir. Bu imge alev seyri izlercesine yayılır yayılır ve geride hiçbir düşünce bırakmaz. Kitapların yanışı; çarpmanın etkisiyle hareketsizleştirir; yeri ve zamanı yer bitirir. Yer: Yok. Zaman: Doldu.  Bunu daha önce de gördük, bunu şimdi görüyoruz ve bunu ileride yine mi göreceğiz? Bu imgeyi söndürmek kolay değil. Clarisse’in henüz yer vermediğimiz “meraklı” sorularını, Montag’ın bozulmak için neyseki tetikte bekleyen o sessizliğini, Beatty’nin dalgın ve ruhsuz gülümseyişini bulduk. Düşünceden toplayabildiklerimiz şimdilik bu kadar. Bu dağınıklığın elinden tutarak bir yol seçmeli… Beatty’nin Montag’a söylediği neydi?

Otur, Montag. Seyret. Bir çiçeğin yaprakları gibi ince. İlk sayfayı yak, ikinci sayfayı yak. Her biri, siyah bir kelebeğe dönüşecek. Güzel, değil mi? Üçüncü  sayfayı ikinciden tutuştur ve böylece gitsin, zincirleme  duman, bölümden bölüme, sözcüklerin ifade ettiği tüm aptal şeyler, tüm sahte vaatler, tüm elden düşme fikirler ve zaman aşımına uğramış felsefeler (Bradbury, 2012, s. 118).

Bu dağınıklığın elinden tutarak diyoruz ki:  Ne zaman Fahrenheit 451, fasikül fasikül yazıküllere açılır işte o zaman o alevden imge dağılır…  Kehanette bulunur gibi bir edayla, sayfa üstünde parmakları gezdirerek, sirenin aksine sirensiz bir sesle… Millerce yol almalı yazıküller… Bu hali yazıda görünce tam olarak ne düşünürsünüz bilemeyiz, yoksa bilebilir miyiz? Yaklaşın, ses verin ve aklınızı yazıyı kül edercesine üzerinize gelen o imgeden koruyun.

 

Yazıkül I.  Alev Alev~Kar~ Kitabın Sonu

                                                                                                                                                                                                                                      Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

(Adorno, 2012, s.43)

Başlığı biraz aralamak gerekir, söz yerini bulsun diye. Romanın son bölümünün başlığı “Alev Alev”, filmin sonunda kar yağıyor ve ateşin soğukluğu karın sıcaklığıyla eriyor. Aklımızın bir köşesinde kitap okuma yasağı var. Yana yakıla karın her şeyi değiştirip değiştiremeyeceğine bakıyoruz. Kar yeni bir başlangıcın üzerine yağıyor, kitapları saklayarak okuyan insanların yerini, dolaşarak kitapları ezberleyen insanlar alıyor. Bu görüntüyü dikkate alarak hem Truffaut’nun hem de “yeniden yapmanın bir zamanı [var]” (2012, s. 238) diyen Bradbury’nin  Fahrenheit 451’e “umutlu bir son” yazdıklarını söyleyebilir miyiz? Bu noktada genel kabul görecek bir cevabı Hakan Bıçakçı’nın sözlerinde buluyoruz: “diğer klasik distopyalardan farklı olarak Fahrenheit 451’in sonu umutludur. Bu pozitif final de, aslında söz konusu negatif-ütopyanın `karizmasını çizmektedir`” (Bıçakçı, 2014). İşte bu yazının ilk büyük itirazını bu cevabın vaadettiği umuda şüpheyle bakmak oluşturmaktadır. Fahrenheit 451’de umut diye bir şey yoktur.

Sevdiğiniz herhangi bir kitabı kitaplığınızdan çekip alın, çaresizce onu yoketmek isteyenlerden önce sizin kitabı imhâ etmek zorunda olduğunuzu bir düşünün. Kitabınızı yok etmeden önce oturup onun her bir satırını hiçbir tahrifata yol açmamak adına eksiksiz bir biçimde ezberlemeye çalıştığınızı gözlerinizin önüne bir getirin. Büsbütün içinizi karartmamak için iyimserliğe göz kırpalım ve kitabı şaşılacak bir hızla ezberlediğinizi varsayalım. Arada bir iki cümle hariç hiç takılmadan ezber geçtiğinizi de gördük. Aferin.  Günden güne o ezberi zihninizde sürekli tekrar ederek kuvvetlendireceksiniz. Buna eminiz. Bir an için kendimizi size vaaz veren “televizör” gibi hissettik ama olsun.  Metni kısa sürede o kadar mükemmel bir şekilde ezberlediniz ki; artık biliyoruz onu unutmanız bundan böyle mümkün değil. O, emin olun orada, zihninizin bir köşesinde saklanıyor, siz ilk cümleyi söyleyene kadar varlığını fark etmeyeceksiniz bile. Yaşamınız süresince o kitap -hafızanıza kuvvet- güvendedir. “Kitap insanların” dediği gibi nefes alıp veren bir kitap olduğunuzun -siz söylemediğiniz sürece- bilinmesi de mümkün değil. Soruya geri dönersek, umut bunun neresindedir? Bir kitap, dile getirilmemiş bir sözde mi yazılmıştır yoksa sözden çıkma bir yazıda mıdır? Bu soruya verdiğiniz yanıtta göreceğiniz gibi Fahrenheit 451 umudu süresiz olarak erteleyen bir karamsarlığa yol açar. Yazı yazılmayacak; hiç olmadığı bir şey haline –ağızdan dökülen söz haline- getirilecektir. Yazı(nın)kül(ü), yazıdan geriye kalan ne varsa, artık sözdedir.

Fahrenheit 451’in kitabı hafızada tutma çabası; sözlü kültür ile yazılı kültürü karşılaştıran ve söz ile yazının farkı üzerinde dikkatle düşünmemizi sağlayan Walter Ong’u ilk defa okuduğumuz ana yazıyı geri götürmektedir. Ong’u okuduktan sonra bellekte tutmak için yazılmayan, yazı için yazılan bir yazının sözde nasıl yaşayacağı problemiyle karşı karşıya kalırız. Sözlü kültürde bir düşüncenin insan aklında yer tutmasının yolunun “anımsanabilir şeyler [düşünmekten]”(Ong, 1999, s. 49) geçtiğini göz önünde bulundurursak; Hermann Broch’un anımsaması hiç de kolay olmayan, yazının diline / yazıya ait Vergilius’un Ölümü’nü (2012) ezberlemeye çalıştığınızı bir düşünün. Başarsanız bile –ki bunu böyle söylerken aslında başaracağınıza eminiz- sadece Vergilius’un Ölümü olarak kalmaktan başka şansınız yoktur. Başka bir deyişle, bir insan demek bundan böyle tam tamına dört yüz yetmiş dokuz sayfa demektir. Bir kitaba sığan bir insan inanılmaz gelirse, filmin sonlarına doğru Montag’a kendini tanıtan ve her biri yalnızca bir kitap olan “kitap insanları” düşünün ya da Jane Austen’in iki ciltlik Gurur ve Önyargı’sını kendi aralarında birinci cilt ikinci cilt diye paylaşan ikiz kitapseverlere bir bakın (Bkz. Truffaut, 1966).

Ong’un detaylı bir incelemeyle bizlere gösterdiği sözlü gelenekten kaynaklanan düşünce ve anlatımın özellikleri (1999, s. 52-75) Fahrenheit 451’deki “ezberlenmek zorunda olan kitap”lar meselesini açmaya oldukça elverişlidir. Nihayetinde yazı, söz değildir ve bu noktada iki örnek üzerinde özellikle durmak gerekir. İlk örnek: “Söz daha ağızdan çıkarken yokluğa karıştığı için, zihnin dışında başka bir yere geri dönülemez” (Ong, 1999, s. 56). Ne dediğini bir hatırla. Bu hatırlamanın üstüne senden bir de  Vergilius’un ikinci bölümü “Ateş-Çöküş”ten hatırlama ile ilgili bir cümle istesem, seçtiğin/seçtiğim o cümleyi zihninin derinliklerinde bulabilir misin? “(…) hatırlamanın mı dilden, yoksa dilin mi hatırlamadan kaynaklandığının belli olmadığı, sadece dile ait olan o ânlar! (…)” (Broch, 2012, s. 75). Broch hiç de söze göre yazmıyor, değil mi?

İkinci örnek: Metin yani yazı, “hatırlama yükünü hafifletmiş ve böylece zihnin yeni düşüncelere yönelmesini sağlamıştır” (Havelock’dan aktaran Ong, 1999, s. 58). Eksiksiz ezberin ağırlığıyla yeni düşüncelere kolayca yönelemeyecek bir zihin, Derrida’nın “yazı ve mitin akrabalığı”na ilişkin tespitine şöyle bir uğramamıza olanak vermektedir. “Bilmeden tekrar ederek, yani bir mitle başlanır yazının tanımına (…) Yazının bilmeden tekrar etmekten ibaret olduğunu bilmeden tekrar ettikten sonra” (Derrida, 2012, s. 25) yazıyı söze çevirmenin, yani Fahrenheit 451’deki ezberin de bilmeden tekrar etmekte olduğunu düşünebiliriz. O halde kitabı ezberden okumak yine de bir yazı olabilir mi?

Sorudan Derrida’nın kitap ile yazıyı birbirinden nasıl ayırdığını tekrar ederek kaçabiliriz: “Her zaman doğal bir bütünlüğe gönderme yapan kitap idesi, yazının anlamına temelden yabancıdır. Yazının kırıcılığına karşı, aforizma üretici enerjisine karşı ve (…) genel olarak `ayrıma` (différence) karşı, teoloji ve logosantrizmin ansiklopedik korunma aracıdır” (Derrida, 2010, s. 30). Yazıyı ister sesli istersek de zihinden okuyalım işimiz zordur. “Kitap idesi”ne gelince haklısınız, o kitabın bu kitapla her zaman ve her yerde bir ilgisi yoktur.

Kitapları kitabın geleceği için terk etmek; Fahrenheit 451’in sonuna işaret etmektedir. Yazının tanrısı Theuth’un yazıyı krala sunduktan sonra Derrida’nın deyişiyle, “sözün babası olan” Kralın sözlerini gözlerinizin önüne getirin: “O halde sen bellek için değil, hatırlatma için bir deva buldun”  (Platon’dan aktaran Derrida, 2012, s. 55). Yazıyı yermek için söylenen ne varsa bunların aslında yazıya birer övgü olduğunu biz Derrida’dan öğrendik; hatırlamanın bu kadar üzerinde durduktan sonra bir kitabı unutmanın ne demek olduğunu da Andre Gide’in Seçme Yazılar’nda gördük:

Falan kitabı okudum; okuduktan sonra kapattım; sonra kitaplığımın şu rafına tekrar koydum, -ama bu kitapta unutamayacağım bir söz vardı. Bu söz, içimde o kadar derinlere indi ki artık onu kendimden ayırdedemiyorum. Artık, ben onu bilmeden önceki adam değilim. –Bu sözü, okuduğum kitabı unutsam, ancak şöyle böyle hatırlasam… ne çıkar! Ben artık onu okumadan önceki adam olamam. – Onun bu gücünü nasıl izah etmeli? (Gide, 1962, s. 22).

Gide’den hareketle denilebilir ki kitaplar, hatırlamada değil; bizi bambaşka biri haline getiren o unutuş’tadır. “Unuttuğum için okuyorum” (Barthes, 2006, s. 22). Okunmayacak demek; aynı zamanda bundan böyle yazılmayacak demektir. Kitap okumamak yazmamaya varır. Tersine çevirirsek; “okumak yazmaktır” (Derrida, 2012, s. 13).

Hatırlamanın ağırlığı ve unutmanın hafifliğiyle Okumanın Tarihi’nde Manguel’e on ya da on bir yaşındayken okuyacak kitap bulamadığında ezberlediği şiirlerin kendisine arkadaşlık edeceğini söyleyen öğretmenine kulak verelim. Öğretmen, öğrencisine bu tavsiyeden sonra Sachsenhausen’de katledilen babasının, çoğu klasiği ezberden bilen bir bilgin olduğunu; temerküz kampında kaldığı süre içinde kendini diğer mahkûmlara okunacak bir kitaplık gibi nasıl sunduğunu anlatır. Manguel bu kitaplık haline geliş karşısında “yaşlı adamı, o karanlık, umutsuz ve kurtuluşu olmayan yerde bir Vergilius ya da Euripides istendiğinde, belleğinden istenilen sayfayı açarak, kitapları olmayan dinleyicilerine eski sözleri seslendirirken düşledim” (2007, s. 85) diye yazar.

Vergilius’ün Ölümü’nü Fahrenheit 451’i okumadan önce ve Fahrenheit 451’i izledikten sonra okuduğumuz için iş, bir kitabı hatırlamaya gelince bunun nasıl da ağır bir yük olacağını anlatmak için sürekli aklımıza gelişi, Manguel’in yazısında Vergilius’ün Ölümü ile değilse de şair Vergilius’le karşılaşmamız; hatırlamanın bundan böyle Vergilius’ten ayrılmasını epey zorlaştıracak. Unutmanın hafifliğine geçmeden önce yine aynı sayfada  kendini bir kitaplık gibi dinleyicilerine sunan yaşlı adamla ilgili olarak Manguel’in Fahrenheit 451’den söz ettiği yeri de aynı Vergilius şaşkınlığıyla kayıtlara geçirmeli:

Yıllar sonra onun, Bradbury’nin Fahrenheit 451 adlı yapıtının gezgin kitap kurtarıcılarından biri olarak ölümsüzleştiğini fark edecektim. Okunan ve anımsanan bir metin, onu özgürlüğüne kavuşturan yeniden okumada, seneler önce ezberlediğim şiirdeki donmuş göle benziyor. Kara kadar sağlam ve okurun geçişine dayanıklı; aynı zamanda da akıldaki varlığı suya yazılmış harfler kadar uçucu ve güvenilmez (Manguel, 2007, s. 85).

Bir kitabı korumak için hafızaya çok da güvenilemeyeceğini, hafızadan dile geçen kitabı er ya da geç unutmakta kararlı o endişeyi Manguel’in de taşıdığını okumak; sizce de Fahrenheit 451’in sonunu bir hayli karamsar hale getirmez mi? Suya yazılmış harflerle ilgili olarak, filmin sonlarına doğru yaşlı adamın sözlerini ezberleyerek kitabı devralmaya hazırlanan genç okurun, ilk basımının gözleri henüz kapanmaktayken güçlükle son satırları eksiksiz ve yanlışsız hatırlamaya çalışması, kesintisiz sözde bir an için duraklaması, unutuşun yazıyı tedirgin eden o eli kulağında bekleyişine en güzel örnektir.

Fahrenheit 451’de unutuşu es geçmek için, okumayı, hız kesmekle birlikte düşünen Paul Virilio’ya kulak verelim: “Okuma zamanı, düşünmek için gereken zamanı, dolayısıyla kitlenin dinamik etkinliğini bozan bir yavaşlamayı içinde taşır” (1998, s. 11). Acelemiz var ama yavaşlamalıyız. Yok etmeye gelenlerin karşısında durmalıyız / okumalıyız. Düşünmeli, (durmalı),  Sözcükleri hatırlamalı (durmalı). Geliyorlar (dur-mayın!).

İtfaiye şefi Beatty’nin Montag’ın evine, Montag’la birlikte baskın yapmaya gelişiyle başlayan romanın son bölümüne geri dönelim. Beatty unutkanlığının hatırlattığına göre “Alev Alev” başlığı hariç son bölüme başlamamıştık bile. Hatırlıyoruz: Beatty’nin sözlerine, Ikarus’un kanatlarına yapılan o göndermeye, Montag bir cevap vermez: “Sonunda başardın. Bizim Montag güneşe yakın uçmaya çalıştı, fakat şimdi lanet kanatlarını yaktı ve nedenini merak ediyor” (Bradbury, 2012, s. 169).

Beatty demek “kitapların söyleyecek hiç bir şeyi yok” (Truffaut, 1966) sözünün türlü türlü tekrarı demektir. Beatty diyorduk, hâlâ onun dalgınlığıyla yazıyoruz. Beatty, “ateşi bu kadar sevimli yapan nedir? Hangi yaşta olursak olalım, bizi ona çeken nedir?” (Bradbury, 2012, s. 171) diye sorduğunda Montag’dan yine bir cevap gelmeyecektir. İtfaiyeci için artık tek cevap Beatty’den nasıl kaçılır sorusuna alev püskürtücüsüyle verilen cevaptır. Montag Beatty’i yakar  ve kaçar. Sesin ağzıyla: Montag kaçıyor ve yakalandı.  Ses yalan söylüyor: Montag aslında kaçtı, televizyonda kendi kaçısını ve yakalanışını izledi. Böylelikle sistemin elinden kaçmasına, yakalanamasa bile asla izin verilmeyeceğini şaşkınlıkla izledi, “değil mi Linda?” (krş. “televizör’ün oyunu”, Truffaut, 1966).

Yazıkül II.  Semender~Semaver

                                                                                                                                                                                                                                Durgun sulardan, zehirden başka bir şey umma.

                                                                                                                                                                                                                                                                       (Blake, 2006, s. 32).

 

Fahrenheit 451’de siyah kelebekten sonra en dikkat çekici imge “semender”dir. İtfayecilerin üniformalarının üzerindeki altın yaldızlı bir sembol, yangın çıkartmaya yarayan,  Bradbury’nin deyişiyle, “koca makina” (2012, s. 179),  kitap yakmaya hazırlanış seremonisi ve böylelikle tüm o hiçliği kuşatan herşey olmakla semender, Fahrenheit 451 karanlığını bir sözcükle anlatmaya varır. Yanlış bir okumanın ısrarıyla onu semaver sözcüğüyle karıştırırken, semenderin hem “ateşte yanmadığına hatta ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevi bir hayvan” hem de “semendergillerden, uzun gövdeli, dört bacaklı, kuyruklu, kertenkeleye benzeyen, birçok türü bulunan [gerçek] bir hayvan” (Bkz. Türkçe Sözlük, 1988) olduğunu bilmek, neye yarar?

Semenderi yavaşça demleyerek  adeta siyah kelebek gibi herşeyi ve herkesi kuşatan bu imgenin fazla söze yer bırakmadığının altını çizmek gerekir, diyelim ve hemen o bitimsiz “okumak ve dolayısıyla yazmak yasaktır” cümlesine geri dönelim. Montag’ın kitap okumaya başlamadan önce akşamları gazete niyetine okuduğu önlü arkalı dört sayfadan oluşan resimli ve yazısız çizgi romanı ve işe giderken taşıdığı o evrak çantasının tuhaflığını düşünürsek -öyle ya Montag yazı olmadan neyin kaydını tutabilir, yazı yerine neyi taşıyabilir? Bu sorulara  mümkünse “ne olacak? Öğle yemeğini…” diye düşünmeden cevap verin- bu yazısızlıkta itfaiye teşkilatının tuttuğu dosyalarda bile kaçakların “daire”, yakalananların da “daire içinde bir üçgen”le damgalandığı profilden ve cepheden çekilmiş, sağ üst köşesi üçgenli ya da daireli fotoğraf yığınından başka bir şey bulmak mümkün değildir. Yazı gizli dosyada bile saklanmaz. Truffaut’nun bu boşluğa kattığı ironi, Montag’ın terfi beklediği sıralarda “iyi hal dosyası”ndaki onca fotoğrafının içinde enseden çekilmiş fotoğrafı bile varken Beatty’nin dosyadaki eksiklerin tamamlanması için Montag’dan altı fotoğraf daha istemesidir (Truffaut, 1966). Eksik olan yazı, Fahrenheit 451’de sanki hiç eksik değildir. Okuma yasağının aslında yazı yasağı olduğunun en çok hissedildiği yer de evrak dosyalarıdır. Yazıyı damgalanılan dosyada bile bulamamak ve onu ısrarla aramak sadece yazının yokluğunu devam ettirir. Yazı bir anda yasağını/ okumayı bulunmadığı yerde aramak haline gelir.

Semaveri yani semenderi ya da tam tersini kaynatmaya devam edelim. “Topluma karşı işlenen suç”u imha etmekle görevli itfaiye teşkilatı, Beatty’nin sözleriyle ifade edersek, “mutlu olmanın tek yolunun herkesi eşitlemekten” (Truffaut, 1966) geçtiğini bize göstermektedir. Hiçbir şey bilmemekte birleşecek bir eşitlik; öncelikle insanca yaşamaya ve eşitlik ilkesine dair bildiğimiz ne varsa alaşağı etmektedir. Biz böylesi bir eşitliği ne zaman istedik ki? Beatty’nin eşitlik savunusu eşitlikle alay eder. Bu noktada itfaiye şefinin  düşünce seyrinde hepimizin birbirimize benzememiz gerektiği sonucuna nasıl vardığını biraz açmamız gerekir. Beatty’nin olgunlaşmamış düşüncesi, Manguel’in Okumanın Tarihi’nde Borges’in bir anısıyla oldukça çarpıcı bir biçimde bizlere aktardığı “yaşam ile okuma arasındaki yapay ikiliğe” (2007, s. 37) yaslanmaktadır. İtfaiye şefinin ham düşüncelerinde gezinirken  her şeye rağmen umut edecek bir şeyler aramamız gerekirse, “okumak yasaktır” yazıküllerinin yazdıkça Okumanın Tarihi’ne çarpmasının Beatty’i deli edecek bir yineleme olacağını söyleyebiliriz:

Borges bir defasında, 1950 yılında Peron tarafından entellektüellere karşı düzenlenen popülist bir gösteride göstericilerin, “Ayakkabıya evet -Kitaba hayır!” diye bağırdıklarını anlatmıştı. (…) Gerçek (…) kitapların o uzaklaştırıcı, düş dünyası ile çözümlenemez bir çatışma içinde görülüyordu. Yaşam ile okuma arasındaki yapay ikilik iktidarda olanlar tarafından bu gerekçe ile ve her defasında da artan bir çabayla hep körüklenmiştir. Halkçı rejimler unutmamızı isterler ve bunun sonucu olarak da kitapları gereksiz bir lüks olarak nitelerler; totaliter rejimler düşünmemizi istemez, bu nedenle de yasaklar çıkartır, gözdağı verir, ya da her ikisini birden yaparlar, çoğunlukla aptal olmamızı ve uysalca aşağılanmayı kabullenmemizi isterler (…) Böyle koşullar altında okurun aykırı olması kaçınılmazdır (Manguel, 2007, ss. 36-37).

Manguel’in sözleri Beatty’nin kitaplara karşı nefretini açıklar niteliktedir. Fahrenheit 451’de olup bitenler her zamanki gibi geçmişimizin izlerini taşımaktadır. Bradbury’nin detaya girmeden anlattığı “gereksiz kitaplar”; türler halinde Beatty’nin sözlerinden ve Truffaut’nun kamerasından şu şekilde fırlarlar: Beatty gizli kütüphaneyi keşfettikten sonra Montag’ı az sonra yok edilecek kitapların yanına çağrırır, “kitapların söyleyecek hiç bir şeyi yok” anafikri şu örneklere açılır:

“Roman: Asla varolmayan insanlar hakkında”dır. Beatty’nin vardığı muhtemel sonuç: Gerçek olmayan bir şeyi okumak ne işe yarar? “Felsefe: Romanlardan daha kötüdürler. Tek söylediği sadece ben haklıyım. Geri kalan herkes aptal”. Beatty’nin vardığı muhtemel sonuç: Yeterince açık öyle değil mi? “Biyografi: Ölülerin hikâyeleri” Beatty’nin vardığı muhtemel sonuç: Yaşamla ilgisi olmayan bir şeyi neden okuyalım? “Otobiyografi: Kendi kibrini ortaya koymak, farklılığını ortaya koymaktır.”[5] Beatty’nin vardığı muhtemel sonuç: Hepimiz aynı insan olursak, olmazsa  birbirimizden farkımız, topyekûn bir eşitliğe varırız. Yazının vardığı muhtemel sonuç: Anonsta bir parazit olmak… Ele geçmez yazı karşısında Beatty tıpkı okumaya cüret eden itfaiye erlerini azarladığı gibi yazıyı azarlayabilir mi? Durup düşünelim bakalım…

İtfaiye şefinin hız kesmeden bu sonuçları yeterince idrak edememişiz gibi Montag’a iki kitap daha göstermesine ne demeli? İlk olarak Aristoteles’in Ahlâk Anlayışı’nı eline alan Beatty der ki: “Bunu okuyan herkes kendini okumayandan üstün görecek. Bu hiç iyi bir şey değil Montag. Hepimiz birbirimize benzemeliyiz” (Truffaut, 1966). Bu düşünceden hareketle kitap yakma işi öyle ileri götürülür ki “tüm kitapları yakmalıyız” diyen Beatty’nin elinde bizlere gösterilen son kitap Hitler’in Mein Kampf (Kavgam)ıdır. Son kitap; tam da Beatty’nin dünyasına yakışan bir kitap bile olsa yakılmalıdır. Truffaut’nun Kavgam’ın elinden tutmuş, müstehzi bir biçimde Montag’a gülümseyen Beatty ile bize gösterdiği şudur: Fahrenheit 451’in totaliter rejimi öyle bir noktaya gelmiştir ki artık totaliterperver yayına bile ihtiyaç yoktur.

Yazının ve okumanın tarihi dikkatle incelendiğinde Bradbury’nin “kitap okuyan insan”da totaliter rejimi tehdit eden bir anarşist bulmasından daha doğal bir şey yoktur. Kitapların sözümona cansızlığı, Manguel’den hareketle ayrımına daha çok vardığımız yaşam ve okuma arasında kurulmaya çalışılan o “yapay ikilik”; okumanın baskıcı hükümetlere verdiği korkuya uzanmakla birlikte sadece bununla sınırlı kalmaz:

Okumadan korkan yalnızca baskıcı hükümetler değildir. Okurlar, okul bahçelerinde ve soyunma odalarında da, devlet daireleri ve hapishanelerdeki kadar horlanırlar. Okurlar topluluğu  hemen her yerde, kazandıkları otoritelerine ve görünür güçlerine dayalı, şüpheli bir nam salmıştır. Bir okur ve kitap arasındaki ilişki bilge ve üretken olarak tanınır ama aynı zamanda da özel ve başkalarından ayırıcı olarak nitelenir (Manguel, 2007, s. 36).

Montag kaçarken polisin ne dediğini tekrar hatırlayın: “Polis, Elm Terrace bölgesinin bütün halkından şunları yapmasını istemektedir. Bütün sokaklarda  her bir evde oturan herkes, ön veya arka kapınızı açın veya pencerelerinizden dışarı bakın. Eğer bir dakika sonra herkes evinden dışarıya bakarsa, kaçak artık kaçamaz. Hazır mıyız?” (Bradbury, 2012, s. 202-203). Bu çağrının karşısında ne demeli? Montag’ın sözleriyle, “tabii ki! Neden bunu daha önce yapmamışlardı! Neden bunca yıl boyunca bu oyun denenmemişti! Herkes ayağa, herkes dışarı! Gözden kaçırmalarına imkan yoktu. Şehrin karanlığında koşan tek adam! Ayaklarını deneyen tek adam!” (2012, s. 203). Hep birlikte hareket etme çağrısının, tüm halkın Montag’ın karşısında tek göz olmasına dönüşüvermesi,  Beatty’nin eşitliği gibi, Fahrenheit 451 dediğimizin birlikte hareket etmeyi, sokağa çıkmayı direnişe değil; boyun eğişe çevirmesi dikkate değerdir. Yekvücut bir gözün Montag’ı ayaklar altına almaya çalışmasının karşısında Montag için “ayakları denemekten” başka çare yoktur. Açıkça görüleceği gibi semenderin etrafındaki tüm sözcüklere bir haller olmuştur.

Yazıkülü son kez kaynattığımız yer Yazının Sıfır Derecesi (Barthes, 2009) olsun. Barthes okumak; semender’i soğumaya bırakmak ve Beatty’den biraz uzaklaşmak için yazıküle verilmiş bir fırsattır. Yazı ve söz arasındaki ayrılıktan, yazının aykırılığından beslenen Barthes’a göre yazı, “her zaman dilin ötesinde köklenmiştir, bir çizgi gibi değil, bir tohum gibi gelişir, bir öz ortaya koyar ve bir gizle tehdit eder, bir karşı-iletişimdir, korkutur (…) Yazının dibinde, dile yabancı bir `durum` vardır” (2009, s. 25). Bu aykırılık sıfır dereceye nasıl ulaşır? “Dilin belirtili bir düzenine şu ya da bu biçimde tutsak olmaktan kurtulmuş bir ak[6] yazı yaratmak (…) sıfır derecede yazı gerçekte bildirme kipinde ya da, isterseniz, kip-dışı bir yazıdır” (Barthes, 2009, s. 59). Barthes eliyle ateşten uzak, yeni, yansız yazının çığlıklar ve yargılar ortasında yer alırken onların hiçbirine katılmadığını onların yokluklarından oluştuğunu bu yokluğun tam olduğunu hiçbir sığınak ve hiçbir giz içermediğini böylelikle bu yazının duyarsız bir yazı değil de daha çok suçsuz bir yazı olduğunu (2009, s. 59) öğreniriz. Beatty bu durumda kızmayıp da ne yapsın sayın seyirciler?

 

Yazıkül III. Sallanan Sandalye ~ Bir Zamanlar Konuşma

                                                                                                                                                                                                                                             (…) konuşmadığında buyurgandı (…)

                                                                                                                                                                                                                                                                   (Blanchot, 2008, s. 5)

 

Kitap okuma yasağı yazı yasağının yanısıra başka bir yasağa daha işaret eder: Konuşmak da yasaktır. Okumanın “bir tür konuşma yöntemi” (Manguel, 2007, s. 65) olduğunu bildiğimiz için bu yasağa çok da şaşırmamak gerekir. Üstelik konuşmanın düşündürmesi an meselesidir. Bradbury’nin romanında insanların oturup konuşacakları bir yerin -verandanın- yokluğu bu yasak yüzündendir. Montag cadde boyunca önleri dümdüz evlerin önünden geçerken Clarisse ile bir konuşmasını anımsar. Söz etmeyi unuttuk, şimdi yazalım, Montag bir süredir Clarisse ile konuştuğu için etrafında olup bitenlere farklı bir gözle bakmaya başlar:

Neydi o, bir öğleden sonra Clarisse, bir şey demişti? “Ön verandaları yok. Amcam eskiden olduğunu söylüyor. İnsanlar bazen geceleri orada otururlar, istedikleri zaman konuşurlar, sallanırlar, konuşmak istemedikleri zaman konuşmazlarmış. Bazen sadece orada otururlar ve bir şeyleri evirip çevirip düşünürlermiş. Amcam güzel olmadıklarından mimarların verandalardan kurtulduklarını söylüyor. Fakat amcam bunun bahane olduğunu; gizli kalan asıl nedenin belki de insanların öyle oturup, hiç bir şey yapmadan, sallanıp konuşmalarını istememeleri, yani bunun yanlış bir tür sosyal yaşam olduğunu söylüyor. İnsanlar çok fazla konuşuyorlardı. Ve düşünmek için çok zamanları vardı. Böylece verandaları kapıp koyverdiler. Ve bahçeleri de. Gezilip, oturulacak çok fazla bahçe yok artık. Ve mobilyalara bak artık sallanan sandalyeler yok. Onlar çok rahattı. Kaldır insanları ve çevrede koşuştur (Bradbury, 2012, s. 102).

Semenderin varlığında sokakları alabildiğine boşaltmak, insanları “asosyal” yaptığı gerekçesiyle yasaklanan kitapların yanına başka türlü bir asosyalliği yerleştirmek; insanları verandalarda oturup sohbet edenler değil de ekran karşısındaki Linda’lara çevirmek, tüm bu “stratejiler” mevcut sistemin hayatın her alanını topyekûn bir düzenlemeye tabi tuttuğunu göstermektedir. Truffaut’da “konuşmanın” nerede anımsandığına da bir bakalım: Clarisse, evlerine yapılan baskın sırasında kaçtıktan sonra amcasının arakadaşlarının isim ve adreslerinin yazılı olduğu kağıtları bulmak ve onları yok etmek için Montag’la birlikte evine geri döner. Genç kız, gizlice girdikleri evde bodrumun bir köşesinde tozlanmaktan bir hâl olmuş sallanan sandalyeyi Montag’a gösterdiğinde bir zamanlar konuşmanın nasıl olduğu anlaşılır (Bkz. Truffaut, 1966).

Montag’ın sallanan sandalyenin ne olduğunu bilmemesi aslında konuşmanın ne olduğunu bilmediğini gözler önüne sermektedir. Clarisse’le ilk karşılaşmalarından sonra hiç sorgulamadan yaşadığı ne varsa herşeye ve herkese dair sorulacak bir şeylerin olduğunu görebilmesi Montag’ı yavaş da olsa mutlak bir suskunluktan uyandırır. Konuşma, Montag uyanana dek “bir zamanlar konuşma” dır ve bu yokluk en çok trendeki yolculardan bellidir. Onların birbirlerine değil, varolmayan ufuklara baktığını, aynadaki yansımalarını öpecek kadar bir başlarına kaldığını, kendilerine dokunuşlarının birer dokunuş olmaktan nasıl da uzaklaştığını görürüz ve herkesin içinde kimselere bakmayan hallerinin ürkütücülüğünden ve absürtlüğünden inanması güç de olsa yine bir bakışla ayrılırız. Aradığımız o bakışı, yani cevabı Clarisse ve Montag’ın birbirlerine bakışlarında bulur bulmaz da trenden -konuşmanın şimdiki halinden- uzaklaşırız.

Yazıküller yazıyı tutuşturmaya devam edecek…

 

Kaynakça

Adorno, T.  (2012). Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar. O. Koçak & A. Doğukan (Çev.). İstanbul: Metis.

Allen, L. M. (Yapımcı) & Truffaut, F. (Yönetmen). (1966). Fahrenheit 451 [Film]. USA: Universal Studios.

Barthes, R. (2006). S/Z. S. Öztürk Kasar (Çev.). İstanbul: YKY.

Barthes, R. (2007). Yazı Üzerine Çeşitlemeler/ Metnin Hazzı. Ş. Demirkol (Çev.). İstanbul: YKY.

Barthes, R. (2009). Yazının Sıfır Derecesi~Yeni Eleştirel Denemeler. T. Yücel (Çev.). İstanbul: YKY.

Bıçakçı, H. (2014, 27 Ekim). Hayatımız Distopya: Karşı Ütopyanın Taksisiyimhttp://www.sabitfikir.com/dosyalar/hayatimiz-distopya-karsi-utopyanin-taksisiyim Erişim Tarihi: 25. 11. 2014.

Blake, W. (2006). Cennet ve Cehennemin Evliliği. T. Alkan (Çev.). İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar.

Blanchot, M. (2008). Son İnsan. İ. Yerguz (Çev.). İstanbul: Kabalcı.

Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002). Fahrenheit 451: Kamera Arkası [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.

Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002). Yazar Ray Bradbury ile Söyleşi. [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.

Bradbury, R. (2012). Fahrenheit 451. Z. Kayalıoğlu & K. Kayalıoğlu (Çev.). İstanbul: İthaki.

Broch, H. (2012). Vergilius’un Ölümü. A. Cemal (Çev.). İstanbul: İthaki.

Cevizci, A. (2005). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma.

Derrida, J. (2010). Gramatoloji. İ. Birkan (Çev.). Ankara: BilgeSu.

Derrida, J. (2012). Platon’un Eczanesi. Z. Direk (Çev.). İstanbul: Pinhan.

Gide, A. (1962). Seçme Yazılar. S. K. Yetkin (Çev.). Ankara: MEB Yayınları.

Manguel, A. (2007). Okumanın Tarihi. F. Elioğlu (Çev.). İstanbul: YKY.

Ong, W. (1999). Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi. S. Postacıoğlu Banon (Çev.). İstanbul: Metis.

Türkçe Sözlük (1988). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Virilio, P. (1998). Hız ve Politika: Dromoloji Üzerine Bir Deneme. M. Cansever (Çev.). İstanbul: Metis.

 

 

 

 

 

 


* Fahrenheit  451 ile ilgili düşüncelerimi ilk defa Alternatif Bilişim, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (İLEF) ve Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen Dijital Gözetime Karşı Farkındalık ve Kem Gözlere Şiş Haftası Etkinlikleri’nden biri olan film okumasında paylaşmıştım (28 Kasım 2014, ATK Sanatevi, Ankara). Sözüm burada (ViraVerita’da) her biri üçer bölümden oluşan iki “yazıkül” halindedir. Bu yazı(lar) vesilesiyle Atılım Üniversitesi, İLEF ve Hacettepe Üniversitesi’nden sunumumu dinlemeye gelen, film okuması sırasında soru ve yorumlarıyla Fahrenheit 451 karamsarlığını dağıtan tüm izleyicilere tekrar teşekkür ederim.-B.C.

[1] Bkz. Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002). Fahrenheit 451: Kamera Arkası [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.

[2] Bkz. Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002). Yazar Ray Bradbury ile Söyleşi. [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.;Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002). Fahrenheit 451: Kamera Arkası [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.

[3] “Gelecekte insanları nelerin beklediğini betimleyen bir öykü anlatan” korku ütopyaları ve diğer ütopya türleri için bkz. Cevizci, A. (2005). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma, ss. 1684-1685.

[4] Bkz. Bouzereau, L.  (Yönetmen). (2002).  Yazar Ray Bradbury ile Söyleşi [DVD Ekstralar]. USA: Universal Studios Home Video Inc.

[5] Beatty’nin tırnak içindeki tüm sözleri için Bkz. Truffaut, 1966.

[6] “Ak (blanc): burada arılıktan çok, yokluğu belirtmektedir: `Page blanche` ( boş sayfa) gibi. (ç.n)” (Barthes, 2009, s. 16, n8).