
Tarihte eşi görülmemiş bir doğal kaynak sömürüsünü, savaşları, artan yoksulluğu, yeni göç hareketlerini ve daha pek çok şeyi akla getiren “dünyanın sonu” fikri siyasi, hukuki, tarihsel, toplumsal ve psikolojik yönlere sahip çok boyutlu ve disiplinlerarası bir analizle ele alınmalıdır. Bu bağlamda uzun yıllardır varolan bu problemleri değişen dinamikleriyle birlikte incelerken şimdiki zamanın boğuculuğu altındaki yaşamımızda, geçmişe ilişkin zaman zaman duyulan nostalji, şimdiyi yaşamadığını hissetme ve bir gelecek tahayyül edememe halinin oluşturduğu belirsizlik ve bildiklerimizin “son”u düşüncesi, sadece bugünü düzeltmek adına değil, geleceğe dair yitirilen ya da bir türlü oluşturulamayan umudu da ortaya çıkarabilir. Bu nedenle Wallerstein’ın sorusunu yaklaşık yirmi yıl sonra yeniden düşünmeye, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” nu anlamaya ve yeni arayışları tartışmaya çağırdığımız bu sayımızda “son”u, “şimdi” yi ve “geleceğin olasılıklarını” farklı disiplinlerin katkılarıyla incelemeye çalıştık.
Bu sunuş yazısında, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” konusunun seçilme nedeni ve bu konuya kaynaklık eden önemli dönüşümlerin yarattığı ve yaratabileceği etki tartışılmıştır. Wallerstein’ın 20 yıl önce öne sürdüğü bu kavramsallaştırmanın bugün çok daha güncel bir sorun olduğu iddiasından hareketle yapılan tartışmanın ardından ViraVerita E-Dergi: Disiplinlerarası Karşılaşmalar’ın 15. sayısında yayımlanan çalışmaların tanıtımı yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Bildiğimiz dünyanın sonu, belirsizlik, kriz, disiplinlerarası karşılaşmalar.
Özet
İnsana ve dünyaya dair bildik çerçevelerin sarsıldığı kriz dönemleri daha önce yaşanmış olsa da çağımızda farklı olan, teknolojik ürünlerin canlılığın yerine ikame edilmeye çalışıldığı bir değişim sürecinin eşiğinde oluşumuz. Bu durumun yol açtığı toplumsal ve ekolojik kriz halleri, insanı tekrar canlılık ağında bir canlı olarak yorumlamanın gerekliliğini gösteriyor. Antroposen “insan çağı”nda insanın yol açtığı yıkımı vurgularken, insanı başka türlü kurmaya kapı aralıyor. Bu doğrultuda, maddeyi ve tini, doğayı ve kültürü karşıtlar olarak değil birbirine katılan ve birbirini dönüştüren unsurlar olarak yorumlayan Braidotti, Haraway, Plumwood, Latour, Whitehead gibi düşünürlerin yaklaşımlarına değinerek, yeni-materyalizm güzergâhıyla kesişen bir Ekolojik İnsan Bilimlerini tartışmaya açmak bu çalışmanın ana hattını oluşturmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ekolojik İnsan Bilimleri, bilim, doğa, kültür, yeni-materyalizm.
Özet
İnsan etkinliğinin yerküre üzerinde ayak basmadığı ve tahrip etmediği hiçbir bölgenin kalmadığı, bilim insanlarınca antroposen (insan çağı) olarak adlandırılan yeni jeolojik çağda, doğal felaketler de tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar toplumsal yaşamı belirlerken, insanın doğa ile ilişkisini, onun karşısındaki kudretini de kırılganlığını da yeniden tartışmalı hale getirdi. Dünyanın sonunun gelme olasılığının sıkça dile getirildiği bu dönemde Hegel’in felsefesi, “tarihin sonu” düşüncesi ve doğa-tin ilişkisi bakımından sıkça ele alındı. Peki Hegel’in sona dair fikirlerini antroposen kavramsallaştırması ile birlikte düşünebilir miyiz? Hegel’de “ikinci doğa”yı ilerleten mücadele alanı olarak politika, tarihin sonundan sonra “birinci doğa” ile nasıl ilişkilenebilir? Hegel’in düşüncesi çağımıza dair adlandırma tartışmalarına nasıl bir yanıt sunabilir? Bu sorular çerçevesinde çalışmada Hegel’in doğa ve tin arasında kurduğu ilişki Jena dönemi yazılarından son dönem eserlerine kadar takip edilerek antroposen üzerinden tartışılacak, aynı zamanda antroposen adlandırmasına yönelik eleştirilerden doğan kapitalosen kavramsallaştırması Hegel ile düşünülmeye çalışılacaktır. Problem bağlamında Kojève ve Žižek’in Hegel yorumları, anti-diyalektik ve diyalektik hat olmak üzere iki ayrı hatta ayrılarak birbirleriyle tartışmaya sokulacak, böylelikle felaketleri mesele eden yeni bir politikanın Hegel’den ilham alabilecek teorik temellerine dair bazı savlar dile getirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Hegel, antroposen, kapitalosen, tarihin sonu, dünyanın sonu, tin-doğa ilişkisi, diyalektik.
Özet
Covid 19 pandemisi sosyal bilimler alanının gündemine de bir anda düşmüş; pandeminin getirdiği yeni “normaller”, devletlerin pandemiyle mücadele yöntemleri, kamusal alanın kısıtlanması, bazı serbestilerin askıya alınması, doğa ve insan ilişkisi gibi sorunlar tartışılmıştır. Bu çalışmada pandemi esnasında akademik çevreler tarafından ortaya atılan senaryolar ele alınmaktadır. İlki iktidarın pandemi tehlikesini gündemde tutarak sağlığı fetişleştirmesini; kamusal ve toplumsal yaşamı daraltarak insanı biyolojik varlığına indirgeme politikasını temel sorun olarak gören görüştür. Bu görüşü savunan Agamben, pandemi sürecinde biyopolitikanın nasıl uygulandığına dikkat çekmiştir. İkincisi, doğanın “insandan intikamını aldığı”, “kendisinden çalınanı geri kazandığı” ve bu tespitten yola çıkılarak insanların daha fazla inzivaya çekilmesini savunan görüştür. Bu yaklaşımlar pandemi esnasında epey taraftar toplamış görüşlerdir. Bu çalışmada bu iki yaklaşımın haklı olduğu noktalar belirtilmekte; ancak bu iki yaklaşım materyalist bir bakış açısından eleştirilmektedir. Bahsi geçen senaryolarda virüs, iktidar, insan ve doğa birer maddi olgu olmaktan çok gizemli bir şekilde ele alınmaktadır. İlk olarak, pandemiyi dünyanın güçlü ve zengin devletlerinin ve genel olarak kapitalizmin çıkar sağladığı bir senaryo olarak görmek, bu devletlerin krizi yönetememe olgusuyla çelişmektedir. İkinci olarak, bilimi salt iktidarın bir aracı olarak görmek, bilimin aynı zamanda kamu sağlığını destekleme ve bu konuda atılacak adımlara yön gösterme işlevlerini göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Üçüncü olarak, Agamben’in yaklaşımı kişilerin toplumsal varlığıyla biyolojik varlığını karşı karşıya getirmektedir; oysa insan türünün tür olarak evrimselleşme sürecinin en başından itibaren bu iki yön birbirinden ayrılamamaktadır. Son olarak, doğayı ve pandemiyi bir fail gibi görmek, doğayı mistikleştirmenin ve insanı doğanın bir parçası olarak değil salt kötücül bir güç olarak görmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada bu iki senaryonun gerçekliğe denk düşmediği bu gerekçelerle savunulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: COVID 19, pandemi, Agamben, Žižek, iktidar, doğa, materyalizm.
Özet
Bu makale 2021 yazında Muğla’nın Köyceğiz ilçesinde çıkan orman yangınlarının sosyolojik olarak değerlendirilmesi hakkındadır. Makaleye kaynaklık eden veri, yangının söndürülmesinin hemen ardından niteliksel yöntemle yapılmış bir alan araştırmasına dayanmaktadır. Alan araştırması, Sandras Dağı’nda bulunan ve yangından etkilenen Köyceğiz’e bağlı köylere odaklanmıştır. Araştırmanın sonuçlarını tartışan bu makale kuramsal olarak, ormana toplumsal bir aktör olarak bakabilmeyi mümkün kılan Bruno Latour’un ve Donna Haraway’in perspektiflerinden beslenmektedir. Makalede, önce yangın, yangın alanında yapılan işler, yangından etkilenenler, ağaçların, insanların ve hayvanların durumu, medyanın yangını ele alma biçimi tartışılmaktadır. Ardından yapılan alan araştırmasının sonuçlarına başvurularak yangının arka planına ilişkin üç konu ele alınmaktadır. Bunlar birincisi, bölgede yazın çok sıcak geçmiş olmasıdır. Bu yüzden 2021 Köyceğiz orman yangınları, küresel iklim krizi sonucunda çıkan günümüz orman yangınları silsilesinin bir parçasıdır. İkincisi, orman ve insan arasındaki ilişkiler dönüşmektedir. Özellikle orman köylülerinin yaşam biçimi değişmektedir, keçi sürüleri azalmaktadır, kırsal yoksulluk arttıkça köylüler işçileşmektedir. Bu dönüşüm, ormanın bakımının aksamasına neden olduğu için yeni yangınların çıkması ihtimalini arttırmaktadır. Son olarak, neoliberal politikalarla biçimlenen bir işletme olarak orman düşüncesi, ormandan kar elde etme hırsı, ormandan yeni yerleşim alanları açılması, saldırgan madencilik gibi ilişkiler aracılığıyla ormansızlaşmaya neden olmaktadır. Bu durum yangının etkilerini ekososyal bir kriz olarak derinleştirmektedir.
Anahtar Kelimeler: 2021 Muğla orman yangınları, orman yangını, kırsal dönüşüm, insan olmayan toplumsal aktör, Köyceğiz.
Özet
Dijital teknolojiler nesnelerle, başkalarıyla ve kurumlarla kurduğumuz pratik ilişkileri ve kendi kendimizle kurduğumuz zihinsel ilişkiyi dönüştürür. Çağdaş teknoloji felsefecileri için zihin teknolojileri eleştirisi felsefi bir problem olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda öncelikle Günther Anders’in üçüncü endüstri devrimi çağında teknolojinin tarihin öznesi haline gelmesi argümanını ele alacağız. Ardından Antoinette Rouvroy ve Thomas Berns’in ortaya koydukları algoritmik yönetimsellik kavramını inceleyeceğiz. Antoinette Rouvroy’a göre algoritmik yönetimsellik, siyasete, hukuka ve toplumsal normlara dayanmak yerine büyük veri yığınlarının algoritmik olarak işlenmesiyle kurulan bir toplumsal iktidar biçimidir. Bernard Stiegler’in algoritmik yönetimsellik kavramını yorumlayışı ve ardından bilişsel ve duygusal proleterleşme betimlemesi makalemizin kuramsal çerçevesini oluşturacak. Son olarak, Stiegler’in Kant’ın saf aklın eleştirisine referansla, teknolojik aklın eleştirisi ismini verdiği, yirmibirinci yüzyılda dijital teknolojilerin ve yeni endüstri modellerinin şekillendirdiği düşünme biçiminin krizi fikrini yorumlayacağız.
Anahtar Kelimeler: Dijital teknolojiler, algoritmik yönetimsellik, bilişsel ve duygusal proleterleşme, farmakoloji.
Özet
Haber kaynakları, gazeteciliğin demokratik işlevlerinin hayata geçirilmesinde kilit roldedir. Kaynaklara normatif düzeyde atfedilen rolün gerçekleşmesinde ise belirli pratik çelişkiler vardır. Bunların başlıcalarından biri, aynı zamanda bir basın özgürlüğü meselesi olan haber kaynaklarının güvenliği sorunudur. Gazeteciler meslek pratiği ve etiği açısından kaynaklarını korumakla yükümlüdürler. Bu yönüyle haber kaynaklarının korunması, gazeteciliğin temel meselelerinden biridir. Haber kaynaklarının korunması temelde kaynağın gizliliği ilkesine dayanır. Bu ilkenin pratikte işlerlik kazanması ise etik ve hukuki bağlamda çeşitli çelişkilere konu olur. Günümüzde ise yeni dijital aracıların gazetecilik ortamını biçimlendirmesiyle birlikte, kaynağın korunması ve gizliliği açısından yeni çelişkiler gözlenmektedir. Bu kapsamda haber kaynağının korunmasında temel karakteristiklere ve süregelen çelişkilere bir de dijital güvenlik boyutu eklenmiştir. Bu çalışma, bütünleyici bir literatür değerlendirmesi olarak, geleneksel yaklaşımda esas kabul edilen hukuki koruma mantığının günümüz koşullarında başlı başına yeterli olamayacağını ve dijital güvenlik odaklı etkin bir korumaya giderek daha fazla ihtiyaç duyulduğunu iddia etmektedir. Bu husus göz ardı edilirse kaynağın korunmasına ilişkin mevcut çelişkilerin giderek derinleşeceği varsayımına dayanan çalışmanın amacı kaynakların korunmasına ilişkin bir araştırma gündeminin inşa edilmesine katkı sunmaktır. Bu kapsamda, öncelikle haber kaynağına atfedilen normatif değer ve pratik çelişkiler ele alınmakta ve kaynakların önemi vurgulanmaktadır. Ardından, kaynağın korunmasının etik ve hukuki boyutlarının karakteristikleri ve çelişkileri değerlendirilmekte ve son olarak günümüz gazetecilik ortamında öne çıkan bir boyut olarak dijital güvenlik boyutu ele alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Haber kaynağı, haber kaynağının önemi, haber kaynağının korunması, haber kaynağının gizliliği, dijital güvenlik.
Özet
This article aims to explain, with an example, how historical dramas, under the scope of culture industry, rewrite history on the screen through distorting it. For this purpose, in the first chapter, it is defined who the subject that interprets and recreates the past is. Then, in the second chapter, a Netflix series, Bridgerton (2020) is taken as a recent example in connection with the previous chapter to reveal the instrumental historiography at the back of the production. Thus, it becomes possible to enlighten the intention and the motivation of such a historiography along with the mechanism that tries to make individuals believe fiction rather than facts. In conclusion, an evaluation is given on the example while especially focusing on the consequences of the instrumental historiography that the series has.
Keywords: Historiography, historical consciousness, culture industry, Netflix, Bridgerton.
Özet
Bu makalenin amacı yeni materyalizmin somut bir anlatısı olan Baradcı bir insan-sonrası (Posthuman) paradigmasını daha iyi kavranabilir kılmak üzere, bu anlatıdaki Bohr nüveleri ile Bergson ve Deleuze benzerliklerini ortaya koymaktır. Bu dört teorisyenin ortak noktası teorilerini kuantum felsefesi üzerinden kurmalarıdır. Bergson’un bu makale açısından önemi zaman kavramını maddeye, madde kavramını ise performativiteye bağlamasıdır. Deleuze de Bergson’dan aldığı ilhamla dünyayı herhangi bir sabitlik ve merkezden yoksun, saf köksapsal oluşlar ve sanallıklar alanı olarak tarif ederken felsefesini buradan kurmuştur. Deleuze köksapı, yatay bireysellikler arasında var olan, bağlantılar ve yakınlıklar olarak tanımlayarak geleneksel felsefenin insan-biçimsel yönelimini kökten değiştirmektedir. Deleuze bu bağlamda geliştirdiği “farklılık” ve “çokluk” felsefesi ile insanı, insan olmayan türlerle paralel bir ilişkiye açık hale getirirken insan-sonrası feminist teoriye de ilham vermiştir. Barad, maddenin bir “töz” değil, “ilişkiselliğe içkin eylem” (intra-activity) olduğunu; “failliğin” yalnızca insani bir nitelik olmadığını, bunun yerine maddenin makro ve mikroskobik seviyeleri boyunca yinelemeli tekrarlarla yürürlüğe girmesi olduğunu savunmuştur. Ona göre madde, ilişkiselliğe içkin dinamik içsel maddi ilişkilerinin etkileri yoluyla kendisini yeniden ürettiği için “performatiftir”. “Faili gerçekçilik” epistemolojik, ontolojik ve etik bir teoridir. Barad, insan olmayan organizmaları ve nesneleri bu tanıma dâhil ederek gerçekliğin şekillendirilmesinde insan olmayanı da fail kılmıştır. Barad’ın Bohr’dan aldığı belirlenimsizlik ilkesinin yorumları doğanın bütünselliği, türler arasındaki ittifaka ilişkin bir yaklaşımın gerekliliği yönündeki çağrışımları ile sadece fizikte değil sosyal bilimlerde de yeni bir paradigma yaratmıştır. Barad’a göre evrenin doğasının derinliklerinde ilişkisel ontolojiden kaynaklanan etik bir töz vardır. Kuantum felsefesinden çıkan yeni feminist etik, insan ve insan olmayanın ontolojik etkileşimi, saygılı ilişkisi ve birlikte büyümesi konularına evrilir.
Anahtar Kelimeler: Henri Bergson, Karen Barad, performativite, ilişkiselliğe içkin eylem, insan-sonrası feminizm.
Özet
Dijital teknolojilerin gelişmesiyle sanal ortamdaki deneyimlerin yeni olanaklara kapı araladığı günümüzü dijital çağ olarak tanımladığımızda bir olanaklar evreniyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Ekolojik bir perspektiften gezegen üzerindeki varlığımızı düşündüğümüzdeyse, iklim değişikliğinin yarattığı riskler evreni sanki bir çeşit kriz çağında olduğumuzu hatırlatmakta. Kriz çağı ifadesi, sadece insanın çevreyle kurduğu ilişkiden ibaret değil elbette, toplumlara dair sorunları ve haliyle insan hakları krizlerini de kapsamakta. Olanaklar ile risklerin ortaklaştığı yerde pek çok başka konu gibi belirsizlik kavramı da karşımıza çıkmakta. Dijital dünyanın olanakları ile ekolojik –ve dahi politik- krizin açmazlarını yeni çocukluk deneyimleri etrafında ele almayı amaçlayan bu yazıda, çocuklarla yaptığım saha çalışmalarından örnekler vererek, çocuk olma halinin belirsiz/tanımsız olarak algılanışına eleştirel bir bakış açısı getirmeye çalışacağım. Belirsizliğin etrafında düşünsel bir yolculuğa çıkarken olanaklar ve riskler evrenini yukarıda belirttiğim ikilik odağında ve kavram ikiliği ötesinde ihtimaller sunarak tartışacağım.
Anahtar Kelimeler: Çocukluk sosyolojisi, çocuklar ve gençler, dijital teknoloji, çevre, iklim hareketi.
Özet
Bu makale Hırvat düşünür Srećko Horvat’ın Gelecekten Gelen Şiir’inin bir incelemesidir. Metni felsefedeki gelecek sorunu çerçevesinde değerlendiriyorum. Sorunu derinleştirmek için Walter Benjamin’in “tarih”, Theodor W. Adorno’nun “geçmişin işlenmesi” (Aufarbeitung der Vergangenheit) ve Michel Foucault’nun “şimdinin ontolojisi” kavramını kullanıyorum. Böylelikle çağımızın vazettiği gelecek sorusu, hem geçmişin işlenmesi sorununa hem de kendi şimdimizi okuma biçimimizi sorunsallaştırmaya uzanacak. Horvat’ın eleştirilerinin merkezindeki teknoloji ve verilerin işlenmesi ise bize sadece şimdiyi yani “gelecek çağı”nı işleme sorunu değil, aynı zamanda muhtemel ve kapıda bekleyen çözümleri sunuyor.
Anahtar Kelimeler: Gelecek, teknoloji, tarih, şimdi, geçmiş.
Özet
Victor Hugo Notre-Dame’ın Kamburu’nda ve romanın nihai edisyonu için yazdığı notta, birbiriyle ilintili kitap ve okur tasnifleri sunar. Buna göre, kitaplar cinsiyetlidir: Erkek doğanlar sağlıklıdır, tamdır, iyidir, kalıcıdır. Notre-Dame’ın Kamburu’nun okurları da cinsiyete göre tasnif edilir: Bir yanda sadece olay örgüsüyle ilgilenen kadın okurlar vardır; diğer yanda da romanın “altında” yatan estetik ve felsefi düşünceyi, tarih sistemini arayan “başka” okurlar. Bu çalışmada Hugo’nun okur tasnifinde kriter olan “tarih sistemi” incelenmekte, bu sistemin dönemin popüler tarih kurgusuyla bağlantısı gösterilmektedir. Hugo’nun kanaatinin tersine, Notre-Dame’ın Kamburu’nun erdeminin, romanın “altında yatan” düşüncelerde değil, kadınların payı addedilen olay örgüsünde bulunduğu savunulmaktadır. Hugo’nun cinsiyet temelli okur-kitap tasnifinin de, o dönemde romanın dişil bir tür sayılması karşısında verilen bir tepki olduğu iddia edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Victor Hugo, Notre-Dame’ın Kamburu, kitabın cinsiyeti, okurun cinsiyeti, tarih sistemi.
Özet
The nineteenth century has been a process for spiritualists who used their physiological bodies to communicate with spirits. Spiritualists have combined photography with physiology and used technology as “mediums” to prove the visibility of spirits. Nevertheless, the nineteenth century has been also the exploitability of productions as much as their benefits. Spiritualists and spirit photographers have been denounced as impostors. However, spirit photography has endeavored to prove that a reality existed beyond the visible, and the visibility of spirits endorsed the spiritual narratives by invigorating the ties between mediumship and photography. This article will document the arguments of the spiritualists, defenders and debunkers of the nineteenth century and portray their contribution to mediumship.
Keywords: Spiritualism, The nineteenth century, photography, spirit photography, technology.
Özet
Hollandalı filozof François Hemsterhuis’un (1721-1790), Sophyle ya da Felsefe Üzerine (Sophyle ou de la philosophie) başlıklı bu diyaloğu, Newtoncu on sekizinci yüzyıl materyalist felsefelerinin madde anlayışının bir eleştirisini yaparak, maddesiz ruhun varlığı ile ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamayı hedefleyen eleştirel realist bir tavır geliştirme iddiasındadır.
Anahtar Kelimeler: Hemsterhuis, materyalizm, Newton, Sokrates, ruhun ölümsüzlüğü.
Özet
Bu söyleşi, “Felsefe Sınıfı: İlkokul Öğretim Programıyla Bütünleştirilmiş Çocuklarla Felsefe Uygulamaları” kitabının yazarı Dr. Özge Özdemir ile yazarın aynı zamanda eğitmenliğini yaptığı “Çocuklar için Felsefe” modeli üzerine düşüncelerine odaklanmaktadır. “Çocuklar için Felsefe”yi bir yöntem ve pedagojik model olarak ele alan Özdemir’in çalışmalarından hareketle söz konusu modelin uygulama alanlarına, Türkiye’de ve dünyada söz konusu modele yönelik ihtiyaca ilişkin tartışmanın da yürütüldüğü söyleşi “Çocuklar için Felsefe” modeline ilişkin uygulamada gerçekleştirilmesi gereken adımlara ilişkin açıklayıcı bir yaklaşım sunuyor.
Anahtar Kelimeler: Çocuklar için Felsefe, P4C, Felsefe, Eğitim, Özge Özdemir.