Disiplinlerarası Karşılaşmalar’ın 19. sayısının dosya konusu “”Teori ve Yaşam: Bir Aradalığın İmkanları”dır.

Editörlerden:

Yayın hayatına başlarken “akademiye ve akademik dile hapsedilen teorinin sınırlarını zorlayarak yaşamın her alanına dair söz söyleyen farklı düşünsel karşılaşmaların zemini” olmayı hedefleyen dergimiz, 10. yılını 24-25 Kasım 2023 tarihlerinde “Teori ve Yaşam: Bir Aradalığın İmkanları” başlıklı sempozyumla Ankara’da kutladı.   Teori ve yaşamın ilişkisini, teorinin yaşam üzerindeki etkisinin mahiyetini ve yaşamın teoride ele alınma biçimlerini disiplinlerarası bir şekilde tartıştığımız sempozyumumuzun ardından 19. sayımızı da bu güncel tartışmalar çerçevesinde oluşturma kararı aldık. Bu doğrultudaki çağrımıza yanıt vererek sayımıza katkı sunan tüm yazarlarımıza ve makale değerlendirme sürecinde emek veren hakemlerimize çok teşekkür ederiz. Dergimizin bu sayısında beş araştırma makalesi, 1 kitap incelemesi ve 1 çeviri yer alıyor.

Sayımızın ilk makalesi “Bir Aradalık Örneği Olarak Bireyden Bütüne Likenler” başlığıyla Mustafa Yavuz tarafından kaleme alındı. Yavuz bu makalede, ortak yaşam mekanizmaları olarak bilinen likenleri biyofelsefe ve etik açısından ele alırken; likenler aracılığıyla bireyler ve toplumların bir arada yaşama ilkelerinin belirlenebileceğini ileri sürüyor.

“Synorotik Karşılaşmalar/Kesişimler ve Peratik Limitler Bitkisel ve Hayvansal Yaşam Ontolojisine Dair Ne Söyler?” başlıklı makalesinde Derya AVCI DURSUN, bitkisel ve hayvansal yaşama dair tartışmaların önemli bir parçası olan sınır kavramını, Eski Yunanca’da karşımıza çıkan üç temel sınır-kavramından (horos, peras, synoros) hareketle inceliyor. Bu kavramların Batı metafizik geleneğinin inşasındaki etkilerini de ortaya koyan yazar, varolanın sınırının belirlenmesindeki zorlukları göstererek yaşamın olumlanmasına imkan tanıyan bir sınır ontolojisinin izlerini arıyor.

Muammer AKTAY “Biyopolitikadan Psikopolitikaya Sömürünün Dönüşümü Üzerine Felsefi Bir İnceleme” başlıklı çalışmasında biyopolitika ve psikopolitika arasındaki benzerlik ve farkları ortaya koyarak, neoliberalizmin biyopolitikanın yöntemleri dışında kendisini psikopolitikalar üzerinden nasıl inşa ettiğini tartışıyor. Bu tartışmasında değişen iktidar ve tahakküm ilişkileriyle birlikte öznenin konumunu da değerlendiren yazar, dijitalleşmeyle etkisini arttıran denetlemenin hakim olduğu psikopolitik araçların duygu politikaları, mikro algılar üzerinden kendi sömürü alanlarını genişlettiğine dikkat çekiyor.

Adorno ve Rancière’in estetik deneyim üzerine düşünceleri arasındaki yakınsamalar ve farklılaşmaları ortaya koymayı hedefleyen “Adorno ve Ranciére’de Estetik ve Politika” başlıklı çalışmasında Ayşe Bilge Demir, iki filozofun düşüncelerinde estetik deneyimi kuran ve bu deneyimle birlikte ortaya çıkan alanları, özellikle estetik deneyim ile politikanın ilişkisini tartışıyor.

Sayının tematik son araştırma makalesi ise Faik Onur Acar’’ın “Lacancı Özne ve Kapitalizmle Mücadele Olanakları” başlıklı çalışması. Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirilerinin Lacancı bir yorumunu yapma amacını da taşıyan bu makalede Acar, bilinçdışı ile ilişki halinde Lacancı özneyi analiz ederek Lacancı psikanaliz anlayışının hali hazırdaki toplumsal ilişkilerin dönüşümünde nasıl rol oynayacağını tartışıyor.

Bir metnin aslına sadık kalarak nasıl farklı bir dile çevrilebileceği hala güncelliğini koruyan bir problem. Aysun YILDIRIM da bu problemi, olası nedenleriyle birlikte, Nietzsche’nin Der Antichrist: Fluch auf das Christenthum kitabının altı farklı Türkçe çevirisini karşılaştırarak tartışıyor. “Nietzsche’nin Der Antichrist Metninin Türkçe Çevirileri Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı bu karşılaştırmasında hem kendi ideolojik perspektifi nedeniyle kimi çevirmenlerin eserde yaptıkları çarpıtmaları hem de eserin aslına olabildiğince sadık kalınarak yapılan çevirileri değerlendiren yazar, bu değerlendirmelerini Nietzsche’nin düşüncelerinden hareketle temellendiriyor.

Sayının son çalışması ise Çiğdem Manap’a ait David Altheide’in kaleme aldığı ve hayli güncel bir meseleye ışık tutan “Tracking Discourse and Qualitative Document Analysis” başlıklı makale çevirisidir. “Söylem İzleme ve Nitel Belge Analizi” adıyla Türkçe okuyucuya sunulan bu makale, kültürel değişimi incelemek ve “söylemi izlemek” için elektronik veri tabanlarının nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin ufuk açıcı bilgileri barındırıyor.

Makalelere dergipark linkimizden ulaşabilirsiniz: https://dergipark.org.tr/tr/pub/viraverita/issue/84877

Tüm okurlarımıza keyifli okumalar diliyoruz!

/Araştırma Makalesi_Research Article

Öz

Taksonomik olarak likenler, Mantarlar Âlemi altında ayrı bir grup olarak ele alınırlar. Antik Çağ’dan itibaren materia medica kitaplarına da konu olmuş, tedavi edici özellikleri sebebiyle dikkat çekmişlerdir. Türkiye’de likenlerin biyolojisiyle ve tarihiyle ilgili çalışmalar artık belirli bir düzeye erişmiştir. Bu yüzden, likenlerin felsefede ve felsefece ele alınmaları epistemolojik açıdan mümkündür. Ortakyaşam organizmaları olarak bilinen likenlerin ikili doğası, bireysel ortakların bireyler halinde tekil yaşadıkları durumlarda gözlemleyemediğimiz bazı beliren (İng. emergent) özelliklere yol açar. Bu çalışmada, likenlerin bölünemez bireyler (İng. indivisible individuals) olup olmadığı sorusundan hareketle liken tallusunun nispeten dengeli bir sistem ve hatta minyatür bir ‘ekosistem’ olduğu konusu ele alınacaktır. Sonuç olarak biyolojik olgu ve olayların gerek tanımlanmalarında gerek açıklanmalarında metodolojik aygıt olarak belirmenin (Ar. zuhur, İng. emergence) dikkate alınması önerilecektir. Biyolojik bilgiden hareketle felsefe özellikle de biyofelsefe ve etik bakımından likenler model organizmalar olarak ele alınacak hem bireyler hem topluluklar ve toplumlar için bir arada yaşama ilkeleri belirlenebileceği öne sürülecektir.

 

Abstract

Taxonomically, lichens are classified as a distinct group under the Kingdom Fungi. They have been subject to materia medica books since the ancient times, drawing attention for their medicinal properties. Studies on the biology and history of lichens in Türkiye have now reached a significant level. Therefore, it is epistemologically plausible to consider lichens in philosophy and from a philosophical perspective. The dual nature of lichens known as symbiotic organisms leads to the emergence of certain properties that are not observable when individual partners live separately. The present study explores whether lichens are indivisible individuals, discussing the lichen thallus as a relatively balanced system and even a miniature ‘ecosystem’. Consequently, this paper proposes that emergence, as a concept, can be considered a methodological apparatus in both defining and explaining biological facts and phenomena. Building on biological knowledge, it is suggested that philosophy, particularly biophilosophy and ethics, can consider lichens as model organisms. Through this perspective, principles for coexistence of both individuals, communities, and societies can be established.

/Araştırma Makalesi_Research Article

Öz

Filozofların sınır ontolojileri, bitkisel ve hayvansal yaşama dair bakış açılarını biçimlendiren temel unsurlardan biri olmuştur. Bu makalede, sınıra ilişkin ontolojik yaklaşımların felsefe tarihindeki izini sürerken Eski Yunanca’da karşımıza çıkan üç temel sınır-kavramın (horos, peras, synoros) Batı metafizik geleneğinin inşasındaki etkilerini tartışmaya açacağım. Makale boyunca kullanacağım “horotik sınır” kavramsallaştırması dışsal farklar üzerinden kurulan tanımları ve ayrımları; “peratik limitler” hem biçime indirgenmiş konturları hem de Heidegger terminolojisinden hareketle “varolanın Varlığını”; “synorotik karşılaşmalar/kesişimler” ise alan kapatan ikiciliklerin ötesinde varolanların yaşamındaki ilişkiselliği ifade edecektir. Paranthrōpos-anthrōpos ikiliğini kuran horotik sınır kavrayışının, yaşamsal bağlarından koparılmış bitkilere ve hayvanlara ilişkin sınıflandırmaların tahakkümüyle düşünceyi körelttiğini, synorotik karşılaşmaların/kesişimlerin ve peratik limitlerin ise, yaşamın olumlanmasına imkân tanıyan sınır düşünceleri olarak kendilerini açtıklarını göstermeyi amaçlıyorum. Shoshanah Dubiner’ın Cell Garden [Hücre Bahçesi] ve Bee’s Wing [Arının Kanadı] başlıklı resimlerinde minik olanların dünyasıyla karşılaşmak, yaşamın yalnızca insandan ibaret olmadığını hatırlatır. Bu açıdan sanat yapıtında, horotik sınırlar yerine kesişimselliği temel alan synorotik karşılaşmaların olduğunu öne süreceğim. Peratik limitlerde ise, varolanların açığa çıkma biçimlerindeki olanakları engelleyen çerçevelemeye karşı bir hareketin var olduğunu vurgulayacağım.

 

Abstract

Philosophers’ limit-ontologies have been one of the fundamental elements shaping their perspectives on vegetal and animal life. In this article, while tracing ontological approaches to limit in the history of philosophy, I will discuss the influence of three key concepts of limit (horos, peras, and synoros) found in Ancient Greek on the development of the Western metaphysical tradition. The conceptualization of “horotic boundary” that I will use throughout the article refers to definitions and distinctions based on external differences; “peratic limits” refer to both contours reduced to form and, in Heideggerian terminology, “the Being of beings”; “synorotic encounters/intersections” refer to the relationality of beings in life beyond the dualisms that close off the field. I aim to show that the horotic boundary, which establishes the paranthrōpos-anthrōpos dichotomy, undermines thought through the dominance of classifications of plants and animals that have been severed from their vital ties. Conversely, synorotic encounters/intersections and peratic limits present themselves as limit notions that enable the affirmation of life. In Shoshanah Dubiner’s artworks Cell Garden and Bee’s Wing, encountering the world of the tiny reminds us that life is not limited to human beings. In this regard, I argue that synorotic encounters, based on intersectionality rather than horotic boundaries, take place in the works of art. I also underline that in the peratic limits, there is a movement against the framing that prevents the possibilities in the way beings are revealed.

/Araştırma Makalesi_Research Article

Öz

İnsanın bir yönüyle doğal bir yönüyle de siyasal, toplumsal bir canlı olduğu düşünebilir. Tarihsel süreç boyunca iktidarlar, insanın siyasal ve doğal yönleri üzerinde denetimi ele geçirmek için belirli egemenlik sistemleri uygulamışlardır. Bu egemenlik sistemlerini içeren “politika” ise olumlu veya olumsuz yönlerden iktidarın strateji, mekanizma ve farklı eylem tarzlarını kapsayan genel bir kavramdır. Biyopolitika da farklı sömürü biçimleriyle beden üzerinde egemenlik sistemleri kurmaktadır. Biyopolitik açıdan egemen iktidardan disiplin iktidarına geçerken politik araçlar değişse de dışsal baskı ve bireyin itaatkâr yönü değişmemektedir. Biyoiktidarın disiplin ağı ve endüstri sömürüsüyle bedenlerin denetimini sağladığı hapishaneler, hastaneler ve nihayetinde panoptikonlar her yerdedir. Bu noktadaki problem; biyopolitikanın bedeni disipline etme çabasının, neoliberalizmin beden dışındaki zihinleri belirli süreçlerle optimize etme problemini açıklama konusunda yeterli olup olmadığıdır. Çağımızda neoliberal rejim, biyopolitikanın yöntemleri dışında psikopolitikalar üzerinden inşa edilen incelikli yönler aracılığıyla kendi kendini simüle eden bireyler yaratmaktadır. Böylece neoliberalizm ile birlikte sömürülecek olan beden yerini ruha bırakmıştır ve sonsuz bir yapabilme ve hoşa gitme dönüşümü başlamıştır. Buna göre irademize müdahale eden kendi dışımızda bir güç ya da zorla giydirilen belirli bir elbise yoktur, artık isteklerimizin çıplaklığı ile yüzleşmek zordur. Bu duygu politikası belirli bir yanılsamayı da beraberinde getirir. Çünkü, psikopolitika çağına doğru ilerlerken, dijital panoptikonun gözetiminin duygu, tutku ve de zihinsel yani bütün içsel süreçleri ele geçirme tehlikesi vardır. Bu çalışmanın amacı, neoliberalizm araçlarının biyopolitika ve psikopolitika sömürüleri açısından nasıl ön plana çıktıklarına değinmektir. Bununla birlikte psikopolitikalarla nasıl farklı sömürü tarzlarının ortaya çıktığı analiz edilmeye çalışılacaktır. Nihayetinde kendisini psikopolitikalar içerisinde konumlandıran öznenin dramı tartışılacaktır.

 

Abstract

It is possible to think of the human being as a natural creature in one aspect and a political, social creature in another. Throughout history, governments in power have performed certain systems of sovereignty in order to have a hold over the political and natural characteristics of human beings. Politics including these systems of sovereignty is a general concept that encompasses the strategies, mechanisms and different action types of governments in power in terms of positive or negative aspects. Biopolitics also establishes systems of domination over the body through different forms of exploitation. In terms of biopolitics, although the political instruments change from sovereign power to disciplinary power, the external pressure and the submissive aspect of the individual do not change. Prisons, hospitals and panopticons where bodies are controlled in the disciplinary network of biopower and industrial exploitation are everywhere. The problem at this point is whether biopolitics’ attempt to discipline the body is sufficient to explain neoliberalism’s problem of optimising minds outside the body through certain processes. In our age, the neoliberal regime creates self-simulating individuals through subtle aspects constructed through psychopolitics in addition to the methods of biopolitics. Thus, with neoliberalism, the body, which was to be exploited, was replaced by the soul, and an endless transformation of doing and enjoying began. According to this is no power outside of ourselves interfering with our will or a certain dress that is forced on us, it is difficult to face the nakedness of our desires. This politics of emotion brings a certain illusion over. Since, as we approach the age of psychopolitics, there is a danger that the digital panopticon will take over emotions, passions and mental processes, that is, all internal processes. The aim of this study is to address how neoliberalism tools have come to the fore in terms of the exploitation of biopolitics and psychopolitics. How different types of exploitation emerge through psychopolitics will be analysed. In conclusion, the drama of the human being positioning himself/herself within psychopolitics will be discussed.

/Araştırma Makalesi_Research Article

Öz

Bu çalışmada Theodor Adorno’nun ve Jacques Rancière’in estetik deneyimin politik tahakkümden özgürleştirici potansiyellerine dair düşünceleri betimlenmektedir. Adorno’nun dissonance olarak ifade ettiği şey, sanat eserinin gerçekliği negatif bir şekilde göstermesinden kaynaklanan uyumsuzluktur. Bu uyumsuzluk sanat eserlerine, Aydınlanmacı aklın ve onun yol açtığı toplumsal patolojilerin kuşatamadığı duyusal anlamları sergileme işlevi yükler. Rancière’in dissensus olarak ifade ettiği şey, farklı duyusal rejimlerin karşılaşmasından doğan ihtilaftır ve politikanın olduğu gibi estetiğin de kurucu edimidir. Estetik deneyimde yeni mekânsal zamansal tarzlar var eden dissensus, politik eylemde bu yeni mekansallıklar-zamansallıklardan bir müştereklik meydana getirir. Adorno için olduğu gibi Rancière için de duyusal deneyimin istikrarsızlaştırıcı kapasitesi, ona politik olarak özgürleştirici bir potansiyel yükler. Rancière, estetik deneyimin tanımını tüm deneyim alanlarını kapsayacak şekilde genişletirken, Adorno bunu yalnızca sanatın özel alanıyla sınırlandırır. Eldeki çalışma Adorno ve Rancière arasındaki yakınsamaları ve ayrımları görünür kılmayı amaçlamaktadır.

 

Abstract

The ideas of Jacques Rancière and Theodor Adorno regarding the ability of aesthetic experience to free people from political dominance are illustrated in this study. The discord that arises from a piece of art portraying reality negatively is what Adorno calls dissonance. Because of this incompatibility, art serves the purpose of presenting sensory meanings that the Enlightenment rationality and the social pathologies it gave rise to were unable to fully comprehend. The struggle that results from the collision of many sensory regimes is what Rancière refers to as dissensus, and it is both the foundational act of politics and aesthetics. In political activity, dissensus, which generates new spatiotemporal styles in aesthetic experience, produces a commonality from these new spatialities-temporalities. For both Adorno and Rancière, sensory experience has the potential to be politically emancipatory because to its unstable nature. Rancière broadens the definition of aesthetic experience to encompass all domains of experience, whereas Adorno limits it to the exclusive realm of art. Bringing Adorno and Rancière’s similarities and contrasts to light is the goal of this study.

/Araştırma Makalesi_Research Article

Öz

Lacancı psikanaliz pratiğinden yola çıkıp teorisine ilerleyen bu çalışmada, öncelikle travma ele alınmıştır. Travmanın gerçekleşmesi kadar üstesinden gelinmesinde de toplumsal olanın önemine dikkat çekilmiştir. Nitekim travma kendisinde toplumsal bir nitelik taşımaktadır. Travmaya bu toplumsal niteliğini kazandıran ise bir dil gibi ve dilin etkisiyle yapılanan bilinçdışıdır. Bilinçdışı, bu bağlamda, içerisi olduğu kadar Öteki olarak dışarısı, toplum anlamına da gelmektedir. Lacancı Özneyi ise en doğru şekilde dışarıdaki içerisi olan bilinçdışını hesaba katmadan ele almak mümkün değildir. Bu bağlamda çalışmanın ilerleyen kısımlarında bilinçdışı üzerinden özne düşüncesine geçilmiştir. Lacancı öznenin temel belirlenimleri ise feminen ve maskülen yapı tartışmasında belirlenmeye çalışılmıştır. Kadın ve erkek, cinsiyet ya da toplumsal cinsiyetler olarak değil, öznenin ontolojik yapısının ortaya serilmesi için ele alınması gereken referans noktaları olarak düşünülmüştür. Bu tartışma sonunda kadın ile erkek arasındaki salınımda ortaya çıkan Lacancı öznenin temel belirlenimlerinden birinin iletişimsizlik olduğuna dikkat çekilmiştir. Kurulan bu ontolojik yapıda öznelerin birbirinden kopukluğu, öznelerin arasına her durumda fantezinin girmesi, olası bir iletişimin önünü kesmektedir. Çalışmanın son aşaması, bu temel üzerinde, yaşadığımız kapitalizm koşullarının ve bu koşullara karşı mücadele yöntemlerinin belirlenmesine ayrılmıştır. Sınırsız meta üretimi olarak tarif edilen kapitalizm tam da öznelerin birbirleri ile iletişimsizliği temelinde varlık sürdürmektedir. Marx’ın meta fetişizmi analizi de bu bağlamda yorumlanmıştır. Diğer yandan iletişimsizliğin kapitalist sistemin kaçınılmaz bir sonucu olduğu da sistem tarafından gizlenmekte ve çözüm olarak bir kez daha farklı türden metalar öne sürülmektedir. Bu metaların alıcısı olarak ise maskülen yapı yegane özne olarak öne sürülmektedir. Bu belirlenim patriyarkal kapitalizmin yeni bir tanımını yapma olanağı vermektedir. Bu bağlamda, feminen yapının benimsenip ön plana çıkarılmasının kapitalizme karşı yeni mücadele yollarının açılması ile sonuçlanabileceği gösterilmiştir.

 

Abstract

In this study, which starts from the practice of Lacanian psychoanalysis and proceeds to its theory, trauma is discussed first. Attention is drawn to the importance of the social in overcoming trauma as well as its realization. As a matter of fact, trauma itself has a social quality. What gives trauma this social quality is the unconscious, which is structured like a language and under the influence of language. The unconscious, in this context, means the outside, society, as the Other as well as the inside. It is not possible to address the Lacanian Subject in the most accurate way without taking into account the unconscious, which is the outside inside. In this context, the following parts of the study proceed to the idea of the subject through the unconscious. The basic determinations of the Lacanian subject are tried to be determined in the discussion of feminine and masculine structure. Woman and man are approached not as sexes or genders, but as reference points that need to be addressed in order to reveal the ontological structure of the subject. At the end of this discussion, attention was drawn to the fact that one of the basic determinations of the Lacanian subject that emerges in the oscillation between woman and man is miscommunication. In this ontological structure, the disconnection of the subjects from each other, and the fact that fantasy intervenes between the subjects in every situation, prevents a possible communication. The last stage of the study is devoted to identifying the capitalist conditions we live in on this basis and the methods of struggle against these conditions. Capitalism, defined as unlimited commodity production, exists precisely on the basis of the lack of communication between subjects. Marx’s analysis of commodity fetishism is also interpreted in this context. On the other hand, it is concealed by the system that miscommunication is an inevitable consequence of the capitalist system and once again different kinds of commodities are put forward as a solution. As the buyer of these commodities, the masculine structure is put forward as the sole subject. This determination makes it possible to give a new definition of patriarchal capitalism. In this context, it has been shown that the adoption and foregrounding of the feminine structure can result in the opening of new ways of struggle against capitalism.

/Kitap İncelemesi_Book Review

Öz

Felsefe metinlerinin çeviriler yoluyla Türkçeye nasıl aktarıldığı, tartışmaya açık bir meseledir. Zira çeviriler, Türkçe konuşulan dünyada genel felsefi kavrayışların yönünü olumlu ya da olumsuz şekilde belirleyebilecek güce sahiptir. Eksik, kolajlanmış ya da filozofun esas düşüncesinden ziyade tercümanın kendi ideolojilerini yansıtan bir çeviri, orijinal metni doğru anlama açısından olumsuz bir nitelik taşımaktadır. Ayrıca bu tür bir çeviri kültürel ve felsefi bağlamda bir katkı sağlamamaktadır. Öte yandan samimiyetle ve çeviri faaliyetinin esas amacını dikkate alarak yapılan bir çeviri, kültürün ve felsefi kavrayışların serpilmesine önemli ölçüde olanak sağlamaktadır. Bu çalışmada, çevirilerin olumlu ve olumsuz yönlerini incelemek açısından adeta bir laboratuvar niteliği taşıyan, Nietzsche’nin Der Antichrist: Fluch auf das Christenthum yapıtının farklı Türkçe çevirileri değerlendirilmiştir. Değerlendirme, Der Antichrist metninin altı farklı Türkçe çevirisiyle sınırlandırılmıştır ve bu çevirilerde fark edilen temel sorunlar örneklerle ayrıntılandırılmıştır.

 

Abstract

The way philosophical texts are translated into Turkish is a matter of debate. The translations have the power to determine the direction of the general philosophical understanding in the Turkish-speaking world, either in a positive or in a negative way. Negative for the correct understanding of the original text is a translation that is incomplete, collaged, or reflects the translator’s own ideologies rather than the actual thought of the philosopher. Furthermore, this kind of translation does not contribute to the cultural and philosophical context. However, a faithful translation, considering the primary purpose of the translation, provides a significant opportunity for cultural and philosophical comprehension. In this study, various Turkish translations of Nietzsche’s Der Antichrist: Fluch auf das Christenthum will be evaluated as a laboratory for the study of the positive and negative aspects of the translations. The evaluation is limited to six different Turkish translations of Der Antichrist, and the main problems found in these translations are presented in detail with examples.

/Çeviri_Translation

 

Öz

Yeni bilgi tabanları, gazeteler ve dergiler gibi kamuya açık belgeleri kullanarak içerik analizini geliştirmek ve kültürel değişimleri haritalamak isteyen araştırmacılar için yeni meydan okumalar ve fırsatlar sunmaktadır. Çalışmada nitel medya analizi, araştırma sorularının yorumlayıcı ve tematik analize izin veren bir araştırma tasarımına nasıl dönüştürülebileceğini göstermek ve zaman içinde, medya genelinde ve konular arasında eğilimler ve vurgular hakkında nicel bilgi sağlamak için ‘söylem izleme’ ile birleştirilmektedir. ‘Korku söylemi’ üzerine devam eden bir projeden elde edilen materyaller, büyük Amerikan gazetelerinde suç, korku ve kurban kavramlarını daha yaygın kullanma yönünde bir eğilim olduğunu göstermektedir. Makalede yöntemin kültürel çalışmalar araştırmacıları için olası kullanımı tartışılmaktadır.

 

Abstract

New information bases pose challenges and opportunities for researchers seeking to enhance content analysis and chart cultural shifts using public documents such as newspapers and magazines. A qualitative approach to media analysis is combined with a specific application, ‘tracking discourse,’ to demonstrate how research questions can be transformed into a research design that permits rich textual interpretive and thematic analysis, as well as provides quantitative information about trends and emphases over time, across media, and topics. Materials from an ongoing project on the ‘discourse of fear’ illustrate a shift in major American newspapers’ coverage toward more extensive use of crime, fear, and victim. Implications for cultural researchers are discussed.