Duygu Politikası: Bir Beden Ne Yapmaz Ki!

Duygu Politikası: Bir Beden Ne Yapmaz Ki!

 

Günümüz kapitalizminin, duyguları insanları yönlendirecek biçimde nasıl kullandığını sorgulamak gerçekten de önemlidir. Ancak belki de daha da önemli olan bu duygusal yönlendirmenin köklerine uzanmak, kapitalizmin bir icadı olup olmadığına bakmaktır. Aslında insanların duygularını yönlendirerek iktidarın lehine kullanma düşüncesi on yedinci yüzyıla kadar götürülebilir. Bu yüzyılda, duyguların bastırılması yerine yönlendirilmesi düşüncesini Blaise Pascal ve Bernard Mandeville’nin metinlerinde görebiliriz. On sekizinci yüzyılda ise Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı çok ses getiren eserinde benzer bir fikir karşımıza çıkar. Daha sonra, bu düşüncenin izleri liberalizmin dayanaklarından biri olarak ortaya çıkar. İnsanların öngörülemez duygularının gerçekliği karşısında, bu duyguları yönlendirici çözümler günümüze kadar süregelir. Peki, duygular neden bu kadar önemlidir? Yıllar boyunca onları bastırmak, yönlendirmek ya da birbirleriyle çatıştırmak için neden mücadele verilir? Duygular fazlasıyla önemlidir, çünkü öngörülemez bir potansiyele sahiptirler. Duyguları rasyonel bir biçimde öngöremezsiniz, hesaplayamazsınız ve belirli formüllerle açıklayamazsınız. Öngörülemeyen bir şey ise iktidar tarafından tehlikeli sınıfına sokulur ve kısa zamanda onu kontrol etmenin, ehlileştirmenin yolları araştırılır. Duygular da tarih boyunca iktidarların kontrol alanına girmişler ve bir biçimde onları ehlileştirmenin yolları bulunmaya çalışılmıştır. Peki, ehlileştirilmeye çalışılan duyguları tam olarak nasıl tanımlayabiliriz? Günümüz kapitalist iktidarı onları nasıl kontrol altına almaya çalışır? Duyguların bu iktidarı alaşağı edebilecek bir gücü var mıdır?

Brian Massumi’nin Hakan Erdoğan’ın çevirisiyle Otonom Yayıncılık tarafından yayımlanan Duygu Politikası isimli söyleşi kitabının, duygunun ne olduğunu tanımlaması, günümüz kapitalist iktidarı tarafından nasıl kontrol altına alınmaya çalışıldığını ve aslında yaşamın doğrudan politik değer taşıyan bir boyutu olduğunu göstermesi açısından Türkçe literatüre önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Genel olarak duyguyu tanımlamaya çalıştığımızda, aklımızda canlanan bireye özgü, kişisel alanla sınırlandırılmış bir kavramdır; onu, düşünmenin karşıtı olarak ele alınan “hissetme”ye indirgeriz. Fakat Massumi duygu (affect) kavramını öncelikle Spinoza’daki anlamıyla kullanmaya yönelir ve bu kavramın “düşünmeye hissetmeyi, hissetmeye düşünmeyi katan bir şey olarak anlaşılması” (s. 104) gerektiğini vurgular. Spinoza’nın tanımına göre duygu, birbirlerine daima eşlik eden “etkileme ve etkilenme kapasitesi”dir, başkalarına ve başka durumlara ya da olaylara bağlanma tarzlarıyla ilgilidir. Spinoza’nın yaptığı gibi, duyguyu bir etkileme ve etkilenme kapasitesi olarak tanımladığımızda, doğrudan ilişkisel bir kavram olarak görmeye başlarız. Zira, duygu, etkilenmeye açık olması itibariyle ilişkiseldir, toplumsaldır. Duyguyla birlikte düşünmek der Massumi, “ilişkisel alana içerimlenmiş olmamızı ve orada bulabileceğimiz potansiyeli dikkate alarak düşünmektir” (s. 161). O halde, duygu bireysellikle ya da yalnızlıkla ilgili psikolojik bir mesele değildir, birey-ötesidir, bir ilişki alanına dahildir; etkileme ve etkilenmişlik arasına yerleşerek ilişkisel bir alanın hissedilen niteliğidir. Massumi, “duyguyu, esasen bireysel değil, doğrudan kolektif (ilişkiye ait) bir şey olarak yeniden düşünmemiz gerektiğini” (s. 104) belirtir. Duyguyu kolektif bir şey olarak düşünmek, yani onun kolektif bireyleşmelerde ifade bulduğunu belirtmek, Massumi açısından şöyle bir çıkarım yapmaya imkân tanır: “Duygunun içinde olan biziz, duygu bizim içimizde değil. Duygu, insanca yaşamlarımızın öznel bir içeriği değil” (s. 136), tersine, bu içeriğin dışında ilişkisel bir boyuta işaret eder.

Peki, ilişkisel olan duygunun politik içerimleri konusunda neler söyleyebiliriz? Bu sorunun yanıtını Massumi, duygu ve beden arasında kurduğu ilişkiyi tüm kitap boyunca kat ederek vermeye çalışır. Şüphesiz bu ilişkiyi ilk kuran Massumi değildir. Spinoza’nın duygu kavramını bizzat bedenden bahsetmek için kullandığını biliyoruz. Bir beden, etkileme ve etkilenme yeteneğine (duygu yükü) sahiptir. Soyutlanmış ya da yalıtılmış bir yaşamdan ziyade, birbirimizle etkilenme halinde bir yaşam sürdürdüğümüzden bedenimiz diğer bedenlerle duygulanıma açık olur. Bu duygulanımların bazıları onunla uyuşur, bazıları da uyuşmaz. Ancak bir bedenin günümüzde neler yapabileceğini kapsamlı bir biçimde değerlendirmemiz için onun kapitalist iktidar ilişkileri içindeki konumunu Spinoza’nın ötesinde düşünmeye ihtiyacımız vardır.  Bu noktada Massumi, politikayı, kapitalist iktidarı ve hatta daha dar anlamıyla devlet iktidarını anlamak için duygunun ideoloji gibi kavramlardan çok daha önemli olduğunu ileri sürer. Bugün, iktidarın duygulanımsal hale geldiği fikri üzerinde ciddiyetle durmamız gerektiğini salık verir. Zira kapitalizmde en garip duygulanımsal eğilimler bile kar getirdiği sürece kabul görür. “Kapitalizm, duyguyu yeğinleştirmeye veya çeşitlendirmeye başlar, ama yalnızca artı değer elde etmek için yapar bunu. Kâr potansiyelini yeğinleştirmek için duyguyu gasp eder. Duyguyu kelimenin tam anlamıyla değerlendirir” (s. 36). Kapitalizm büyük ölçüde, davranışların duygulanımsal boyutunu yönlendirerek işler. Dolayısıyla, iktidarı bu duygulanımsal boyutla birlikte düşünmemiz gerektiğini belirttiğinde Massumi’ye katılmamak elde değildir.

Diğer yandan, Massumi söyleşilerinde sadece iktidarın duygulanımsal işleyişi fikrini irdelemez, aynı zamanda alternatif politik eylemlerin bu işleyişe karşı nasıl mücadele edebileceğinin de izlerini sürer. Solun, kapitalist iktidarın işleyiş biçiminde meydana gelen değişiklikleri ciddiye alıp direnişin yeni biçimlerini formüle etmesinin önemini vurgular. İktidara karşı bir karşı-iktidarın duygulanımsal potansiyel çeşitliliğini arttırmanın politik yollarını arar; direnişin, özgürlüğün duyguyla ilişkisini sorgular. Bu noktada vurgulanan duygunun salt olumlayıcı yönü değildir. Zira duygu sadece iyiyi ya da özgürlüğü istemez, faşizan da olabilir, gerici de. Toplumsal üretimin en baskıcı biçimlerinin dahi duygu tarafından yeniden üretilebileceğini aklımızda tuttuğumuzda aslında siyaset felsefesinin şu temel sorusu halen geçerliliğini korur: İnsanlar neden kölelikleri için sanki kurtuluşlarıymış gibi canla başla savaşır? Ya da başka bir ifadeyle, insanlar duygunun baskıcı biçimlere yönelmemesi için ne yapmalıdır? Bu doğrultuda, Massumi’nin duygunun kendisine ait bir etiği olması gerektiğini vurgulaması önemlidir. Bu, yaşamın olumlanmasına dayanan yaratıcı bir etiktir. Ancak Massumi, bu etiğin nasıl oluşabileceğine dair detaylı açıklamalarda bulunmaz. Bir bedenin yapabileceklerini duyguyla düşünür, ama etiğin, birey-ötesi duyguların yöneliminin özgürleştirici kolektif mücadelelerle ilişkisinde nasıl bir role sahip olabileceğini irdelemez. Söz konusu olan duygunun politik boyutu olduğunda, etik problemini, kolektif mücadele tartışmasının tam merkezine koymamız gerekmez mi?

Sonuç olarak, Massumi’nin Duygu Politikası kitabının, duygu kavramının başından itibaren ilişkisel, politik yönelimli olduğunu ortaya koyması ve duygunun politik boyutunu kapsamlı bir biçimde incelemesi açısından özgürleştirici kolektif mücadelelere katkı sağlayacağına inanıyorum. Unutmayalım ki, “özgürlük asla bireysel değildir. Doğası gereği ilişkiseldir.”