Doğanın Düzeni

Paul-Henri Thiry, Baron d’Holbach (1723-1789). Almanya doğumlu Fransız Aydınlanma filozofu, materyalizmi, determinist görüşü ve radikal ateizmi ile tanınır. Döneminin büyük isimlerini salonunda bir araya getirerek, Diderot’nun Ansiklopedi’sine katkılarda bulunarak ve bunlardan başka bizzat kendi eserleriyle Aydınlanma Dönemi’nde önemli bir yer edinir. Ama d’Holbach’ı asıl Aydınlanma filozofu kılan tutumu, akıl sayesinde ilerlemeye duyduğu güvende aramak gerekir. Ona göre insanın mutsuzluğu aklını kullanmamasından, kendini aldatmacalara kaptırmasından ya da hakiki bilgi için deneyden başka yöntemlere bel bağlamasındandır. Bununla beraber de insanın yaşadığı dünyayı tanımaya çalışması ile beraber mutluluğunu ve refahını sağlayabileceği fikri gelecektir.

Filozofun (ilk yayınlanması M. Mirabaud takma adıyla olan) baş eseri Système de la nature, ou des loix du monde physique et du monde moral (Doğanın Düzeni, ya da Fiziki ve Manevi Dünyanın Yasaları) henüz Türkçe’ye çevrilmemiştir. Bu yüzden filozofun görüşlerine bir tanıtım niteliği taşıyan kitabının ilk bölümünü çevirmeyi, en azından felsefe tarihi bağlamındaki bilgi birikimimiz ve araştırmalarımız için katkı sağlayabileceği fikriyle Türkçe’ye çevirmeyi yararlı bulduk.

1. Kısım / 1.Bölüm: Doğa Üzerine

İnsanlar, deneyi, hayal gücü ile yaratılan sistemler uğruna terk ettiklerinde daima yanılırlar. İnsan doğanın eseridir, doğada yaşar, yasalarına bağlıdır, ondan bağımsızlaşamaz, düşünceleri ile bile ondan ayrılamaz; aklının, görünür dünyanın sınırlarının ötesine geçmeyi arzulaması boşunadır, o her zaman doğanın içinde kalmaya mahkumdur.  Doğa tarafından şekillendirilmiş ve onunla sınırlanan bir varlık için, parçası olduğu ve tesiri altında olduğu o büyük bütünün ötesinde bir şey yoktur. Doğanın ötesinde veya doğanın kendisinden ayrı var sayılan varlıklar daima, kapladıkları mekan ve hareketleri hakkında hakiki bir bilgiye sahip olamayacağımız birer Khimaira* olacaklardır. Tüm varlıkları kapsayan bütünden başka bir şey yoktur ve olamaz.

Öyleyse insan, doğanın ona sunmadığı mutluluğa sahip olan varlıkların yaşadığı dünya ötesini aramayı bıraksın: bu doğayı incelesin, onun yasalarını öğrensin, onun enerjisi ve enerjisinin değişmez hareketi üzerine kafa yorsun, keşfettiklerini kendi refahı için uygulamaya koysun ve değiştirilemez olan yasalarına sessizce boyun eğsin, onun için nüfuz edilemez olan etrafını çeviren nedenleri bilemezliğine rıza göstersin, adımları geri alınamaz  olan veya özünün ona dayattığı kuralları asla hüküm dışı kılamayacağı bir evrensel gücün hükümlerine yakınmadan teslim olsun.

Fiziki insan ve manevi insan diye sık sık yaptığımız ayrımı gözle görülür bir şekilde kötü kullanıyoruz. İnsan, salt fiziki bir varlıktır; manevi insan, bu fiziki varlığın belli bir bakış açısında varsayılan halinden, yani kendi belli organik yapısının tetiklediği bazı davranış biçimlerinin dışavurumundan başka bir şey değildir.

Ama bu bünye doğanın bir eseri değil midir? Duyusal olan hareketleri ve davranış tutumları fiziksel değil midirler? İçerisinden tetiklenen görünmez eylemleri gibi iradesinden ve düşüncesinden gelen görülebilir eylemleri ve görülebilir hareketleri de aynı şekilde öz mekanizmasının doğal sonuçları olan doğal etkiler ve çevresindeki varlıklardan edindiği doğal itkilerdir. İnsan aklının var olma şeklini mükemmelleştirme ve daha mutlu kılmak için başarılı bir şekilde icat ettiği her şey, hiçbir zaman insanın kendi özünden ve etkileşime geçtiği diğer varlıklardan gelen zorunlu sonuçtan başka bir şey olmamıştır. Tüm kabiliyetlerimiz, düşüncelerimiz ve tecrübelerimiz, kendi doğamızın bize dayattığı mutluluğu elde etmeye yönelen daimi çabanın nesnelerinden başka bir şey değillerdir. Yaptığımız veya düşündüğümüz, olduğumuz ve olacağımız her şey, evrensel doğanın bizi yönlendirdiklerinin sonucundan başka bir şey değildir. Tüm fikirlerimiz, isteklerimiz, eylemlerimiz; bu doğanın bizim içimize yerleştirdiği özün ve niteliğin ve vasıtalarıyla olmaya ve değişime uğramaya zorunlu kıldığı durumların zorunlu etkileridir. Kısaca, sanat, kendi yaptığı enstrümanlar yardımıyla etkileşime geçen doğanın kendisinden başka bir şey değildir.

Doğa, çıplak ve muhtaç insanı, onun yaşam alanı olacak dünyaya gönderir; kısa zamanda derilerle giyinmeyi başarır, zamanla da onu altın ve ipeğin içinde görürüz. Bizim küremizin ötesinde yetişmiş ve atmosferin üstünden insanoğlunu tüm gelişimi ve değişimiyle izleyen bir canlı için, gelişmiş toplumlardaki -yani edinilmiş onca tecrübeler tarafından zenginleşip lüks içinde yüzen, günden güne binlerce yeni ihtiyaç icat eden ve onları tatmin etmek için binlerce yol keşfeden- insan, acı acı yemeğini aramak için ormanda çırılçıplak dolaştığında, doğa yasalarına berikinden daha az tabii olmazdı. Var oluşumuzu şekillendirmek için attığımız tüm adımlar, doğanın bize verdiği ilk itkilerin gelişiminden başka bir şey olmayan uzun bir neden ve sonuçlar dizgesinden başka bir şey olarak görülemez. Aynı hayvan, kendi bünyesi vasıtasıyla basit ihtiyaçlardan karmaşık olanlara sırasıyla geçer ama her koşulda bunlar yine onun doğasının sonuçlarıdır. Aynı şekilde güzelliğine hayran olduğumuz kelebek, cansız bir yumurta olarak başlar, bunun içinden ısının etkisi ile tırtıl dışarı çıkar, bu kozaya dönüşür ve daha sonra o canlı renklerini gördüğümüz kanatlı bir böceğe dönüşür: bu biçimini aldığında ürer ve yayılır; en sonunda süslerinden soyunup doğanın ona dayattığı görevini yerine getirdikten sonra yok olmaya mahkum olur ya da var oluşunun ilk anından itibaren izlediği değişim halkasında yerini bulur.

Tüm bitkilerde değişimler ve benzer/analog gelişimler görüyoruz; bunlar bitkiye doğa tarafından verilen birliğin/kombinasyonun, hücrenin, ilkel enerjinin bir sonucu vasıtasıyla gerçekleşir. Bu bilinçsizce gelişen ve şekillenen bitki, uzun yıllar sonucunda da onun ölümünü bildiren çiçekler üretir.

Tüm gelişiminde, gösterdiği tüm değişkenlerde, aynı şekilde insan da; daima düzeninde ve doğanın onu oluşturduğu malzemelerine has yasalarına göre davranır. Fiziki insan, duyularımızın bize tanıttığı nedenlerin itkilerine göre hareket eden insandır; manevi insan ise, önyargılarımızın bizi tanımaktan alıkoyduğu fiziksel nedenlere göre hareket eden insandır. Yabani insan, tecrübeden yoksun, kendi refahı için çalışmaktan aciz bir çocuktur. Uygar insan ise, kendi refahı uğruna tecrübesi ve sosyal hayatını doğadan yararlanmak uğruna kullanan insandır. Aydınlanmış insan, erginliğine ya da mükemmelliğine ulaşmış insandır. Mutlu insan, doğanın lütfunun tadını çıkarmayı bilendir; mutsuz insan, kendi acizliğinde bu lütuflardan yararlanamayandır.

Öyleyse insan, tüm araştırmalarında materyal dünya ve deneye bel bağlamalıdır: bunlar onun dininde, ahlakında, kanunlarında, politik yönetiminde, bilimlerde ve sanatlarda, hazlarında ve acılarında başvurmaları gereken şeylerdir. Doğa, deneylerimiz aracılığıyla bilebileceğimiz basit, değişmez ve genel yasalara göre hareket eder. Duyularımız aracılığıyla evrensel doğaya bağlıyızdır, duyularımız aracılığıyla onu tecrübe edebilir ve sırlarını keşfedebiliriz; tecrübelerden uzaklaştığımız, onları terk ettiğimiz anda boşluğa veya bizi yanlış yönlendiren hayal gücümüzün eline düşeriz.

İnsanların tüm hataları, maddi/fiziki hatalardır; doğanın yolunda gitmeyi, onun kurallarına başvurmayı, deneyi bunların yolunda kullanmayı ihmal etmediği sürece insanlar asla yanılgıya düşmeyecektir. Bu böyle olmakla birlikte, deneyin yanlışlığı; maddenin, niteliğinin, düzeninin, güçlerinin, hareket şeklinin ya da özünün sonucu oluşan enerjinin noksan fikirlerinden doğmuştur; bundan dolayı ki, tüm evren onlar için bir illüzyonlar sahnesine dönüşmüştür. Onlar doğayı tanımıyor, onun yasalarını yanlış biliyorlardır, onun içine dahil olan her şeye çizdiği zorunlu olan yolları zerre kadar görmemişlerdir. Hatta! onlar kendilerini bilmiyorlardır; deneyden tamamen uzak olan tüm düzenleri, varsayımları, akıl yürütmeleri uzun bir hatalar ve saçmalıklar düğümünden başka bir şey değildir.

Tüm hatalar zarar vericidir; düştüğü hatalardan dolayıdır ki insanoğlu mutsuzluğa yenik düşmüştür. Doğayı tanımada düşülen hata, yegane umut ve korku nesnelerine dönüşen tanrıları oluşturmuştur. İnsanlar, ihsandan olduğu kadar fesatlıktan da yoksun olan bu doğanın, varlıkları yok ederek ve yaratarak, aynı şekilde hassas kıldıklarına ıstırap çektirerek, onlara iyilikleri ve kötülükleri dağıtarak, durmadan yerlerini birbirleriyle değiştirerek zorunlu ve değişmez yasaları izlediğini hiç anlamamışlar: insanın acılarına çarenin ve mutlu olma yollarının, doğanın bizzat kendisinde ve güçlerinde olduğunu hiç görmemişlerdir; şeyleri, hazlarının ve bahtsızlıklarının yönlendiricisi sandıkları hayali varlıklardan beklemişlerdir.  Buradan da görülüyor ki doğayı tanımamaktan gelen büyük cehaletten dolayı insanoğlu bu kadar uzun süre çalkantılara maruz kalmıştır ve tüm kötülüklerin kaynağı olan batıl inançlı tapınımlar doğmuştur.

Kendi doğasını, kendi eğilimlerini, ihtiyaçlarını ve haklarını tanıma beceriksizliğinden dolayıdır ki toplumdaki insan, özgürlüğün içinden köleliğin ortasına düşmüştür. Yöneticilerinin kaprisleri için yüreğinin arzularını bastırma ve kendi öz sağlığını feda etme zorunluluğu gafletine veya inancına düşmüştür; birliğin ve hükumetin amacının bilgisini unutmuştur; yanlış yargısının onun gözüne üstün varlık ve düzenler, yeryüzündeki tanrılar gibi gösterdiği aslında kendisi gibi olan insanlara koşulsuzca boyun eğmiştir ve bunlar da onu köle yapmak, yozlaştırmak, canavarlaştırmak ve sefil kılmak için onun gafletinden yararlanmışlardır. Böylece kendi doğasını bilmemekten dolayı insanoğlu, esarete ve kötü yönetimin eline düşmüştür.

Kendisini yanlış bilmekten ve türünün diğer canlıları ile onun arasında olagelen bağı bilmemekten dolayıdır ki, insan diğerlerine karşı ödevinin bilgisinden yoksun kalmıştır. Bunların kendi refahı için gerekli olduğunun farkına hiç varmamıştır. Kendisine ne borçlu olduğunu, gerçekten mutlu olması için kaçınması gereken aşırılıkları, karşı koyması ya da kendi mutluluğu için tatması gereken tutkuları zerre kadar algılamıyordur; kısaca kendi menfaatlerinin hiçbirini tanımamıştır. Dolayısıyla, tüm karmaşalarını, dengesizliğini, utanç verici şehvet düşkünlüğünü ve öz muhafazası ve sağlığı hayrına olacak şeyleri de bilmiyordur. Yani, insanın ahlak meselelerinde aydınlığa kavuşmasını engelleyen insan doğasının bilgisizliğidir. Üstelik, bağlı olduğu o bozulmuş hükumetler de eğer bunları bilseydi bile zaten bunları uygulamaya geçirmesini engellerlerdi.

Yine doğayı ve yasalarını incelemedeki, kaynaklarını ve özelliklerini keşfetmedeki noksanlığından dolayı, ya da kendi kaderini iyileştirme yolunda attığı adımların yavaşlığı ve belirsizliğinden dolayı insan cehaletin içinde çürümektedir. Ataleti sebebini ve temelini örnekle, rutinle, eylem gerektiren ve akıl vasıtasıyla düşünmeyi zorunla kılan deneyden çok otorite ile yönlendirilmede buluyor. Bundan başka: insanların gösterdiği, gelenekleşmiş kuralları göz ardı etme isteksizliği; antikite ve babalarının en gülünç liyakatlarına olan budalaca ve bağımlı saygıları; onlara yararları uğruna olacak değişimler veya en olası eğilimler sunulduğunda onları alıkoyan korkularda buluyor. İşte utanç verici bir rehavet içinde cansızlaşan, çağdan çağa geçen suistimalin karşısında inleyen ve bahtsızlıklarına deva olabilecek şeyin fikrinin karşısında bile tir tir titreyen bir halkı görüyor oluşumuzun sebebi! Aynı uyuşukluk ve deneydeki noksanlıktan dolayı ki; tıp, fizik, tarım ve kısaca tüm kullanışlı bilimler, o kadar az dikkate değer gelişimler gösteriyor ve otoritenin köstekleri ile geziniyorlar.  Bu bilimler üzerine uğraşanlar, onlar için çizilmiş yolları takip etmeyi, onları silip yenilerini açmaya tercih ediyorlar. Hayal gücünün çılgınlıklarını ve onun bedel talep etmeyen var sayımlarını, doğanın sırlarını çözmede yegane işe yarayacak şeyler olan deneylere tercih ediyorlar.

Kısaca insanlar; tembellikten olsun, korkudan olsun, duyularının kanıtlarını yadsıyarak tüm eylemlerinde ve kuruluşlarında, hayal gücünden, coşkunluklarından, alışkanlıklarından, ön yargılarından ve hepsinden öte onların cehaletinden onları yanılgıya düşürmek için yararlanan otoriteden başka bir şey tarafından yönlendirilmiyorlar. Hayali düzenler; deneyin, düşüncenin ve aklın yerini alarak; korkuyla pusturulmuş, mucizelerle sarhoş edilmiş, ya da tembellik ile uyuşmuş ve tecrübesizliğin sebebi olan saflıkla yönlendirilmiş ruhlar, gülünç fikirler üretiyorlar veya sorgulamadan, onlara inanmaları istenen Khimaira’ları benimsiyorlar.

Doğayı ve yollarını tanımamak, deneyi hor görmek, aklı küçümsemekten dolayı, mucizevi ve doğaüstü olanı arzulamaktan ve en sonunda tereddüt içinde sendelediğinden dolayıdır ki insanoğlu, kurtulmaktan uzak olduğu devasa bir ergin olmayış halinde takılı kalmıştır. Kökenlerini ve kanıtlamalarını sorgulamaya asla cesaret edemediği çocuksu varsayımlardan başka bir şeye sahip olmamış; bunlara kutsal, bir an olsun tereddüt etmeye izin vermeyen kabul gören hakikatler olarak bakmaya alışmıştır. Cehaleti onu gülünç kılmış; merak duygusu ona mucizeleri bir lokmada yutturmuş; zaman, onun fikirlerinin kabul görmesini sağlamış ve nesilden nesile geçen varsayımları, doğruların yerini almıştır. Tiranik kuvvet, topluma hizmet için zorunluluğa dönüşmüş olan bu kavramlara olan inancına istikrarını sürdürtmüş; en sonunda, tüm insanoğlunun bilimi yalanlar, aydınlanmamış karanlıklar, çatışmalar; bazen de zorunluluğun daima ortaya çıkardığı, aslında asla daima tam anlamıyla sapamayacağımız hakikatin zayıf parıltıları ile iç içe geçmiş bir şey haline gelmiştir. Öyleyse, önyargının bulutlarının üstüne çıkalım. İnsanların görüşleri ve çeşitli sistemleri üzerine kafa yormak uğruna, etrafımızı saran yoğun atmosferi aşalım. Çelişkili hayal gücünü başımızdan savalım ve deneyi rehber olarak alalım, doğaya danışalım, onun içindeki şeyler hakkında doğru bilgiye sahip olmak için onu örnek almayı görev edinelim, bize yanlışça şüpheli olarak tanıttıkları duyularımızı sıkı bir şekilde araştıralım, nankörce iftira atıp değerden düşürdüğümüz aklı sorgulayalım, dikkatlice görülür dünya üzerine kafa yoralım ve bakalım düşünsel dünyanın bilinmeyen toprakları hakkında yargıya varmamız yeterli mi değil mi; belki de farkına varırız ki ikisini ayırmak için bir sebep yoktur ve eşit derecede doğanın alanı olan bu iki imparatorluğu nedensizce birbirinden ayırmışızdır.

Var olan her şeyin engin birliği olan bu evren, bize madde ve hareketten başka bir şey sunmaz: onun birliği bize sonu olmayan ve kesintiye uğramayan nedenler ve sonuçlar zincirinden başka bir şey göstermez: bu nedenlerden bazıları tarafımızca bilinir çünkü doğrudan duyularımıza çarparlar; bazıları bilinmez çünkü ilk sebeplerden çoğu zaman çok uzakta olan sonuçları bize dokunur.

Sayısız biçimlerde çeşitlendirilmiş ve bileştirilmiş maddeler, çeşitli hareketlerle durmadan iletişim halindedirler. Bu maddelerin farklı özellikleri, farklı dizgeleri, hareket biçimleri sonsuz çeşitlidir ve hepsi zorunlu bir süreci izler, bu da bize göre varlıkların özünü oluşturur ve bu varlıkların oluşturduğu farklı düzenler ve dizilimlerden oluşan bu çeşitli özlerin genel toplamı bizim doğa dediğimiz şeyi oluşturur.

İşte doğa, en genişletilmiş anlamında farklı maddelerin birliğinden, onların farklı dizilimlerinden ve evrende gördüğümüz farklı hareketlerinden oluşan büyük birliktir. Daha dar anlamında ya da her varlıktaki haliyle düşünüldüğünde doğa özden gelen, yani; özelliklerinden, dizilimlerinden, hareketlerinden veya hareket biçimlerinden gelen, onu diğer varlıklardan ayıran bütündür. Yani insan, düzenine organizasyon denilen belli özdeklerin ve onlara bahşedilen şahsi özelliklerin oluşturduğu bütündür, ve özü hissetmek, düşünmek, davranmak olan, kısaca kıyaslandığı diğer varlıklardan onu ayıran bir şekilde hareket eden bir bütündür: bu kıyaslamaya göre insan, onlarda kendisinin sahip olduğu özellikleri görmediği hayvanlardan farklı bir düzen, farklı bir sistem, farklı bir sınıf içinde yer alır. Varlıkların farklı düzenleri ya da öyle ifade etmek istersek belli/kendi doğaları, genel düzene, büyük birliğe, parçası oldukları ve içinde var olan her şeyin zorunlu olarak birbiriyle ilişkili olduğu doğaya bağlıdır.

 

Temel alınan kaynak: Paul-Henri Thiry, baron d’Holbach – Système de la nature, ou des loix du monde physique et du monde moral, 1770: Londre(Exporté de Wikisource).


* Aslan başlı, keçi gövdeli, kuyruğu yılan olan; ya da Hesiodos’a göre aslan, keçi ve yılan olmak üzere üç başlı mitolojik yaratık. D’Holbach burada en fantastik yaratıkların bile yalnızca doğada olan şeylerin parça parça bir araya getirilmesinden kurgulandığını belirtmek istiyor. -ç.n.