Dilin Mantıksal Çözümlemesi Yoluyla Metafiziğin Aşılması

1. Giriş
2. Bir Sözcüğün Anlamı
3. Anlamdan Yoksun Metafizik Sözcükler
4. Bir Tümcenin Anlamı
5. Metafizik Sözde Tümceler
6. Her Türlü Metafiziğin Anlamsızlığı
7. Yaşam Duygularının İfadesi Olarak Metafizik

1. Giriş

Yunan Şüphecilerinden 19. yüzyıl deneycilerine kadar pek çok metafizik karşıtı olmuştur. Öne sürülen düşünceler de çok farklı türdendir. Kimileri deney bilgisiyle çeliştiği için metafiziği yanlış bulurken, kimileri soruları insan bilgisinin sınırlarını aştığı için bulanık bulurlar. Metafiziğe karşı çıkan birçok kişi, metafizik sorularla uğraşmayı verimsiz bir çaba olarak nitelemişler; bu sorular ister yanıtlanabilsin, ister yanıtlanamasın, her iki durumda da onlarla ilgilenmeyi gereksiz bulmuşlardır; onlara göre, insan kendisini etkin insanın her gün karşılaştığı pratik ödevlere tümüyle adamalıdır.

Modern mantığın gelişmesiyle, metafiziğin geçerliliği ve haklılığı sorusuna, yeni ve daha kesin bir yanıt vermek olanaklı olmuştur. Bilim önermelerinin bilgi içeriğini ve bu önermelerde ortaya çıkan sözcüklerin (“kavramlar”ın) anlamlarını, mantıksal çözümlemeyle, açıklığa kavuşturmayı kendilerine ödev edinen “uygulamalı mantık” ya da “bilgi kuramı”  araştırmaları, biri olumlu, biri olumsuz iki sonuca ulaşmışlardır. Olumlu sonuç deney bilimleri alanında kazanılır: Farklı bilim dallarının kendilerine özgü kavramları açıklanır; onların biçimsel-mantıksal ve bilgikuramsal bağlantıları gösterilir. Mantıksal çözümleme metafizik alanında (tüm değer felsefesini ve norm bilimini kapsayacak biçimde) ortaya konulan önermelerim tümüyle anlamsız olduğunu göstererek, olumsuz sonuca götürür. Böylece, daha önceki metafizik karşıtı bakış açılarından hareketle henüz başarılması olanaklı olmayan bir şey gerçekleşir: Metafiziğin radikal bir biçimde yenilgiye uğratılması… Her ne kadar daha önceki kimi görüşlerde, örneğin adcı görüşlerde de benzer düşünceler bulunsa da, mantığın son yirmi-otuz yıldan beri kaydettiği gelişme ile beraber yeterli keskinliğe sahip bir araç haline gelmesinden sonra ancak bugün metafizik karşısındaki asıl başarı olanaklı olabilmiştir.

Metafizik tümceler diye adlandırılan tümcelerin anlamsız olduğunu söylediğimizde, bu sözcük dar anlamıyla kullanılmıştır. Buna karşılık, sözcüğün geniş anlamında, kuruluşu tamamen bozuk olan bir tümce veya soru (örneğin “Viyana’da telefon numaraları 3 ile biten kişilerin ortalama ağırlığı ne kadardır?” sorusu); ya da apaçık yanlış olan bir tümce (örneğin “1910 yılında Viyana’da 6 kişi yaşıyordu”); ya da yalnız deneysel olarak değil, mantıksal olarak da yanlış olan, yani çelişkili tümceler de (örneğin “A ve B kişilerinden her biri diğerinden bir yaş büyüktür”) anlamsız diye nitelenmektedirler. Bu tür tümceler gereksiz ya da yanlış olsalar da anlamlıdırlar; çünkü yalnızca anlamlı tümceler (teorik olarak) gerekli ve gereksiz, doğru ve yanlış diye ayrılabilirler. Buna karşılık,  belirli bir dilde asla bir tümce oluşturmayan sözcükler dizisi, sözcüğün dar anlamında, anlamsızdır. İlk bakışta böyle bir sözcük dizisi bir tümceymiş gibi görünebilir; bu durumda ona sözde tümce [Scheinsatz] deriz. Öyleyse bizim tezimiz, metafiziğin sözüm ona tümcelerinin, mantıksal çözümleme yoluyla, sözde tümceler olduğunun açığa çıkarılabileceğini iddia eder.

Bir dil sözcükler ve sözdiziminden, yani anlamı olan bir sözcükler kümesi ile tümce kuruluşuna ilişkin kurallardan oluşur; bu kurallar farklı türden sözcüklerden nasıl tümceler kurulabildiğini gösterir. Buna göre, iki çeşit sözde tümce vardır: ya yanlışlıkla anlamı olduğu düşünülen bir sözcük mevcuttur veya mevcut olan sözcükler bir bakıma anlamlıdır, ama sözdizimine aykırı biçimde biraraya getirildikleri için ortaya hiçbir anlam çıkmaz. Her iki tür sözde tümcenin metafizikte yer aldığını örneklerle göreceğiz. Sonra, bizim tüm bir metafiziğin böyle sözde tümcelerden oluştuğuna ilişkin tezimizin hangi gerekçelere dayandığını da ele almak zorundayız.

2. Bir Sözcüğün Anlamı

Bir sözcüğün (belirli bir dil içerisinde) anlamı varsa, onun bir “kavram”ı gösterdiği de söylenir; gerçekte bir anlamı olmadığı halde, sözcüğün bir anlamı varmış gibi görünüyorsa, o zaman bir “sözde kavram”dan söz ederiz. Böyle bir sözde kavramın ortaya çıkması nasıl açıklanabilir? Her sözcük belirli bir şeyi ifade etmek için dile katılmamış mıdır; öyleyse ilk kullanılışından itibaren her sözcüğün belirli bir anlamı yok mudur? Bu durumda, geleneksel dilde nasıl olur da anlamsız sözcükler olabilir? Başlangıçta her sözcüğün (ileride bir örneğini vereceğimiz nadir istisnalar hariç) şüphesiz bir anlamı vardır. Tarihsel gelişim içerisinde bir sözcüğün anlamı sık sık değişir. Bu sırada bir sözcüğün, yeni bir anlam kazanmadan eski anlamını yitirdiği de olur. Bu yolla bir sözde kavram ortaya çıkar.

O halde bir sözcüğün anlamı nerede bulunur? Bir sözcük hakkında ne tür saptamalar yapılmalıdır ki, onun bir anlamı olsun? (Bu saptamaların, modern bilimin birtakım sözcük ve sembollerinde olduğu gibi açıkça ifade edilmiş olup olmaması ya da geleneksel dilin çoğu sözcüklerinde olduğu gibi sessizce uylaşılmış olup olmaması, burada bunlar bizi ilgilendirmiyor.) İlk önce sözcüğün sözdizimi belirlenmeli, yani en basit tümce yapısında kendisini gösteren türü belirlenmelidir. Bu tümce biçimini, o sözcüğün temel tümcesi diye adlandırıyoruz. “Taş” sözcüğü için temel tümce biçimi, örneğin “X bir taştır” biçimindedir; bu biçimdeki tümcelerde “x” yerine nesneler grubundan herhangi bir niteleme yer alır, “bu elmas”, “bu elma” gibi. İkinci olarak, ilgili sözcüğün temel tümcesi(S) için, aşağıdaki gibi değişik biçimlerde dile getirebildiğimiz şu soru yanıtlanmalıdır:
1. S ne tür tümcelerden türetilebilir ve hangi tümceler S’den
türetilebilir?
2. S hangi şartlarda doğru, hangi şartlarda yanlış olur?
3. S nasıl doğrulanabilir?
4. S’nin ne anlamı vardır?

(1) doğru ifadedir; (2) mantık diline uygun düşer; (3) bilgikuramının diline, (4) felsefe (fenomenoloji) diline uygundur. Filozofların (4) ile öne sürdüklerini, (2) ile ele aldıklarını, Wittgenstein şöyle dile getirmiştir: bir tümcenin anlamı onun doğruluk ölçütündedir. [(1) “meta-mantıksal” ifadedir; duyuların ve sözdiziminin kuramı olarak meta-mantığın, yani türetme ilişkilerinin ayrıntılı bir sunumu ise, ileride başka bir yerde yapılacaktır.]

Birçok sözcükte, özellikle de bilimin kullandığı sözcüklerin ağırlıklı bir bölümünde, anlamı başka sözcüklere (“yapı”, tanım) geri götürerek vermek mümkündür. Örneğin “antropodlar, eklemli beden, eklemli uzantılar ile kitinden (Eklembacaklılardaki bir karbonhidrat türü) oluşan bir vücut örtüsüne sahip olan hayvanlardır”. Böylece “antropod” sözcüğünün temel tümce biçimi, yani “x nesnesi bir antropoddur” tümce biçimi için değinilen soru yanıtlanmış olur; bu biçimdeki bir tümcenin ” x bir hayvandır”, “x’in eklemli bir vücudu vardır”, “x’in eklemli vücut parçaları vardır”, ” x’in kitinden oluşan bir vücut örtüsü vardır” biçimindeki öncüllerden türetilebilir olması ve bunun tersine, bu tümcelerden her birinin bir diğerinden türetilebilir olması gerektiği açıktır. Türetilebilirlik (antropod hakkındaki temel tümcenin türetilebilirliği) üzerindeki (başka bir deyişle, doğruluk ölçütü, doğrulama yöntemi, anlam üzerindeki) bu belirlemeler antropod sözcüğünün anlamını ortaya koymuştur.  Bu şekilde, dilin her sözcüğü başka sözcüklere,  sonuçta da “gözlem tümceleri” veya “protokol tümceleri” denen tümcelerde ortaya çıkan sözcüklere geri götürülür. Sözcük bu geri götürülüşle anlam kazanır.

Şimdiye kadar hiçbir nihaî yanıt verilemeyen ilk tümcelerin (protokol tümcelerinin) biçim ve içeriğine ilişkin soruyu,  tartışmamızda tamamıyla bir yana bırakabiliriz. Bilgi kuramında genellikle ilk tümcelerin “verilmiş olan”a ilişkin oldukları söylenir; ama verilmiş olanla ne kastedildiği konusunda bir uzlaşma yoktur. Zaman zaman verilmiş olan hakkındaki tümcelerin en basit anlam ve duygu niteliklerini (örneğin “sıcak”, “mavi”, “sevinç” ve buna benzer şeyler) dile getirdikleri savunulur; başkaları ise ilk tümcelerin yaşantı bütünlerinin ve bunlar arasındaki benzerlik ilişkilerini dile getirdiği görüşüne eğilim gösterirler; başka bir görüşe göre, ilk tümceler de nesnelerden (şeylerden) söz ederler. Bu görüşlerin çeşitliliği bir yana, şu kesindir ki, bir sözcük dizgesi, yalnızca  protokol tümcelerinden türetilme bağlantıları açık ise bir anlama sahiptir; bu protokol tümcesi ister bu ister şu özellikte olsun fark etmez ve aynı zamanda bir sözcük, ancak içinde sözcüğün yer alabileceği tümceler, protokol tümcelerine geri götürülebilir ise bir anlama sahiptir.

Bir sözcüğün anlamı ölçütü yoluyla belirlendiğinden, (başka bir deyişle, temel tümcesinden türetme ilişkileriyle, doğruluk koşullarıyla, kendi doğrulama yöntemi yoluyla belirlendiğinden) ölçütün belirlenmesinden sonra da, o sözcükle ne “denilmek” istenildiği belirlenmiş olmaz. Sözcüğün kesin bir anlam kazanması için ölçütünün mutlaka verilmiş olması gerekir, ama ölçütten daha fazlası da verilemez; çünkü ölçüt vasıtasıyla geri kalan her şey belirlenmiş olur. Ölçütte anlam örtük bir biçimde bulunur, geriye sadece onu açık bir biçimde ortaya çıkarmak kalır.

Varsayalım ki, birisi “babig” diye yeni bir sözcük ortaya atıyor ve “babig” olan ve olmayan şeylerin olduğunu iddia ediyor. Bu sözcüğün anlamını öğrenmek için ona ölçütünü sorarız: belirli bir şeyin “babig” olup olmadığı nasıl saptanabilir? Öncelikle şunu kabul edelim ki, soru yöneltilen kişi bir yanıt borçludur: o “babig”lik için hiçbir deneysel im olmadığını söylesin. Bu durumda sözcüğün kullanımını geçerli sayamayız. Buna karşın sözcüğü kullanan kişi, “babig” olan ve olmayan nesneler olduğunu, hangi şeylerin “babig”, hangi şeylerin olmadığının, sonlu ve güçsüz insan anlama yetisi için sonsuza kadar bir sır olarak kalacağını söylerse, o zaman bunu boş bir konuşma olarak görürüz. Belki o bize, yine de, “babig” sözcüğüyle birşeyler anlattığını iddia edecektir.  Ama buradan yalnızca onun kimi tasarım ve duyguları bu sözcükle birleştirdiği psikolojik olgusunu öğreniriz. Ama bir sözcük bu yolla anlam kazanmaz. Yeni sözcük için hiçbir ölçüt belirlenmediyse, bu sözcüklerin içinde geçtiği tümceler birşey söylemezler, onlar sadece sözde tümcelerdir.

İkinci olarak varsayalım ki, “babig” sözcüğü örneğinde olduğu gibi, yeni sözcük için ölçüt belirlenmiş olsun; hatta şu tümce, “bu nesne babigtir” tümcesi, ancak ve ancak nesne dörtköşeli ise doğru olsun. (Burada, bu ölçütün açık olarak ifade edilmiş olup olmaması ya da hangi durumlarda sözcüğün evetlenerek, hangi durumlarda değillenerek kullanıldığının gözlenerek ölçütün saptanıp saptanmadığı, bizim tartışmamız için önemsizdir.)  Burada “babig” sözcüğünün “dörtköşeli” sözcüğüyle aynı anlama sahip olduğunu söyleriz. Ama sözcüğü kullananlar, onunla “dörtköşeli”den başka birşeyi kastettiklerini, yine de her dört köşeli nesnenin aynı zamanda “babig” olduğunu ve her “babig” olanın da dört köşeli olduğunu, dörtköşeliliğin “babig”lik için yalnızca görünür bir ifade olduğunu, ama “babig”liğin kendisinin gizli, algılanamaz bir özellik olduğunu söylerlerse, onu geçersiz sayarız. Burada ölçüt saptandıktan sonra, “babig” sözcüğünün “dört köşeli” anlamına geldiğini ve artık şunu ya da bunu bu sözcükle anlatma özgürlüğünün  varolmadığını kabul ediyoruz.

Tartışmalarımızın sonucunu kısaca özetlersek: “a” herhangi bir sözcük ve S(a) içinde bu sözcüğün geçtiği temel tümce ise, “a”nın bir anlamı olması için yeterli ve gerekli koşul, temelde aynı şeyi ifade eden, aşağıdaki formüllerden her biriyle ortaya konulabilmektedir:
1. “a” için deneysel imler bilinmektedir.
2. S(a)’nın hangi türden protokol tümcelerinden türetilebildiği
bellidir.
3. S(a) için doğruluk koşulu bellidir.
4. S(a)’nın doğrulanma yolu bilinmektedir .

3. Anlamı Olmayan Metafizik Sözcükler

Metafizik sözcüklerin birçoğunun az önce öne sürülen koşulları yerine getirmediği, yani anlamdan yoksun oldukları görülmektedir.

Örnek olarak metafizik “ilke” terimini (bilgi ilkesi ya da temel ilke olarak değil de, varlık ilkesi olarak “ilke”yi) ele alalım. Farklı metafizikçiler “dünyanın” (veya “şeylerin”, “varlığın”, “varolanların”) (en üst) ilkesinin ne olduğu sorusunu yanıtlamışlardır: örn. ilkenin su, sayı, biçim, hareket, hayat, tin, ide, bilinçsiz olan, eylem, iyi ve birçok benzeri şeyler [olduğu söylenmiştir]. Bu metafizik soruda “ilke” sözcüğünün anlamını bulmak için metafizikçilere ” x y’nin ilkesidir” biçimindeki bir tümcenin, hangi koşullarda doğru, hangi koşullarda yanlış olması gerektiği sorulmalıdır; başka bir ifadeyle, “ilke” sözcüğünün tanımını ya da imini(işaretini) soruyoruz. Metafizikçi aşağı yukarı şöyle yanıtlar: ” x y’nin ilkesidir” demek, ” y x’den gelir”, ” y’nin varlığı x’in varlığına dayanır”, “y x yoluyla varolur” vb. demektir. Fakat bu sözcükler çok anlamlı ve belirsizdir. Birçok durumda, bunların açık bir anlamı da vardır: örn. x türünden olay veya şeylerin sıkça hep y türünden şeyleri izlediğini (yasalılığa dayanan bir ardardalık anlamında nedensellik ilişkisini) gözlemlersek, y şeyi ya da olayının x’den geldiğini söyleriz. Ama metafizikçi, deneysel olarak saptanabilen ilişkileri kastetmediğini söyler; yoksa onun metafizik tezleri, fiziğin deney tümceleri gibi, onlarla aynı türden basit deney tümceleri olurdu. “Ortaya çıkarma” sözcüğünün, sözcüğün genel kullanımda sahip olduğu ardardalık ve koşul olma ilişkisi anlamını taşımadığı söylenir. Ama anlam için başka hiçbir ölçüt verilmez. Bunun sonucu olarak, sözcüğün deneysel anlamından farklı olarak sahip olması gerektiği söylenen sözde metafizik anlam da yoktur. “İlke” sözcüğünün ( ve ona karşılık gelen Yunanca arkhe sözcüğünün) kökensel anlamını düşünürsek, burada aynı gelişim [sürecinin] olduğunu farzederiz. “Başlangıç” kelimesinin kökensel anlamı, ilke sözcüğüne açıkça aktarılmıştır; ancak artık zamansal ilk olan değil, bir başka spesifik metafizik açıdan varolan bir ilk olan anlamına gelmektedir. Ne var ki bu “metafizik bakış açısı” için ölçütler verilmemiştir. Her iki durumda da, ona yeni bir anlam verilmeden, onun önceki anlamı ona aktarılmış; sözcük geriye boş bir kabuk olarak kalmıştır.  Bu sözcüğe, daha önceki anlamlı döneminden,  farklı tasarımlar çağrışımsal olarak bağlı kalır; içinde artık sözcüğün kullanıldığı bağlamlar yoluyla, bunlar yeni tasarım ve duygulara bağlanırlar. Ama bununla sözcüğün bir anlamı olmaz ve bir doğrulama yolu ortaya konamadığı sürece de sözcük anlamsız kalmaya devam eder.

Başka bir örnek “tanrı” sözcüğüdür. Bu sözcüğün  farklı alanlardaki farklı kullanımlarını dikkate alarak, dil kullanımını zaman olarak birbiriyle kesişen, üç farklı durum ya da tarihsel döneme ayırmalıyız. Mitoloji dilinde sözcüğün anlamı açıktır. Bu sözcükle, (diğer dillerdeki koşut sözcüklerde olduğu gibi)  bazen Olimpos’ta, gökyüzünde ya da yer altında hüküm süren ve güç, bilgelik, iyilik ve talihle az ya da çok bir mükemmellikle donatılmış olan bedensel varlık nitelenir. Bazen de bu sözcük, insandaki gibi bir bedene sahip olmayan, ama yine de görülen, dünyanın nesne ve olaylarında kendisini gösteren ve bundan dolayı deneysel olarak saptanabilen ruhsal-tinsel varlıkları tanımlar. Buna karşılık metafizik dilinde “tanrı” sözcüğü, deneyüstü bir şeyi niteler. Bedensel olan veya bedensel olanda bulunan ruhsal varlığın anlamı, belirgin bir biçimde sözcüğe aktarılmıştır. Yeni bir anlam da verilmediği için sözcük anlamsız olmuştur. Fakat sık sık metafizik dilinde de sanki “tanrı” sözcüğüne bir anlam verilmiş gibi görünür. Ne var ki yapılan tanımlara yakından bakıldığında, bunların sözde tanımlar oldukları görülür; bunlar ya mantıksal bakımdan olanaklı olmayan (kendilerinden daha sonra söz edilecek olan) sözcük bağlantılarına ya da başka metafizik sözcüklere (örn. “ilk temel”, “saltık olan”, “koşullu olan”, “bağımsız olan”, “kendi başına olan” vb.) dayandırılırlar; fakat hiçbir durumda temel tümcenin doğruluk koşullarına dayandırılamazlar. Bu sözcükte, mantığın ilk koşulu bile, aslında onun sözdizimsel verilişine ilişkin koşul, yani onun temel tümcedeki yer alma biçimine ilişkin koşul bile yerine gelmez. Burada temel tümcenin “x bir tanrıdır” biçimini taşıması gerekirdi; ama metafizikçi, ya başka bir biçim vermeksizin bu biçimi tümüyle yadsır ya da onu kabul ettiğinde, x değişkeninin sözdizimsel kategorisini vermez. (Kategoriler, cisimler, cisimsel özellikler, cisimler arası ilişkiler, sayılar vb. şeylerdir.)

Mitolojik ve metafizik dil kullanımları arasında “tanrı” sözcüğüne ilişkin teolojik dil kullanımı yer alır. Burada sözcüğün kendine özgü bir anlamı yoktur, diğer iki kullanım biçimi arasında gidip gelinir. Kimi teologların açık bir deneysel (yani bizim dilimizle mitolojik) tanrı kavramı vardır. Bu durumda hiçbir sözde tümce söz konusu değildir; ama teologlar için sakınca, bu açıklamada teolojik tümcelerin deneysel tümceler olmasında, buna bağlı olarak da deney bilimleri yargıları içinde yer almalarıdır. Diğer teologlarda ise, açıkça, metafizik dil kullanımı söz konusudur. Yine diğer bazılarında ise, bunlar ister şu, ister bu dil kullanımını izlesin, isterse açıkça kavranılamayan, iki yanı da sergileyen ifadeler kullanıyor olsunlar, dil kullanımı açık değildir.

Ele alınan “ilke” ve “Tanrı” örneklerinde olduğu gibi, diğer birçok metafiziğe özgü terim de anlamsızdır, örneğin “ide”, “saltık” “koşulsuz”, “sonsuz”, “varolanın varlığı”, “varolmayan”, “kendinde şey”, “saltık tin”, “nesnel tin”, “öz”, “kendinde-olma”, “kendinde ve kendisi için olma”, “taşma”,”vahyetmek”, “ayrım”, “ben”, “ben olmayan” vs. Bu ifadelerde de durum, daha önce düşünülen “babig” sözcüğünden farklı değildir. Metafizikçi bize, deneysel doğruluk koşularının ortaya konulamayacağını söyler; ama, böyle bir sözcükle yine de birşey “kastettiğini” buna eklerse, bu durumda sözcüğe eşlik eden tasarım ve duyguların kastedildiğini, ama bunlarla sözcüğün bir anlam kazanmadığını biliriz. Böyle sözcükler barındıran metafizik sözde tümcelerin hiçbir anlamı yoktur; bunlar hiçbir şey söylemezler, yalnızca sözde tümcelerdir. Onların tarihsel oluşumunun nasıl açıklanacağını daha sonra ele alacağız.

4. Bir Tümcenin Anlamı

Şimdiye kadar içlerinde anlamsız bir sözcük bulunan sözde tümceleri inceledik. Ama ikinci bir tür sözde tümceler de var. Bu ikinci tür sözde tümceler, anlamlı sözcüklerden oluşurlar; ama bu sözcüklerden öyle bir biçimde oluşurlar ki, sonuçta ortaya hiçbir anlam çıkmaz. Bir dilin sözdizimi, hangi sözcük bağlantılarının yapılabilir, hangilerinin yapılamaz olduğunu bildirir. Ama doğal dillerin dilbilgisel söz dizimi, anlamsız sözcük bağlantılarının elenmesi ödevini tam olarak yerine getirememektedir. Örnek olarak aşağıdaki iki sözcük dizisini alalım:
1. “Sezardır ve”,
2. “Sezar bir asal sayıdır”.
Birinci sözcük dizisi sözdizimine aykırı bir biçimde kurulmuştur; söz dizimi üçüncü konumda bir bağlacın değil, bir yüklemin, yani  (takısıyla) bir ismin ya da bir sıfatın olmasını gerektirir. Örneğin “Sezar bir başkomutandır” sözcük dizisi söz dizimine uygun bir biçimde kurulmuştur; bu anlamlı bir sözcük dizisi, gerçek bir tümcedir. Aynı şekilde 2. sözcük dizisi de söz dizimine uygun bir biçimde kurulmuştur; çünkü o da yukarıda belirtilen tümceyle aynı dilbilgisel yapıya sahiptir. Ama buna rağmen 2. ifade anlamsızdır. “Asal sayı” sayılara özgü bir özelliktir; onun bir kişide ne olduğu, ne de olmadığı söylenebilir. (2) bir tümce gibi göründüğü, fakat bir tümce olmadığı için, hiçbir şey söylemez; ne varolan bir nesne durumunu ne de varolmayan bir nesne durumunu dile getirmediği için, biz bu sözcük dizisine “sözde tümce” diyoruz. Dilbilgisel söz dizimi bozulmadığı için, ilk bakışta insan, yanlış bir tümce de olsa, [sonuçta] bir tümceyle uğraştığı gibi yanlış bir düşünceye kapılabilir. Ama “a bir asal sayıdır” [tümcesi], ancak ve ancak, eğer a, ne a ne de 1 olan, doğal bir sayı vasıtasıyla bölünebilir ise yanlıştır; burada açıkça “a” yerine “Sezar” konulamaz. Anlamsızlık kolayca fark edilsin diye bu örnek seçilmiştir; kimi metafizik diye adlandırılan tümcelerde, onların sözde tümce olduğunu anlamak bu kadar kolay değildir. Günlük dilde dilbilgisi kurallarını ihlal etmeden anlamsız bir sözcük dizisi oluşturmanın olanaklı olması, dilbilgisel söz diziminin, mantıksal bakış açısından bakıldığında yetersiz olduğunu göstermektedir. Dilbilgisel söz dizimi mantıksal söz dizimiyle tam olarak örtüşseydi, sözde tümce diye birşey olamazdı. Dilbilgisel söz dizimi, yalnızca isimlerin, sıfatların, fiillerin, bağlaçların vb. sözcük türlerini ayırmakla yetinmeyip, bu türler içinde kesin, mantık açısından gerekli olan ayrımları yapsaydı, hiçbir sözde tümce kurulamazdı. Örneğin isimler, cisimlerin, sayıların vb. şeylerin özelliklerini nitelemelerine göre, dilbilgisel olarak birçok sözcük türlerine ayrılsaydı, böylece “başkomutan” ve “asal sayı” sözcükleri dilbilgisel olarak farklı sözcük türlerine ait olurdu ve (2) de (1) kadar dile aykırı olurdu. Yani doğru kurulmuş bir dilde, tüm anlamsız sözcük dizileri (1) örneği türünden olurdu. Böylece onlar da dilbilgisi vasıtasıyla zaten otomatik olarak dışarıda bırakılmış olurdu. Bu şu demektir: anlamsızlıktan kaçınmak için, tek tek sözcüklerin anlamına değil, onların sözcük türlerine (“söz dizimsel kategori”, örneğin: şey, şeyin özelliği, şey bağlantısı, sayı, sayı özelliği, sayı bağlantısı vb.) dikkat etmek gerekmektedir. Eğer metafiziğin tümcelerinin sözde tümce olduğu tezimiz doğruysa, mantıksal olarak doğru kurulmuş bir dilde metafizik asla dile getirilemezdi. Buradan,  mantıkçıların bugün üzerinde çalıştıkları bir mantıksal söz diziminin kurulması ödevinin,  felsefe açısından ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.

5. Metafizik Sözde Tümceler

Şimdi, tarihsel-dilbilimsel söz dizimi [kurallarına] uyulmasına karşın, mantıksal söz diziminin ihlal edildiğinin çok açık görülebildiği birkaç metafizik tümce örneğini ele almak istiyoruz. Günümüzde Almanya’da en etkili metafizik öğretiden  birkaç tümce seçiyoruz.
“Araştırılması gereken yalnızca Varolandır ve bundan başka —Hiçtir; yalnız Varolanın kendisi ve devamıdır —Hiçtir; tek başına Varolandır ve bunun ötesidir —Hiçtir. Bu Hiç de neyin nesi? – -Hiç, yalnızca “değil”, yani değilleme yüzünden mi var? Yoksa tam tersi mi? “Değil” ve değilleme Hiç varolduğu için mi var? – – İddia ediyoruz ki: Hiç “değil” ve değillemeden daha köklüdür. — — Hiçi nerede arayacağız? Hiçi nasıl bulacağız? — — Hiçi tanıyoruz. — — Korku Hiçi açığa çıkarır. — —Neden ve ne için korktuğumuz şey ‘aslında’ — hiçtir. Aslında: hiçin kendisi —olduğu gibi— oradaydı. — — Bu Hiç de neyin nesi? — — Hiç kendisi hiçmekte.”

Sözde tümceler kurulabilmesinin dilin mantıksal eksikliğine dayandığını göstermek için, aşağıdaki şemayı yaptık. I. gruptaki tümceler hemen dilbilgisel olarak hem de mantıksal olarak sorunsuzdur, yani anlamlıdırlar. II. gruptaki tümceler(B3 hariç), dilbilgisel olarak I. gruptaki tümcelerle tam bir benzeşiklik içindedir. II A tümce biçimi (soru ve yanıt olarak) gerçi  mantıksal olarak doğru bir dilin gereklerine uygun düşmüyor. Ama buna rağmen bu tümce biçimi anlamlı, çünkü  doğru dile çevrilebilir; II A ile aynı anlama sahip olan III A tümcesi bunu  göstermektedir. II A tümce biçiminin amaca uygun olmadığı, bizim ondan, dilbilgisel olarak itiraz edilemeyecek işlemler yoluyla,  —yukarıdaki alıntıdan çıkarılan— anlamsız II B tümce biçimine ulaşabilmemizle kendisini göstermektedir. Bu biçimler III. kolondaki doğru dilde kesinlikle oluşturulamazlar. Buna rağmen onların anlamsızlığını ilk bakışta fark edemiyoruz; çünkü bunlar benzeşiklik yoluyla kolayca IB’nin anlamlı tümceleriyle karıştırılabilmektedir. Burada saptanan dilimizdeki yanlışlık, mantıksal olarak doğru dile göre, onun anlamlı ve anlamsız sözcük dizileri arasındaki biçimsel aynılığa izin vermesidir. Sözcüklerden oluşan her tümceye logistik diliyle yazılmış uygun bir formül eklenmiştir: bu formüller, I A ile II A arasındaki, amaca uygun olmayan, benzeşikliğin ve buna dayanan anlamsız II B’ nin nasıl oluştuğunun açıkça görülmesini sağlamaktadır.

II B’deki sözde tümceler dikkatle incelenirse, kimi farklılıklar da taşıdıkları görülür. 1 türünden tümcelerin kuruluşu, “hiç” sözcüğünün nesne ismi olarak kullanılmasına dayanır; çünkü günlük dilde bir varolmama (bulunmama) tümcesini formüle etmek için (bak. II A) bu biçim kullanılır. Bu karşılık, doğru bir dilde, aynı amaca, özel bir isim değil, tümcenin belirli bir mantıksal biçimi(bak. III A) hizmet eder. II B 2 tümcesinde buna yeni birşey daha eklenir, yani anlamsız “hiçme” sözcüğünün yapılması eklenir; o halde tümce iki nedenle anlamsızdır.  Metafiziğin anlamsız sözcüklerinin, genellikle, anlamlı bir sözcüğün metafizikte metaforik kullanım sonucu anlamını yitirmesiyle ortaya çıktığını daha önce göstermiştik. Buna karşılık, burada az rastlanan bir durumla karşı karşıyayız; baştan beri hiçbir anlama sahip olmayan yeni bir sözcük ortaya atılmaktadır. II B 3 tümcesi de aynı şekilde iki nedenle reddedilmelidir. “Hiç” sözcüğünü nesne adı olarak kullanma hatası yapıldığında, II B 3 tümcesi de önceki tümcelerle uyuşur. Bunun dışında bu tümce bir çelişkiyi de içinde barındırmaktadır. Çünkü “hiç”i bir nesnenin adı ya da işareti olarak kullanmak mümkün olsaydı, bu durumda, bu nesneye kendi tanımında varlık yüklenemezdi, ama (3) tümcesinde  yüklenmiştir. Bu tümce, eğer baştan anlamsız (sinnlos) olmasaydı da çelişmeli, yani saçma (unsinnig) olurdu.

II B’deki tümcelerde bulduğumuz kaba mantıksal hata nedeniyle, alıntı yapılan yazıda “hiç” sözcüğünün normalde olduğundan tümüyle farklı bir anlama sahip olabileceği tahmininde bulunabiliriz. Orada [okumayı sürdürerek]  korkunun hiçi açığa çıkardığını, korkuda hiçin kendisinin hiç olarak orada olduğunu okuduğumuzda, bu tahmin daha da güçlenecektir. Burada “hiç” sözcüğü,  belirli bir duygusal anlayışa, belki dinsel bir anlayışa veya böyle bir duygunun temelinde yatan herhangi bir şeye işaret eder gibi görünmektedir. Eğer böyle olsaydı, II B’deki tümcelerde anılan mantıksal hatalar da olmazdı. Ama 229. sayfanın başındaki alıntı böyle bir anlamlandırmanın olanaklı olmadığını göstermektedir. “sadece” ve “başka hiçbir şey” ifadelerinin bir araya getirilmesinden de görülmüştür ki,  burada “hiç” sözcüğü değillenmiş bir varolma tümcesini dile getirmeye yarayan, —alışılagelmiş anlamıyla— bir mantıksal ilgeç işlevine sahiptir. “Hiç” sözcüğünün bu biçimde işe katılmasıyla, doğrudan, yazının temel sorusu gelir: “Hiçle ilgili ne olup bitmektedir?”

Yazının yazarının yazıdaki soru ve tümcelerin mantıkla çeliştiğinin tümüyle farkında olduğunu gördükten sonra, belki de bizim [onu] yanlış anlamış olabileceğimiz konusundaki tereddütümüz de tümüyle ortadan kalkacaktır. “Hiçe ilişkin soru ve yanıt aynı biçimde kendinde anlamsızdır. — — Her tür düşünmenin genellikle başvurduğu çelişkiden kaçınma ilkesi, genel ‘mantık”, bu soruyu yere çalar. Bu mantık için daha da kötü! Onun egemenliğine son vermek zorundayız: “Bu şekilde, Hiçe ve Varlığa ilişkin soruların alanında anlama yetisinin gücü kırıldığında, felsefe içerisindeki mantığın egemenliğinin yazgısı hakkında da karar verilmiş olur.  ‘Mantık’ idesinin kendisi köklü bir soru sormanın girdabında ortadan kalkar”. Ama ağırbaşlı bir bilim, mantığa aykırı bir soru sormanın karmaşasını kabul edebilir mi? Bunun da yanıtı verilmiş durumdadır: “Bilimin sözde ağırbaşlılığı ve üstünlüğü, bilim eğer Hiçi ciddiye almazsa gülünç hale gelir.” Böylelikle tezimiz için iyi bir dayanak buluruz; metafizikçi kendisi de, burada,  kendi soru ve yanıtlarının, mantıkla ve bilimin düşünce biçimiyle bağdaşmadığını görecektir.

Bizim tezimizle daha önceki metafizik karşıtlarının tezi arasındaki fark şimdi [daha] belirgindir. Bizim için metafizik yalnızca “zihinsel kuruntu” veya “masal” değildir. Bir masaldaki tümceler mantıkla değil, yalnız deneyle çelişirler; onlar yanlış da olsalar tamamen mantıklıdırlar. Metafizik, “batıl inanç” da değildir; doğru ve yanlış tümcelere inanılabilir, ama anlamsız tümce dizilerine değil. Aynı şekilde metafizikçi tümceler “çalışma hipotezleri” olarak da ele alınamazlar; çünkü bir hipotez için (doğru ya da yanlış) deneysel tümcelerden türetilme ilişkisi belirleyicidir, sözde tümcelerde eksik olan da tam budur.

İnsanın bilme yetisinin sınırlılığı denilen şeye işaret edilerek, metafiziği kurtarmak için [hemen] şu itiraz yapılacaktır: Metafizik tümceler, her ne kadar insan ya da başka bir sonlu varlık tarafından doğrulanamazlarsa da; bizim sorularımıza yüksek ya da mükemmel bir bilme yetisine sahip bir varlığın verebileceği yanıta ilişkin tahminler olarak geçerli olabilirler ve tahminler olarak yine de anlamlı olurlar. Bu itiraza karşı biz şunları düşünüyoruz. Eğer bir sözcüğün anlamı dile getirilemiyorsa veya sözcük dizisi sözdizimine uygun olarak biraraya getirilmemişse, bu durumda asla bir soru söz konusu değildir. (Şu sözde tümceler üzerinde düşünelim: “bu masa babig midir?, “Yedi sayısı sağlıklı mıdır?”, “Çift sayılar mı tek sayılar mı daha karanlıktır?”) Sorunun olmadığı yerde, her şeyi bilen bir varlık da hiçbir yanıt veremez. İtirazcı belki şimdi şunu söyleyecektir: Gören biri bir köre nasıl bir bilgiyi  aktarabilirse, bir yüksek varlık da bize belki bir metafizik bilgiyi iletebilir, örneğin görünen dünyanın bir tinin görünümü olup olmadığını bildirebilir. Burada neyin “yeni  bilgi” olduğunu düşünmeliyiz. Herşeyden önce, bize yeni bir anlamdan söz eden hayvanlarla karşılaştığımızı düşünebiliriz. Eğer bu varlıklar bize Fermat ilkesini kanıtlasaydılar veya yeni bir fiziksel alet icat etseydiler ya da şimdiye kadar bilinmeyen bir doğa yasasını ortaya koysaydılar, bilgimiz onların yardımıyla zenginleşmiş olurdu. Çünkü bu tür şeyi biz, ancak bir körün tüm fiziği (ve bununla birlikte görenlerin tüm tümcelerini de) kavradığı ve sınadığı gibi sınayabiliriz. Ama olduğu varsayılan varlık bize doğrulayamayacağımız bir şey söyleseydi, onu anlayamazdık da; o bizim için hiçbir ileti söz konusu değildir, yalnızca çağrışımlar tasarımları olan ama bir anlamı olmayan sesler söz konusudur, Böylece başka bir varlık vasıtasıyla ister daha fazla ister daha az isterse herşey bilinmiş olsun, [aslında] bilgimiz yalnız nicelik olarak genişler, ama hiçbir biçimde, ilke olarak yeni bir tür bilgi katılmış olmaz. Bizim için kesin olmayan, başka birisinin yardımıyla kesin hale gelebilir; ama bizim için anlaşılmaz, anlamsız olan,—o kişi çok bilseydi bile— başka birisinin yardımıyla anlamlı olamaz. Bu nedenle bize hiçbir tanrı ve şeytan bir metafizik için yardım edemez.

6. Her Türlü Metafiziğin Anlamsızlığı

Çözümlediğimiz metafizik tümce örneklerinin tümü yalnızca bir yazıdan alınmıştır. Ama sonuçlar buradakine benzer, hatta diğer metafizik sistemlerin bazıları için de aynı biçimde geçerlidir.  Heidegger’in yazısı, Hegel’in bir tümcesini (“saf varlık ve saf hiç bir ve aynıdır”) onaylayarak aktarıyorsa, bu temellendirme, Hegel’e göndermede bulunma, tamamen haklı olur. Hegel metafiziği, mantık açısından, herhangi bir modern metafizikle aynı özelliktedir. Dil kullanımlarının türü ve bununla mantıksal yanılgıların türü, konuşulan örneklerden az ya da çok sapma gösterse de, aynısı tüm diğer metafizikler için de geçerlidir.

Farklı sistemlere ait tek tek metafizik tümce çözümlemeleri için daha fazla örnek vermek gerekmez sanırım. Yalnızca en sık rastlanılan hata türlerine değinilmiş oldu.

Belki sözde tümcelerde düşülen mantıksal yanılgıların çoğu, bizim dilimizdeki (ve diğer dillerdeki, ya da en azından çoğu Avrupa dillerindeki buna karşılık gelen sözcüklerdeki) “varlık”(sein) sözcüğünün kullanımına ilişkin mantıksal eksikliklerden kaynaklanmaktadır. İlk yanılgı “sein” sözcüğünün çift anlamlılığıdır; o bazen bir yüklemden önce bağlaç olarak kullanılmakta (“ich bin hungrig”), bazen ise varoluşu nitelemek için kullanılmaktadır (“ich bin”). Metafizikçilerin, sıkça, bu çift anlamlılığın bilincinde olmamalarının sonucu olarak, bu yanılgı daha da vahimleşmektedir. İkinci yanılgı, ikinci anlamdaki, yani varoluş anlamındaki fiilin biçiminde yer almaktadır. Sözsel biçim vasıtasıyla, hiçbir yüklemin olmadığı yerde, yüklem var gibi görünmektedir. Gerçi uzun zamandan beri varoluşun bir im (Merkmal) olmadığı bilinmektedir (Kant’ın ontolojik tanrı kanıtlamalarını çürütmesiyle karşılaştırın). Ama ilk kez modern mantık burada tam olarak sonuca ulaşır: modern mantık varoluş imini öyle bir sözdizimsel biçimde ileri sürer ki, o bir yüklem gibi bir nesne imine ilişkin kullanılamaz, tam aksine yalnızca bir yükleme ilişkin kullanılabilir (Örneğin s. 230’daki tablodaki III A tümcesiyle karşılaştırın). Eskiçağdan beri çoğu metafizikçi sözsel, böylece de “sein” sözcüğünün yüklemsel biçimi vasıtasıyla sözde tümcelerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır( “ich bin-ben varım”, “Gott ist-Tanrı vardır”) gibi.

Bu yanılgının başka bir örneğini de Descartes’ın “cogito, ergo sum”unda buluyoruz. Öncüle karşı yöneltilebilecek olan içeriksel itirazları— “düşünüyorum” tümcesinin kastedilen nesne durumu için uygun ifade olup olmadığını veya bir şeyleştirme içerip içermediğini— tümüyle bir yana bırakıp, her iki tümceyi de yalnızca biçimsel-mantıksal bakış açısından ele almak istiyoruz. Burada iki önemli mantıksal yanılgıyı fark ediyoruz. Birincisi sonuç tümcesi olan “ben varım”da bulunuyor. Burada “varolma” fiili hiç şüphesiz varoluş anlamında kullanılıyor; çünkü bir bağlaç yüklemsiz kullanılamaz; Descartes’ın “ben varım”ı da hep bu anlamda anlaşılmıştır. Ama bu tümce yukarıda anılan, varoluş bir isimle(özne, özel isim)  bağlantılı olarak değil de, yalnız bir yüklemle bağlantılı olarak kullanılabilir, mantıksal kuralıyla çelişmektedir. Bir varoluş tümcesi “a vardır” (buradaki “benim”, yani “ben varım” tümcesindeki gibi) ” biçimini değil, “şu ya da bu türden bir şey vardır” biçimini taşır. İkinci yanılgı “düşünüyorum”dan “varım”a geçiştedir. “P(a)” tümcesinden (“P özelliği a’ya aittir”) bir varoluş tümcesi türetilecekse, bu tümce varoluşu,  öncüllerin a öznesiyle ilgili olarak değil, yalnızca P yüklemine ilişkin olarak kullanabilir. “Ben bir Avrupalıyım” tümcesinden, “ben varım” çıkmaz; aksine “bir Avrupalı var” tümcesi çıkar. “Düşünüyorum”dan “benim” çıkmaz, “düşünen bir şey var” tümcesi çıkar.

Dillerimizin varoluşu bir fiille (“varlık”, veya “bulunma”) ifade etmesi, kendi başına hiç de mantıksal bir hata değildir, yalnızca amaca uygun değildir, tehlikelidir. Sözsel biçim nedeniyle, sanki varoluş bir yüklemmiş gibi bir yanılgıya çok kolay düşülür; sonunda da biraz önce gösterdiğimiz gibi, mantık açısından hatalı, bu nedenle de anlamsız ifade biçimleri ortaya çıkar. Başlangıcından beri metafizikte büyük rol oynayan “varolan”, “varolmayan” gibi ifade biçimleri aynı kaynaktan gelmektedir. Mantık açısından doğru bir dilde bu tür ifade biçimleri oluşturulamaz. Öyle görünüyor ki, belki de Yunanca örneklerin yoldan çıkarmasıyla, Almanca ve Latincedeki “seiend” ve “ens”  ifade biçimleri metafizikçilere özgü bir kullanıma dönüştü; böylece bir eksikliğin ortadan kaldırıldığı sanılırken, dil mantık açısından daha da kötüleştirildi.

Mantıksal sözdizimine ilişkin sıkça rastlanılan bir ihlâl da, kavramların “alanlarının karışması” denilen şeydir. Yukarıda değinilen hata, yükleyici, anlamı olmayan bir imin bir yüklem gibi kullanılmasından kaynaklanırken, burada yüklem gerçi yüklem olarak kullanılır, ama başka bir “alan”ının yüklemi olarak kullanılır; burada “tipler kuramı” denilen şeyin kurallarının çiğnenmesi söz konusudur. Bunun için kurulmuş olan örnek tümce, daha önce ele alınan şu tümcedir: “Sezar bir asal sayıdır”. Özel isimler ve sayılar farklı mantıksal alanlara aittirler, bu nedenle kişi yüklemleri(örneğin “general”) ile sayı yüklemleri (örneğin “asal sayı”) farklı alanlara aittirler. Yukarıda açıklanan “varlık” fiilinin kullanımdan farklı olarak, alan karıştırma hatası, metafizikçilere özgü bir hata değildir; günlük dilde de sık sık yapıldığı görülür. Ama bu hata günlük dilde pek seyrek anlamsızlığa yol açar; sözcüklerin alanlara göre değişen çok anlamlılığı, burada kolayca halledilebilecek türdendir.

Örnek: 1. “Bu masa diğerinden daha büyüktür”. 2. “Bu masanın yüksekliği diğer masanın yüksekliğinden daha büyüktür(/fazladır)”. Burada 1. tümcede “daha büyük” sözcüğü nesneler arasındaki ilişki için, 2. tümcede ise sayılar arasındaki ilişki için kullanılmıştır; yani iki farklı sözdizimsel kategori için kullanılmıştır. Buradaki hata öze ilişkin değildir, örneğin bu hata “daha büyük 1”, “daha büyük 2” yazılarak bertaraf edilebilir; Tümce 1’in  Tümce 2 (ve kimi diğer benzerleriyle) ile aynı anlama sahip olduğunun açıklanmasıyla, “daha büyük 2” “daha büyük 1” den hareketle tanımlanmış olur.
Günlük konuşmalarda alan karıştırma pek sorun çıkarmadığı için ona pek dikkat edilmez. Hatta bu günlük konuşma dili için uygun bir şeydir de, ama metafizikte bu pek çok giderilemez sonuçlara yol açmıştır. Metafizikte bu, günlük konuşma dilindeki alışkanlıkların etkisiyle, artık günlük dildeki gibi mantıksal açıdan doğru biçimlere çevrilemeyen alan karıştırmalarının yapılmasına götürmüştür. Bu türden sözde tümceleri özellikle Hegel ile Hegel’in dilinin birçok özelliklerini, bu arada bu dilin kimi mantıksal yanlışlarını da ondan almış olan Heidegger’de buluyoruz. (Örneğin belli bir biçimde nesnelere ilişkin olabilecek olan belirlemeler, bunun yerine bu nesnelerin bir belirlenimine ya da “Varlık” veya “Varolma”, ya da bu nesneler arasındaki bir ilişkiye uygulanmaktadır.)

Birçok metafizik tümcenin anlamsız olduğunu açığa çıkardıktan sonra, anlamsız olanları bir yana bıraktığımızda da, metafizikte hala varlığına sürdürebilecek anlamlı tümcelerin kalıp kalmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır.

Şu ana kadar ulaşılan sonuçlardan, metafiziğin birçok anlamsızlığa düşme tehlikesi içerdiği ve eğer metafizik yapılacaksa bu tehlikelerden kaçınmak için çaba harcanması gerektiği düşünülebilir. Ama gerçekte durum başkadır: hiçbir anlamlı metafizik tümce olamaz. Bu ise metafiziğin kendisine koyduğu ödevden kaynaklanır: metafizik deney bilimlerinin ulaşamayacağı bir bilgiyi bulup serimlemeyi amaçlar.

Daha önce de gördük ki, bir tümcenin anlamı onun doğrulanma yönteminde yatmaktadır. Bir tümce, yalnızca, kendisinde doğrulanabilir olanı dile getirir. Bu nedenle, eğer bir tümce gerçekten birşey söylüyorsa, yalnızca deneysel bir olguyu dile getirebilir. İlke olarak deney alanının ötesinde yer alan birşey, ne dile getirilebilir ne düşünülebilir ne de sorulabilir.

(Anlamlı) tümceler de aşağıdaki biçimde ayrılırlar: İlk olarak,  yalnız biçimleriyle doğru olan tümceler vardır (Wittgenstein’a göre bunlar “totolojiler”dir; bunlar, yaklaşık olarak, Kant’ın “analitik tümceler”ine karşılık gelmektedirler); bunlar gerçekliğe ilişkin hiçbir şey söylemezler. Mantık ve matematiğin tümceleri bu türdendirler; bunlar kendileri gerçekliğe ilişkin önermeler değildir, yalnızca böyle önermelerin dönüştürülmesine yaramaktadırlar. İkinci olarak bu tür tümcelerin değillemeleri (çelişmeler) vardır; bunlar çelişkilidir, yani biçimleri nedeniyle yanlıştırlar. Bunların dışındaki tüm tümceler için doğruluk ya da yanlışlık protokol tümcelerinde bulunur; böylece onlar (doğru veya yanlış) deney tümceleridir ve deney bilimleri alanına aittirler. Eğer bu türlere girmeyen bir tümce kurulursa, o daha baştan otomatik olarak anlamsız olacaktır. Metafizik, ne analitik tümceler ortaya koymayı ne de deney bilimleri alanına girmeyi istediğinden, ya kendileri için hiç bir ölçüt verilemeyecek, bunun sonucu olarak da boş olacak sözcükler kullanma ihtiyacı duyar, ya da anlamlı sözcükleri öyle bir biçimde biraraya getirmek durumunda kalır ki, ne analitik (veya çelişmeli) ne de deneysel bir tümce ortaya çıkar. Her iki durumda da zorunlu olarak sözde tümceler ortaya çıkar.

Böylece, mantıksal çözümleme, deney ötesini ya da deney üstünü kavramaya çalışan her sözde bilginin anlamsız olduğu yargısını verir. Bu yargı, öncelikle saf düşünmeden, saf sezgiden kaynaklanan, deneyi bir yana bırakabileceğine inanan her türlü sözde bilgiye, her türlü kurgusal metafiziğe ilişkindir. Ama bu yargı, aynı zamanda, deneyden yola çıkarak, kimi özel çıkarımlarla deney dışında ya da deney ötesinde kalanı bilmek isteyen metafizik kuramları da kapsamaktadır (örneğin, fiziksel olarak kavranılması mümkün görünmeyen, organik süreçlere yön veren “entelekhia”ya ilişkin yeni-vitalist savı; birbirini izleyen belirli düzenliliklerin saptanması hakkındaki “nedensel ilişkilerin” özüne ilişkin soruyu; “kendinde şey” hakkında konuşmayı da kapsamaktadır). Bunun da ötesinde aynı yargı her türlü değer ve norm felsefesi için, normatif disiplin olarak her türlü etik ve estetik için de geçerlidir. Çünkü bir değerin veya normun nesnel geçerliliği (değer felsefecilerinin düşüncelerine göre de) deneysel olarak doğrulanamaz ya da deney  tümcelerinden türetilemez; bu nedenle onlar (anlamlı bir tümce vasıtasıyla) dile getirilemezler. Başka bir deyişle: “iyi” ve “güzel” ve normatif bilimlerde kullanılan diğer yüklemler için, ya deneysel imler ortaya konulur ya da bu yapılmaz. Bu tür yüklemi olan bir tümce, ilk durumda bir deneysel olgu yargısı olur, ama bir değer yargısı değildir; ikinci durumda, tümce bir sözde tümce olur; bir değer yargısını dile getiren bir tümce kurulamaz.

Son olarak, anlamsızlık yargısı, genellikle yanlış olarak, bilgikuramsal yönelimler diye görülen her türlü metafizik akıma,   yani (realizm, —tümevarımcı yöntemin uygulanmasını olanaklı kılan—  belirli bir düzenlilik içinde olup bitenleri gösteren deneysel verilerden daha fazla şey söylemek istediği sürece) realizme ve onun karşıtına: öznel idealizme, tekbenciliğe, fenomenalizme, (önceki anlamıyla) pozitivizme de yüklenebilir.

Ama bir şey söyleyen tüm tümceler deneysel ise ve doğa bilimlerine aitse, felsefeye geriye ne kalır? Geriye kalan, ne tümceler, ne kuramlar, ne sistemdir, yalnızca bir yöntemdir, mantıksal çözümleme yöntemidir. Bu yöntemin nasıl uygulanacağını biz onun negatif uygulanması yoluyla bu metinde gösterdik: Bu yöntem burada anlamsız sözcüklerin, anlamsız sözde tümcelerin elenmesine yaramaktadır. Pozitif uygulamasında ise bu yöntem, anlamlı kavram ve tümcelerin açıklığa kavuşturulmasına, doğa bilimleri ve matematiğin mantıksal temellendirilmesine yaramaktadır. Yöntemin her negatif kullanımı mevcut tarihsel koşullarda gerekli ve önemlidir. Ama daha bugünkü uygulamada bile daha verimli olan da pozitif uygulamadır; doğal olarak, burada bu konuya daha fazla girilemez. Mantıksal çözümlemeyle, temel araştırmasıyla ima edilmiş olan ödev, bizim metafiziğe karşıt olarak “bilimsel felsefe” dediğimiz şeydir; bu dergide yer alan yazıların çoğu bu ödevi yerine getirmeye çalışmaktadır.

Bizim bir mantıksal çözümlemenin sonucu olarak elde ettiğimiz tümcelerin, örneğin bu yazının ve diğer mantıksal denemelerin tümcelerinin, mantıksal yapısına ilişkin soru, burada yalnızca örtülü bir biçimde şöyle yanıtlanabilir: Bu tümceler kısmen çözümleyici (analitik), kısmen deneyseldir. Tümceler ve tümce öğeleri üzerine olan bu tümceler ise aslında, kısmen saf meta-mantığa (örneğin “varoluş imleri ile bir gerçek nesne adından oluşan bir dizi tümce değildir”), kısmen betimleyici meta-mantığa (örneğin “şu ve şu kitabın şu yerindeki sözcük dizisi anlamsızdır”) aittirler. Meta-mantık başka bir yerde açıklanacaktır; bununla birlikte, bir dilin tümceleri üzerine konuşan meta-mantığın, bu dilin kendisi içinde de formüle edilebileceği gösterilecektir.

7.   Yaşam Duygularının İfadesi Olarak Metafizik

Metafiziğin tümcelerinin tümüyle anlamsız olduğunu, hiçbir şey bildirmediklerini söylediğimizde, vardığımız sonuçlara mantıksal olarak katılan bir kişiyi, yine de bir yadırgama duygusu rahatsız edecektir: Eğer ortada yalnızca yan yana dizilmiş anlamsız sözcüklerden başka bir şey yoksa, içlerinde olağanüstü beyinlerin de yer aldığı farklı çağ ve halklardan birçok insan metafizik için, ateşli bir biçimde, neden bu kadar çaba göstermiştir? Eğer yanlışlıklar dışında bir şey içermiyorlarsa, bu yapıtların günümüze kadar okuyucu ve dinleyici üzerinde bu kadar güçlü bir etki yapmaları nasıl açıklanabilir? Bu düşünceler, metafiziğin gerçekten de birşeyler içerdiği noktasında haklıdırlar; ama bu kuramsal bir içerik değildir. Metafiziğin (sözde) tümceleri, ne olan (öyle olsaydı hakiki tümceler olurlardı) ne de olmayan (öyle olsalardı en azından yanlış tümceler olurlardı) olgu durumlarının serimlemesine yararlar,[yalnızca] yaşam duygusunun açığa vurulmasına yararlar.

Belki metafiziğin kendisini söylenceden çıkarak oluşturduğunu kabul edebiliriz. Çarptığı “kötü masa”da oturan çocuk öfkelidir; ilkel insan kendisini tehdit eden deprem tanrısıyla barışmaya çalışır veya bereket getiren yağmur tanrısına teşekkürlerini sunar. Burada insanın çevresiyle duyguya dayalı ilişkilerinde kullandığı yarı şiirsel bir ifade olan, doğa olaylarının kişileştirilmesiyle karşı karşıyayız. Söylencenin mirası, bir yandan, söylencenin gücünü yaşam için bilinçli araçlarla ortaya koyan ve artıran şiirde ortaya çıkar; diğer yandan söylencenin bir sisteme dönüştüğü teolojide ortaya çıkar. Öyleyse metafiziğin tarihsel rolü nedir? Belki metafiziğin sistematik, kavramsal düşünme aşamasında teolojinin yerinin doldurulduğunu düşünebiliriz. Teolojinin (sözde) doğaüstü bilgi kaynaklarının yerini, burada, doğal, ama (sözde) deney-üstü bilgi kaynakları almıştır. Yakından bakıldığında, metafiziğin de, birçok kez değişik biçimlerde, söylence ile aynı içeriği taşıdığını görmek olanaklıdır: Metafiziğin de yaşam duygularını, içinde bir insanın yaşadığı durumu, çevreye, birlikte yaşadığı insanlara, gerçekleştirmeye çalıştığı hedeflere, başına gelen yazgıya karşı duygusal ve istençsel tavrını açığa vurmak gereksinmesinden doğduğu görülür.  Bu yaşam duygusu, herşeyden önce, genellikle de bilinçsiz olarak, insanın yaptıkları ve söyledikleriyle ortaya konur; insanın yüz hareketlerinde, bazen de hal ve hareketlerinde kendini belli eder. Kimileri, bunun da ötesinde, kendi yaşam duyguları için, duygunun yoğun bir biçimde ve hemen kavranabilir olduğu özel bir ifade biçimi oluşturmaya gereksinim duyarlar. Bu tür insanlar sanat yetisine sahipseler, bir sanat yapıtının meydana getirilmesiyle kendilerini ifade etme olanağını bulmaktadırlar. Yaşam duygusunun sanat yapıtının stil ve türünde kendisini nasıl ortaya koyduğu, farklı kişiler tarafından açıklığa kavuşturulmuş durumdadır (örneğin Dilthey ve onun öğrencileri tarafından). (Burada sıkça “dünya görüşü” ifadesinin kullanıldığı görülür; biz taşıdığı çift anlamlılık nedeniyle onu kullanmaktan kaçındık; bu çifte anlamlılık, bizim çözümlememiz için özellikle belirleyici olan yaşam duygusu ile kuram arasındaki farkın kaybolmasına yol açmaktadır.) Burada bizim tartışmamız için önemli olan, sanatın yaşam duygusunun ifadesi için uygun, metafiziğin ise uygun olmamasıdır. Kendi başına herhangi bir ifade biçiminin kullanılmasında karşı çıkılacak bir şey olamaz. Ama metafizikte durum, metafizik yapıtlarının, biçimi vasıtasıyla, yapmadığı şeyi yapar gibi görünmesidir. Bu biçim, (sözde) birbiriyle temellendirilmeler vasıtasıyla bağlı olan tümcelerden oluşan bir sistemin biçimidir, yani bir kuram biçimidir. Daha önce de gördüğümüz gibi, böyle bir şeyin olmadığı yerde, bir kuramsal içerik var gibi görünmektedir. Yalnız okuyucu değil, metafizikçi kendisi de, metafizik tümcelerle birşeyler söylediği, olgu durumlarını betimlediği konusunda yanılgı içindedir. Metafizikçi doğru ve yanlışın söz konusu olduğu alanda iş gördüğüne inanır. Ama gerçekte o hiçbir şey söylememiştir, yalnızca bir sanatçı gibi bir şeyi ifade etmiştir. Metafizikçinin kendisinin bu yanılgı içinde bulunduğunu, onun ifade aracı olarak dili, ifade biçimi olarak dile getirilen tümceyi almasından anlamaktayız; çünkü aynı şeyi, önceki gibi kendini yanıltmadan, şair de yapar. Ama metafizikçi kendi tümceleri için tanıtlamalar ileri sürer, tümcelerinin içeriğinin onaylanmasını talep eder, tümcelerini kendi yazısında çürütmeye çalıştığı farklı eğilimdeki metafizikçilere karşı çıkar. Buna karşılık şair, şiirinde başka bir şairin şiirinden [alınan] tümceleri çürütmeye çalışmaz; çünkü bilir ki, kendisi kuram alanında değil, sanat alanındadır.

Belki de müzik yaşam duygusu için en saf ifade biçimidir; çünkü müzik her türlü nesnellikten en fazla kurtulunan alandır. Metafizikçinin tekçi bir sistemde ifade etmeye çalıştığı uyumlu yaşam duygusu, Mozart’ın müziğinde daha açık bir biçimde dile gelir. Metafizikçi düalist-heroist yaşam duygusunu düalist bir sistemde dile getirirse,  bunu, bu duyguyu uygun araçlarla ifade etmek için gerekli olan Beethoven’ın yetisi kendisinde olmadığı için yapmaz. Metafizikçiler müzik yeteneği olmayan müzikçilerdir. Bu nedenle, onlar kuramsal olanın araçlarıyla çalışma, kavramların düşüncelerle bağlantısını kurma yönünde güçlü bir eğilime sahiptirler. Bir yandan, bu eğilimi bilim alanında harekete geçirmek, diğer yandan ifade gereksinimini sanatla tatmin etmek yerine, metafizikçi her ikisini karıştırır ve bilgi olarak hiçbir şey ifade etmeyen, yaşam duygusu için de yetersiz kalan bir oluşum ortaya çıkarır.

Bizim metafiziğin sanatın yerini tutmak için yetersiz bir şey olduğu düşüncemiz,  güçlü bir sanatsal yeteneğe sahip olan kimi metafizikçilerin, örneğin Nietzsche’nin, en azından bu tür karıştırma hatasına düşmesi olgusuyla da onaylanmaktadır. Onun yapıtlarının büyük bir kısmı ağırlıklı olarak deneysel bir içerik taşımaktadır; örneğin belirli sanat fenomenlerinin tarihsel çözümlemesi veya ahlâkın tarihsel-psikolojik çözümlemesi yapılmaktadır. Ama diğerlerinin metafizik veya etikle dile getirdiklerini, onun en güçlü biçimde dile getirdiği çalışmasında, yani “Zerdüşt”te, Nietzsche insanları yanılgıya sürükleyen kuramsal biçimi değil de,  sanatın, şiirin ifade biçimini seçer.