Dilimizdeki Dikenler

Toplumsal baskının ve şiddetin topyekûn arttığı bir politik ortamda kadına yönelik şiddeti yazmak daha bir zor. Fakat bir o kadar da aciliyet kazanmış görünüyor. O nedenle, bu yazıyı yazmadan önce biraz durdum. Bir çok şeyi aynı anda düşündüm, hepsi bu yazıya sığmaz…

Görüyoruz, biliyoruz, kadın cinayetleri uzunca bir süredir medyanın rutin haberlerinden birine dönüşmüş durumda; bu haberler “trafik terörü” veya emniyet/polis haberleriyle eş tonlamayla veriliyor adeta,[i] kadınların uğradığı katliamlar haberleştirme sığlığı içinde sıradanlaşıyor. İnsanların televizyondan perakende tükettiği bu haberler katlanarak artıyor. Ölüm haberini aldığımız kadınların ismini, hikayesini bilemez hale geldik, o kadar çoklar ki!…

Oysaki bizler bu haberleri izlediğimizde, genellikle hiç tanımadığımız, bir daha da tanıma olanağımız olmayacak bir kadının fotoğrafı ile bakışıyoruz; yalnız yakalanmışlığıyla. Onun bir daha varolmayacak bakışı, tebessümü ile göz göze geliyoruz; geç kalmış bir buluşma gibi… Bu bakışmayı düşünüyorum… Gerçekte buluşamamış bu bakışlar bizlere, geride kalanlara ne hissettirir? Geride kalanlar ifadesini bir dramatizasyon değil, bir sorumluluk kolektifine işaret etmek için kullanıyorum. Ne hissettiriyor bu bakışma…? Suçluluk duygusu mu? Öfke mi? Harekete geçme isteği…? Sanırım hepsi birden. Nitekim emekle ve inatla mücadele eden kadın örgütlerinin sesi çoktandır gürültülü ve dirayetli bir öfke tonunda. Özellikle tecavüzün yasal hale geldiğini konuşur hale geldiğimiz şu günlerde öfkemiz gerçekten içimize sığmıyor.

Aslında kadına yönelik şiddeti kadın cinayetleri üzerinden anımsamak ne demek? İsyan duygusunun en taştığı yerde yazmaya çalışmak demek; çünkü bu sınır yaşamdan ölüme geçişin sınırı. Öfke ve hayretle şunları sorup duruyorum: Bu kadar vahşileşmiş erkek şiddetine, patriarkal kapitalist devlet şiddetine karşın, bu cinayetlerin politik olduğu gerçeği, toplumsal ölçekte hala neden bir kabule dönüşemiyor?… Kadın örgütleri bunu yıllardır bağıra bağıra söylüyorken hem de?… Bunca cinayet haberi toplumsal alanda neden infiale, itiraza, isyana evrilmiyor?… Nasıl oluyor da, katlettiği yaşamları “adet” olarak saymaya alışık iktidar için kadın cinayetleri resmi ölçekte kaydı dahi tutulmayan[ii], adi suç vakaları olarak toplum hafsalasında eritiliyor. Ve nasıl oluyor da, medyanın dili böylesi açık bir şiddeti, gündelik, basit, banal şiddet ölçeğinin içine sokuşturuyor?…

Öte yandan kadına yönelik şiddet deyince aklımıza evvela kadın cinayetlerinin gelmesi üzerine belki bir parça daha düşünmeliyiz. Yaşanan şiddetin gerçekliği adına şiddeti cinayetleri anımsayarak anlatmak anlaşılabilir. Fakat kadına yönelik şiddet bununla sınırlı değil. Şiddeti ölüme daralttığımızda, gündelik hayatımızın her alanına sirayet etmiş diğer şiddet biçimlerini, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı zor, baskı, ayrımcılık, fırsatlara erişimde engelleme gibi eşitsiz uygulamaları odağımızdan uzaklaştırma tehlikesiyle karşılaşmış oluruz. Oysaki şiddet yaşamımızdan, bedenimizden, deneyimimizden, benliğimizden geçiyor, sadece öldüğümüzde değil yaşarken de şiddete uğruyoruz.

Hani bazen merkez medyada kadına yönelik şiddet haberlerinin artmasından farkındalık ve güçlendirme devşirebileceğimizi düşünmek istiyoruz ya, ben buna hiç katılmıyorum.  Medyanın bu konudaki tutumu yaptığı kadın cinayetleri haberlerinden değil, kadınlarla ilgili hak mücadelesine dönük yaptığı haberlerden ölçülmeli. Zira zaten bir haber etiği ve sorumluluğu olmayan, kadın konusunda, toplumsal cinsiyet eşitliği ve insan hakları perspektifinden hepten yoksun olan bir medya, kadın cinayetlerini ancak sömürür. Bu bağlamda, kadına yönelik şiddeti ölüm/cinayet ölçeğinde sabitlemek merkez medyanın yayın politikasının bir parçası desek yersiz olmaz bence. Özellikle feminist mücadele ve örgütlü kadın hareketleri içinde koşulları gereği yer alamayan, sınıfsal ve kültürel olarak daha zor şartlarda yaşam mücadelesi veren kadınları hatırlayalım. O kadınlar kadına yönelik şiddet konulu haberleri zaten bu medyadan,  eril hegemonik dil ve çarpıtma dahilinde, bitimsiz bir cinayetler dizisi gibi izliyorlar. Üstelik çoğunlukla sıcak (!) aile ortamında, evde, erkeklerle teke tek kıstırıldıkları yerde, yani kadın olarak yalnızlaştırıldıkları bir mekânsallıkta izliyorlar.

Aile kapanına ve televizyona yalnız yakalanan kadınların seyir deneyimi, korkuyu harekete geçirmekten, dehşet duygusunun sınırlarını genişletmekten ve derinleştirmekten başka işe yaramıyor muhtemel ki. Kadına dönük şiddeti cinayetler üzerinden anlatmak konusundaki ısrar, birçok kadını güçten düşürüyor. Televizyondan aktarılan şiddeti gören ve bilen kadınlar, kendi yaşamakta oldukları baskı, zor, şiddet, eşitsizlik biçimlerini, şiddet olarak adlandırmakta zorlanıyor, yaşadıkları koşullara razı olmak gibi çıkışsız bir yere itiliyorlar. Bu yalnızlığın yaşamlarında ve ruhlarında açtığı çatlaklardan sızan ise pek çok örnekte yine erkek şiddeti; çünkü medyanın pişirdiği haberleri erkekler de izliyor.

Hatırlayalım, birkaç yıl kadar önce bazı kamu spotları vardı, “Kadına şiddet uygulayan erkek değildir.”, “Erkek gibi erkek kadına şiddet uygulamaz.” gibi ifadeler içeriyordu. Böylelikle şiddete karşı hem ilginç bir eril pedagojiyi devreye sokuluyor, hem de aynı yolla erkekler şiddet uygulayan erkeklerin üstünü örtüyorlardı; bize ayan olsalar da, bir parça utanç perdesi arkasında pusuya yatıyorlardı. Fakat şimdi erkeklerin çekingen ve göstermelik utançları da yok artık. İlknur Yüksel-Kaptanoğlu 2014 yılında yaptığı bir çalışmada erkeklerin şiddet uygulamayı övünç ve kahramanlık duygularıyla dile döktüğünü anlatıyor.[iii] Bu doğrultuda medyanın haber dili ve ürettiği söylem pek çok erkek için adeta bir şiddet uygulama yönergesi sunuyor: Erkekler kadınları “Sonun Ayşe Paşalı gibi olur!”, “Gazetedeki kadın gibi bıçaklarım seni!”, “Sonun Özgecan gibi olmasın!” benzeri sözlerle tehdit ediyorlar. Şu halde, medya nasıl bir formasyon sağlıyor erkeklere?

Erkeklerin dilinden saçılan tehdit cümleleri topluma ve kadınlara korku ile biçimlenen bir kolektif bellek empoze ediyor. Bu cümleler her defasında korku belleğini harekete geçirmek, kadını sindirmek amacıyla sarfediliyor. Yaklaşık bir ay önce otobüste, şort giymiş genç bir kadını darp eden bir erkeğin haberini hatırlayalım. Bu olayın medya stratejisti ve bellek mimarı, saldırgana siper olan eril devletin/iktidarın bizzat kendisiydi. İktidar, toplumun büyük kesimi tarafından haber olarak tüketilmesinin akabinde muhtemel ki unutulacak bu olayın unutulmasını istemedi, hatırlarsınız. Peki, bunu nasıl yaptı? Evvela ve öncelikle bunun için bizzat Başbakan işe koşuldu; tacizci saldırganın yaptığını tatlı sert baba diliyle hoş gördü; erkeklerin mırıldanma, homurdanma hakkını güvenceye aldı.[iv]  Başka ne yaptı bu konuyla ilgili olarak iktidar? Tam üç kere gözaltına alıp tutukladığı saldırganı tam üç kere toplum huzurunda göstere göstere tahliye etti, medya da bunu tam üç kere haber olarak topluma servis etti. Bu arada merkez medyanın haber seçimine bakılırsa; saldırganın serbest olduğu bir ortamda genç kadının can güvenliği tehlikesi, aldığı ağır tehdit ve saldırı mesajları haber değeri taşımıyordu.

Geldiğimiz noktada, kadınları muhafazakâr aile kurumunun içine gömen devlet, aynı zamanda aileyi de tüm topluma genişletti.[v]  Böylece sokaklar, meydanlar, otobüsler, dolmuşlar kadınlar için alabildiğine daralırken, erkekler için evde tek başına zaptettiği çekyatlar misali genişledi. Tüm toplumsal yaşam alanı onların evinin, namusunun uzantıları haline dönüştü. Dahası bu tüm topluma genişlemiş aile cehenneminde adalet ve eşitlik meseleleri hukukun değil İslam’ın kurallarına referansla konuşuluyor artık. Şortlu kadını darp eden saldırganın “… Açık gezen kadın karımdır.” [vi] , “Ben giyimini beğenmediğimi döverim. Devlet böyle giyinenlere ceza vermeli!”, şeklindeki paylaşımları bunun açık işaretlerinden biri. Dediğim gibi bu yazı yazılırken, iktidar partisinin çocuk istismarcısı ve tecavüzcülerden ölçüp biçip damat kesmeye çalışan, çocuğun/kadının yaşadığı şiddeti konudan bile saymayan önerisi meclis gündemine gelmek üzere kabul edildi. Orada da medyadan topluma ulaştırılan referans aynıydı; İslam’da var.

Sonuç olarak sırtında devletin/iktidarın kollayıcı ve koruyucu elini hisseden erkekler, tüm kadınları şiddetin hedefine dönüştürmek konusunda fütursuzlaştılar. En son Konya’da iki kadını bıçaklayarak öldürmüş bir erkeğin “Kadın hakları diye bir şey var diyorlardı ya; kadın hakları diye bir şey yok!”[vii]  diye bağırması gelinen noktanın veciz bir örneği. Erkekler devleti daha önce hiç görmedikleri kadar arkalarında gördükleri bir dönemde hak mücadelesi veren kadınlara savaş ilan ediyorlar.

Peki, biz kadınlar ne yapacağız? Sorulmuş bir soruyu sorduğumun farkındayım. Belki verilmiş cevapları yineleyeceğim, olsun: Bir süredir gündemimizde olan “özsavunma” üzerine daha detaylı kafa yormalıyız diye düşünüyorum. Özsavunma topluma karşı kadını, yaşamı, haklarımızı ve özgürlüğü savunmak adına tekil meşru müdafaa tonundan kurtulmalı, kolektif politik bir araç olarak genişlemeli. Çünkü yaşam alanımız ve gerçekliğimiz adım adım gelen şiddet ve faşizm sınırlarına dayanmışken, eril devletin kadınlara dönük şiddetini tek başına göğüslemek zorunda kalmamanın, bu şiddete “yalnız yakalanmamanın” örgütlü bir özsavunma geliştirmek için elzem olduğunu düşünüyorum.

Aynı şeyleri konuşmaktan dilimizde tüy bitti belki, olsun. Böyle böyle mümkün olacak o tüyleri kor dikenler olarak eğitmemiz.

 

 

 


[i] Bu arada, “trafik terörü” cinayetlerinin de ayrıca ve mutlaka politik bir perspektifle okunması gerektiğini düşünüyorum, o başka bir konu.

[ii] BDP milletvekili Ayla Akat Ata Adalet Eski Bakanı Sadullah Ergin’e «son 6 yılda öldürülen kadın sayısını, bunlara ilişkin kaç dava açıldığını, bu davaların kaçının için yargılama sürecinin devam ettiğini, kaç kişinin yargılandığını, kaç kişinin ne ceza aldığını ve kaç kişinin ceza indiriminden yararlandığını sordu». Cevap şuydu: «Bizde sayı yok. Aile Bakanlığı’na sorduk» (24 Nisan 2014).

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, koruma altında öldürülen kadın olmadığını iddia etti. Ancak 2014’ün ilk 6 ayında 11 kadın; 2013’te ise 10 kadın koruma tedbir kararları sürerken öldürüldü (4 Temmuz 2014).

CHP’li Sezgin Tanrıkulu’nun kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleriyle ilgili Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na verdiği soru önergesini Ayşenur İslam «Kadınları bize sormayın», diye yanıtladı ; İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına yönlendirdi (17 Kasım 2014).

[iii] İlknur Yüksel-Kasapoğlu’nun çalışması hakkında bilgi için bkz. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/03/150309_kadina_siddet_arastirma

[v] Konu ile ilgili Selda Tuncer ile yapılan “O otobüs kocaman bir aile” başlıklı röportaj için bkz. https://www.evrensel.net/haber/291148/erkek-vuruyor-etraf-susuyor-basbakan-kolluyor