*[1]
“İnsan, belleğinde var olana asla geri gidemez.
Giderseniz, o yeri aynı gözlerle göremezsiniz,
hatta o yer eskiye göre aşağı yukarı
hiç değişmeden aynı kalmış olsa bile.
Neler görmüşseniz görmüşsünüzdür
(…) Önceden mutlu olduğunuz yere
asla bir daha geri dönmeyin.”[2]
Yukarıdaki epigraf Agatha Christie’nin kendi yaşamını kaleme aldığı Hayatım isimli kitabından alınmıştır. Agatha Christie, epigrafta gördüğümüz gibi “tekrar”, “anı” ve “hatırlama” kavramlarının arasında bir bağ kurar, bir bakımdan bunları birbirlerine bağlar. Benzer kavramlar üzerine düşünen Kierkegaard da “Yineleme” ve “bellek” kavramlarından hareketle, hatırlamanın her koşulda ıstırap veren bir şey olduğunu söyler[3]. Can sıkan bir anı hali hazırda yaşandığı ve bellekte kayıtlı olduğu için, mutlu bir anı ise bir daha yaşanamayacak olup geçmişte kaldığı ve böylece anın yegâneliğine işaret ettiği için acı vericidir[4]. Bu bakışa göre hangi ihtimal söz konusu olursa olsun insan, hafızası nedeniyle mutsuzluğa mahkûmdur. İlk bakışta, Agatha Christie’den alıntılanan epigraf sanki benzer bir şeyden bahsediyormuş gibi dursa da, Kierkegaard’ın dikkat çekmiş olduğu hafıza-hatırlama-zaman ilişkisinin içerisine Christie mekânı da dâhil eder. Kierkegaard’ın aksine Agatha Christie hatırlamayı hüzünlü bir deneyim olarak görmez, tabii zamanın geçmesiyle birlikte hatıralarından farklı hâl alan mekânları görmek haricinde. Yaşanan anda, kişinin kendisiyle beraber tüm getirdikleriyle birlikte –benliğiyle- algıladığı mekânların zamanla birlikte değişebileceğini, değişmese dahi hatırlarında kalanla büsbütün örtüşmeyeceği için mutsuzluk yaratacağını belirtir. Gerçekte hafızamıza sadık olmayacak bu karşılaşma, belleğimize mekânla ilgili hatırlamayı istemeyeceğimiz bir anı yerleştireceğinden ya da muhtemelen bir başka şekilde keyif kaçırabileceğinden dolayı Christie’ye göre anılarımızda mutlu olduğumuz yerlere bilhassa bir daha geri dönmemeliyiz. Ne de olsa anımsanan şey, her zaman betimlenenden destek alan, gerçeğinden kopya edilmiş ikinci bir nesnedir.[5] Agatha da bu bağlamda bir üçüncüye gerek olmadığını söyler.
Bu yazının konusu olan metin, Agatha Christie’nin otobiyografisini aktardığı Hayatım kitabıdır. Polisiye genre konusuna ilgili olduğumdan yazı özelinde bu esere yönelmemin de aslında benim için otobiyografik bir nedeni olduğunu söyleyebilirim. Bu alanın muhtemelen dünya çapında en bilinen yazarı olan, yılların eskitemediği kült eserler yaratan Agatha Christie’nin hayatı özellikle ilgimi çekti. Böylesi birisinin acaba gündelik hayatı nasıldı? Günlük olayları ya da siyaseti (ne de olsa iki dünya savaşı yaşamıştı) nasıl yorumluyordu? Yaşamı nasıl algılıyor ve anlamlandırıyordu? “Dedektifliğin” gündelik hayatında bir karşılığı, bir yeri var mıydı, örneğin yakınlarının bir şeylerine dair ipuçları yakalıyor muydu? Esin kaynakları nelerdi? Tüm bunların yanı sıra, yaşadığı dönemde “bir kadının yazma cesareti” nasıl bir şeydi, bu süreçte nelerle karşılaştı? Metinde bu sorularıma ehlince bir cevap bulamamış ve merakımı giderememiş olsam da her şeye rağmen yine de eser, – aslında her anlatıda olduğu gibi- döneme, anlamlandırmalara, kadın olmaya, zaman-mekân ilişkisine dair zengin bir kaynak sunar. Sonuçta her anlatı bizler için işlenecek bir malzemedir. Çünkü hayat ve hayatın hikâyesi hiçbir zaman boşlukta cereyan etmez, her zaman bir ilişkiler ağı içinde olagelir; zaman, mekân, sınıf, siyaset, inanç, toplumsal cinsiyet bağımlıdır. Bir anlatıda tüm bu bahsi geçenlerin ilişkiselliğini, sözle ifşa olan benliği, belleği, tarihi ve anlamları yakalayabiliriz. Kişinin kendini hikâye ettiği otobiyografik anlatılar ise bu bağlamda bence en değerlilerindendir. Temel olarak hatırlamayı odağına alan otobiyografi, alelade bir hatırlama eyleminden meydana gelmez. Basit bir şekilde olaylar silsilesi değildir. Bir başka deyişle otobiyografi, yaşamın dolayımsız bir ifadesi, bir kaydı değildir. Zira herkes yaşanılan belli bir anı, kendisinin baktığı noktadan kavradığı için öylesi bir nesnellik de imkânsızdır. Otobiyografi yazımı bu anlamda sözü geçen kavrayışların da yeniden kurgusudur. Çünkü anılar, hatıralardaki sahneler hikâyeleştirilerek yani bir kurguya dönüştürülerek anlatılır, dolayısıyla da otobiyografi aynı zaman bir inşadır. Platoncu manada hatırlama “namevcut bir şeyin mevcut temsilidir”[6]. Buradan hareketle de aslında otobiyografi, kendimizi kurabileceğimiz, icat edebileceğimiz ve farklı biçimlerle yeniden ve yeniden üretebileceğimiz bir mecradır. Hayatı hikâye etme biçimimiz hem hayatı hem de kendimizi anlama ve anlamlandırma biçimimizdir. Bu ilişki döngüseldir, bir yandan hayatı hikâye ederek anlarız diğer taraftan anlamlandırdığımız biçimde hikâye ederiz. Dil burada deneyime yeniden anlam veren, onu yeniden kuran ve biçimlendiren fenomendir. Hikâyeleştirme eylemi belleğin, anıların, bir yerde de hayatın kendinden ayrılmasıdır. Dışsallaştırılmış bir zamana ve hayata işaret eder. İnsanın kendi hikâyesini yazması da bu bağlamda bir performans, bir sunum biçimidir. Ricoeur[7] anının, hem “baştan” ve hem de “bir daha” anlamlarını içerecek biçimde bir “yeniden sunum”, başka bir deyişle “temsil” olduğunu söyler. Otobiyografinin yazarı kendi hikâyesinin anlatıcısıyken aynı zamanda ana karakteri ve dinleyicisidir. Diğer bir yandan hikâyeleştirmek, deneyimi anlamlı kılmanın da bir yoludur: “sahip olduğumuz hikâyeler koleksiyonu bir dereceye kadar bizi biz yapar”[8]. Otobiyografide ya da herhangi bir biyografide olayların gelişim sırası bir nedensellik meydana getirdiğinden anlatı da kronolojik olmaya meyillidir. Hayatımızı düzenleyip açıklayan, hikâyeleştiren otobiyografide anlamayı da bu kurulan nedensellik bağları sağlar. “Bir hikâyeyi ileriye doğru okur, ama geriye doğru anlarız”[9]. Örneğin Agatha Christie’nin altmış beş yılını anlattığı otobiyografisinde yaşından hiç bahsetmemesini (kitap boyunca tarihi olayların gerçekleştiği tarihleri doğum tarihinden çıkararak o zaman kaç yaşında olduğunu hesaplamak zorunda kaldım) ancak hikâyesinin sonlarına doğru anlamlandırabildim.
Hafıza sadece hatırlayarak kurulmaz, unutmak da en az hatırlamak kadar belleğin oluşumuna katkıda bulunur.[10] Buradan hareketle aslında hafızayı da bir “yorum” olarak görebiliriz. Otobiyografi de bir hafıza ve dolayısıyla da bir anılar seçkisi olduğundan bir şeyleri ifşa ederken bir şeyleri de saklar. Aslında bu da az önce vurgulamış olduğum otobiyografinin performatif niteliği ile örtüşür. Kişi, kendine uygun gördüğü biçimde anlatısını biçimlendirmeye muktedirdir, hatta mahkûmdur. Örneğin başka kaynaklardan edindiğim bilgiye göre kocasının hayatında başka bir kadın olduğunu öğrenen Agatha Christie, on bir gün kaybolur, bu süre içinde arabası ağaca vurmuş şekilde bir göl kenarında bulunur, kendisi de birkaç gün sonra ortaya çıkar. Fakat bu olayı otobiyografisinde hiç anmaz.
Agatha Christie 1890-1976 yılları arasında yaşamış, seksen altı yıllık uzun hayatında iki dünya savaşına şahit olmuştur. Çocukluğu Victoria Devri’nin son on yılına denk gelmiştir dolayısıyla çocukluğunu ve aile belleğini bu devir şekillendirir. Bu dönem tarihte İngiltere’nin altın çağı olarak adlandırılır. Sanayi Devrimi’nin getirdiği zenginlik, Mısır ve Hindistan’ın Britanya’ya bağlanması, döneme ekonomik üstünlüğünü kazandıran etkenlerden bazılarıdır. Fazlaca çalışan bir işçi sınıfı ve bunun karşısında zenginleşen bir burjuva sınıfı ortaya çıkmıştır. Weber’in[11] de bahsettiği gibi bu dönemde, ancak asketizm ve çalışma vesilesiyle inancın ispatı mümkündü. Bu bağlamda her türlü dünyevi zevki hor gören, günah sayan, bunun bir yansıması olarak da cinsel ilişkiyi yalnızca üreme işlevine yönelikse onaylayan Protestan bir ahlâkın hâkimiyeti söz konusuydu. Cinselliğin Tarihi’nde[12] Foucault, günümüzde bile Viktoryen dönemin iffetli, muhafazakâr burjuva kültürünün etkisinde olduğumuzu söyler. Cinsellik bastırılır, cinselliğin sergilenmesi istenmez. Bu dönemde yasaklama, yok sayma, suskunluk dayatılan üç yasadır.[13] Bir taraftan zenginliğin yaşandığı bir taraftan aşırı muhafazakârlığın baskın olduğu bir dönemde, Ashfield’da doğar -o zamanki soyadıyla- Agatha Miller. Babası, Amerikalı zengin bir iş adamının oğludur, bu sebeple hayatı boyunca çalışmayla pek hemhâl olmaz. Annesi de yine orta üstü bir ailedendir. Agatha, ağabeyi ve ablası büyük bir evde dadılarla, hizmetçilerle büyürler. Buna rağmen Agatha ısrarla zengin sayılmadıklarını, o dönemde herkesin evinde hizmetçi olduğunu iddia eder. Gençliğinde Birinci Dünya Savaşı, orta yaşında İkinci Dünya Savaşı patlak verir. İki evlilik yapar. Sadece ilk evliliğinden tek bir kızı vardır. İlk evliliği sırasında kocasıyla birlikte bir sene süren dünya turuna çıkarlar. Bu deneyimden sonra gezmek tutkusu olur. Orta Doğu’yu çok sever. Arkeolog olan ikinci kocasıyla birlikte uzun yıllar Irak’ta yaşar. 1971’de Agatha Christie’ye yazarlıktaki başarılarından dolayı Buckingham Sarayı’nda Kraliçe tarafından “Dame” ünvanı verilir. Kendisi bu olayı hayatının en heyecan verici iki olayından biri olarak nitelendirir, diğeri de ilk arabasını almasıdır. Hayli zengin ve ünvanlı bir kadın olarak 86 yaşında İngiltere’de vefat eder.
Altmış yaşındayken Nimrud’da[14] yazmaya başladığı biyografisini, yetmiş beş yaşında tamamlar. Hayatını, “otobiyografi tutkusu” benliğini sardığı için yazdığını söyler. Yaşamını –aslında bence “zaman”ını- üçe ayırır: eğlendiren, dakika dakika akan “şimdiki zaman”, karanlık ve belirsiz, beklenen gibi gerçekleşmeyen “gelecek”, şimdiki zamanın beşiği, insana “hatırlıyorum” dedirten küçük ayrıntıların saklı olduğu “geçmiş”. Zamanını bu şekilde böldüğünü söyler, otobiyografisine baktığımızda ise hayatını toplamda on bir bölüme ayırdığını görürüz. Kırklı yaşlarında yaptığı ikinci evliliğine kadar olan hayatını sonrasına nazaran kitapta daha detaylı anlatmıştır. Yedi bölümü söz konusu döneme, geriye kalan son dört bölümünü ise ikinci evliliğinde süre giden hayatına ayırmıştır. Ben de kitabı incelerken kendi kronolojisine sadık kalmak suretiyle yazarın hayatında önemli olan mekâna yani evi olan “Ashfield”e göre bir bölümleme yapmayı tercih ettim.
Ashfield
Agatha Christie İngiltere’nin Ashfield bölgesinde dünyaya gelir. Ailesinin burada büyük, bahçeli bir evi vardır. Yazar sadece evlenene kadar o evde düzenli olarak yaşamasına rağmen burasını çok sever ve hayatı boyunca kendine “yuva” olarak gördüğü tek yerdir. Evlerinin olduğu bölgenin adı Ashfield olmasına rağmen yazar metinde oradaki evden bahsederken hiçbir zaman “Ashfield’daki evimiz” diye kullanmaz, oraya hep “Ashfield” der. Adeta bütün bölge ile özdeşleşen dev bir ev gibi. Bachelard[15] evi ilk kozmos ve “mahrem varlığımızın topografyası”[16] olarak görür. Aynı zamanda ev, insanların düşüncelerini, anılarını ve düşlerini birleştiren bir işleve de sahiptir. Yerleşik olan anılar uzama bağlandıkları müddetçe hayata tutunurlar. Bellek ve imgelemin ilişkiselliği de evi, kronolojik tarih anlatısının nesnesi olmanın ötesine taşıyarak anıların, düşlerin taşıyıcısı haline getirir. Bachelard’ın da dikkat çektiği gibi biyografimizde ayrıcalıklı bir varlık olarak adlandırabileceğimiz “ev” kavramı yazar için hayatı boyunca “Ashfield” olarak kalacaktır.
Kendisini hep mutlu bir çocuk olarak tasvir eden Agatha, babasını doğuştan mutlu ve sakin, annesini ise doğuştan melankolik biri olarak tanımlar. Aşk evliliği yapan annesi ve babasını, aşkları için ölmenin ya da yatalak hale düşmenin moda olduğu romantik Viktorya dönemi âşıkları olarak görür. Çocukluğuna dair belleğine özellikle işlenmiş mekân bahçedir. Kendi nazarında bahçeyi işlevlerine ve özelliklerine göre üçe ayırır. Meyve yetiştirilen bölüm “mutfak bahçesi”dir, büyüleyici değildir. Bitkilerle kaplı, görece büyük olan “asıl bahçe”dir. Fakat çocukken ona çok büyük görünen, bulmayı beklediği her şeyi –gizem, terör, gizli zevkler, içine girilmezliği- bulabildiği yer “orman” tarafıdır. Genelde buralarda tek başına oynayan, kendi hayal dünyasında yaşayan bir çocuktur. Hayal dünyasını bilhassa yansıttığı nesne bir “çember”dir. Yazarın en sevdiği oyuncağıdır bu, yeri geldiğinde bir at, bir canavar ya da bir tren olabilir. “Kendimi bildim bileli benim seçtiğim arkadaşlarım olmuştu” diyerek genellikle yarattığı karakterlerle arkadaşlık yaptığına dikkat çeken Agatha, onlarla ve çemberiyle birlikte bahçede maceradan maceraya koşar. Aynı zamanda yazarın zihni adeta çocukluğunun saklı coğrafyasıdır. Hayal dünyasını paylaşmaktan hiç hoşlanmaz. Bir gün muhayyel arkadaşlarından dadısının haberdar olduğunu öğrenince bir daha asla sesli bir şekilde oynamaz. Ekseriyetle yarattığı bu hikâyeler üzerinden çocukluğunu hatırlar. Belki de hayal dünyasını genişleten faktörlerden biri çok küçük yaşta okuma öğrenmesidir. Sekiz yaşına gelmeden çocukların okuma yazma öğrenmesine karşı olan annesine rağmen Agatha gizliden gizliye beş yaşına gelmeden okumayı söker ve küçük yaşta romanlar, hikâyeler okumaya başlar. Bahsi geçen oyunlarına ek olarak, oyuncak evlerini taşımayı çok sever, ilerleyen yaşlarında ise bu onun bir tutkusu haline gelecek sayısız ev alıp, dekore edip oradan oraya taşınacaktır. Fakat sadakati her zaman Ashfield’e ait kalacak, hiçbir eve kendini o kadar bağlı hissetmeyecektir.
Yaşamının ilk yıllarında kendisi için en önemli karakter dadısıdır. Yalnız dadısının ve kendisinin bildiği, ortak ve özel bir dünyaları olduğunu düşünür, bu dünyanın tecelli ettiği mekân ise “çocuk odası”dır. Yazar, dadısı dâhil olmak üzere, ev hizmetlilerinin o dönemde “usta” sayıldığını belirtir. Kişiler de kendini bir işin ustası olarak gördüğünden mağaza çalışanlarını, tezgâhtarları kendilerinden aşağıda görürlermiş. Fakat sınıf basamaklarında üste doğru çıkıldıkça kendinden düşük statülerdekilere bilhassa da kendine bağımlı olanlara kibar davranmak önemli bir aile terbiyesi göstergesiyken diğer taraftan bir hanımefendi olmak için zaruri olarak görülüyormuş. Diğer kurallar ise açgözlü olarak görünmemek için her zaman tabağında biraz yiyecek bırakmak, öksürmek, püskürmek gibi nahoş hareketlere sebebiyet vermemek için ağız doluyken bir şey içmemek, herhangi bir zor durumda kalındığında utanmamak için yolculuğa çıkarken kaza olması ihtimaline karşı temiz iç çamaşırı giymektir. Buradan, bir “hanımefendinin” tamahkâr olmamasının icap ettiğinin ve bedeninden, biyolojisinden utanması gerektiğinin öğütlendiğini anlıyoruz. Yine o zamanlarda beden terbiyesi bağlamında insanların “tuvalet” ile ilişkileri dikkate değerdir. Tuvalete girip çıkarken kimse görünmek istemez. Etraftan başkalarının sesi geliyorsa tuvaletten çıkılmaz, ortalığın sakinleşmesi beklenir. Agatha içinse tuvalet bir inziva mekânıdır. Zira sakin, gözden uzak bir şekilde düşüncelere dalmaya elverişli bir yerdir. Yine dönemin kadın bakışını anlamak açısından ailenin eğitim hakkındaki düşüncelerine de yer vermekte fayda var. Agatha resmi olarak düzenli bir okul eğitimi almaz. Bunun yokluğunu da hiç çekmez, dadılarla özel eğitim alır. Ablası parlak bir öğrenci olmasına rağmen babası entelektüel olmasını istemediği için onu Paris’e “ev hanımı yetiştirme okuluna” gönderir. Ailesi ağabeyinin okuyup mühendis ya da bankacı olmasını ister ancak ağabeyi tembel bir öğrenci olduğu için ailesinin bu hayali gerçekleşemez.
Agatha yaklaşık altı yaşlarındayken ailesinin ilk mali krizi ortaya çıkar. O zamanlarda ara sıra bu tarz gelip geçici olarak maddi sıkıntı çeken aileler, konaklarını hizmetlileriyle birlikte kiraya verip gelirleri ile bir süre Avrupa’nın ucuz bir şehrine ya da Mısır gibi bir Orta Doğu ülkesine giderek para biriktirirlermiş. Bu da o zamanlar İngiliz parasının aslında ne kadar da kıymetli olduğunu göstermektedir. Bir yandan serbestçe oradan oraya gidebilen Britanyalıların dünyayı algılayış biçimleri de ilginç olsa gerek. Miller ailesi de yaşadıkları mali krizden kurtulmak için böylesi bir yolculuğa çıkar ve Güney Fransa’da bir otele yerleşirler. Burada ailesi Agatha’ya Fransız bir dadı tutar ve böylelikle küçük yaşta, çok güzel bir şekilde Fransızca öğrenir. Bir zaman sonra zor günleri atlattıklarında evlerine geri dönerler.
Agatha on bir yaşındayken babası ölür ve bu vefat hayatlarını çok değiştirir. Bu olaydan sonra ailesinin dağıldığını düşünen yazar “baba” figürünün nasıl da ailenin direği olduğuna dikkat çeker. Bir hayli cinsiyetçi dil benimseyen Agatha, erkeğin evin üzerine kurulduğu kaya olduğunu söyler. Artık kayaları yoktur, ablası evlenmiştir, abisi –bir türlü hayatta tutunamadığı, işlerini yoluna koyamadığı için- Afrika’ya gitmiştir. Annesiyle ikisi baş başa kalmışlardır ama ona göre bu ikili, bir aile oluşturmaktan ziyade bir çocukla aynı evi paylaşan orta yaşlı bir kadın gibi görünür. Yazarın kendi deyimiyle “hayatının ilk evresi” geride kalmıştır. Artık sadece kendilerine kalan mirasla geçinmek zorunda kalacaklarından ciddi bir ekonomik sıkıntı kapıdadır. Birçok defa mevzu bahis olsa da bütün çekilen sıkıntılara rağmen Agatha Ashfield’daki evlerini sattırmaz. Evi onun için gerçekten ait olduğu yer, barınağı, geçmişi, anılar hazinesidir. Babasının ölümünden sonra annesini de kaybedeceğini düşünerek yaklaşık iki yıl süren anksiyete krizleri geçirir. Ancak birkaç yıl içinde babasının yokluğundan dolayı kendisinin “korumasız” olduğunu kabullenir. Hatta o kadar kabullenir ki annesinin de sorumluluğunu aldığını düşünür.
Onlu yaşlarında Agatha’nın kadın olmaya dair kafasındaki imge “büyümüş memeler”dir. Kendi memelerinin çıkmamasını bir süre kafaya takar, bunun hasretini çeker. Yazar çok çekingen bir genç kız olduğunu iddia eder, utanmadan yapabildiği tek şey şarkı söylemektir ve bundan güç alarak opera söylemeye başlar. Ayrıca piyano da çalar fakat yaptığı hiçbir şeyde tam olarak ustalaşamaz. Hayatında enine boyuna planlamakla zaman geçirdiği ve aklını verdiği tek şey “mutlu bir evlilik”tir. O dönemde ve ait oldukları sınıfta kadınların çalışması sık rastlanılır bir şey olmadığından genelde genç kadınlar zamanlarını “doğru” erkeği bekleyerek geçirirler. Bundan dolayı yazar kadın olmayı harika bir kumar olarak görür. Kadınlar eşlerini seçerdi fakat karşısına kimlerin çıkacağı bir kaderdi. İngiltere’de 20. yüzyılın başlarında yükselen kadın hakları hareketinin şiârlarını Agatha pek doğru bulmaz. Örneğin ona göre çalışma konusunda erkeklerle “yarışmak” hiç doğru bir hareket değildir, hatta kadının bu “yarış” tutkusu hayattaki ve ailedeki konumunu kaybetmesine yol açmıştır. Onun için erkek evin tek reisidir ve bir kadının görevi de kocasının dünyadaki yerini ve yaşam tarzını kendi kaderi sayması ve sahiplenmesidir, bu aynı zamanda mutluluğun da temelidir. Agatha bir yandan düşüncelerini bu şekilde ifade ederken öte yandan özgür ruhlu ve ayakları üzerinde durmaya çalışan biridir. Zaten yazarlığa da çektikleri maddi sıkıntı yüzünden başlar fakat kazandığı parayı, neredeyse yaşlılığına dek, ek gelir olarak görür.
Artık genç bir kadın olan Agatha “flört sanatının” kendi kuşağının ustalığı olduğunu söyler. Yazar, o dönemde kızlar ve erkeklerin dans partilerinde bir araya geldiğini fakat dansa giden genç bir kadına ya annesi ya da yaşını almış, evli akraba bir kadın eşlik etmesinin elzem olduğunu belirtir. Bir dans organizasyonunda bir erkekle birden fazla dans edilmemesi gerektiğini fakat olur da danslar aynı kişiyle yapılırsa –özellikle azami sınır üçtür- salondaki bütün gözlerin genç çifte çevrildiğini de ekler. Sosyal ortamlarda bu tarz “mahalle baskıları” yaratılırken birbirini beğenen genç kadın ve erkeğin beraber yürüyüşe çıkmalarına, at binmelerine, baş başa uzun uzun sohbet etmelerine izin verildiğini ve bunun bir çelişki yarattığına da dikkat çeker. Erkekler, bu dans ve flört seansları sonunda akıllarına yatarsa kızlara evlenme teklifi ederken kızların da bu flört oyunundan tatmin olduğunu belirten yazar zaten bu gençlerin birbirleriyle seks yapmalarının da pek rastlanan bir şey olmadığını söyler. Bunun yerini o dönemde “flört sanatı” tutuyordu. Agatha’nın ifadesiyle bu, genç kızlara verilen değerden kaynaklanıyordu. Bu bakışa göre erkekler, eşleri olabilecek genç kadınları -kendi sınıflarındaki genç kadınları- seks ile “kirletmiyorlardı”. Erkekler seks deneyimlerini ya şehirde kendilerinden yaşlı evli bir kadınla ya da yine şehirde kimsenin tanımadığı küçük kızlarla yaşıyorlardı. Agatha dönemin flört terbiyesinde, erkek bir kıza âşık olursa kızın ona minnet duymasının önemli olduğunu belirtir. Zira bir erkeğin aşkına nail olmak, reddedecek olsan dahi, şükran duyulması icap eden bir şeydir. Yine o dönemde yeni uygulanmaya başlanan “kadınların ve erkeklerin beraber denize girmesi” ilgi çekici bir gelişmedir. Kadınların eldiven giymemesinin sosyal suç sayıldığı Viktoryen dönemin muhafazakâr, bileklerinden, bacaklarından ve ellerinden utanan kadınları için kısıtlama yaratan bir uygulamadır. Başlarda kadınlar uzun şortlu mayolarla denize girmek durumunda kalsalar da değişen zaman içinde çıplaklıklarıyla barışırlar.
Çekingen bir mizaca sahip Agatha bu utangaçlığını yine mali bir krizi atlatmak için yollara düştüklerinde, Mısır’a gittiklerinde atar. Belki evinden, kendi dünyasından uzak olmasından yani oradaki insanların kendi hayatı için geçiciliğinden dolayı Mısır’daki partilerde kendini rahat hisseder. Haftada bazen beş farklı partiye gider. Fakat buradaki partiler onun için daha ziyade bir hazırlık niteliğindedir. İngiltere’ye döndüklerinde annesi ona “sosyeteye takdim edilme” partisi düzenleyecektir. Toplumsal cinsiyet rolleri konusunda muhafazakâr olan annesi takdim edilme olayını hayli ciddiye alır, adeta bir genç kızın doğum hakkı gibi görür.
Yine kendi sınıfının önemli bir fenomeni olan “sanat” ile Agatha’nın ilişkisi karmaşıktır. Kitap okumayı, piyano çalmayı ve opera söylemeyi severken resim sanatını hiç sevmez. Fakat aldığı kültür eğitimi “sanat sevgisi”ni bir “ahlaki zorunluluk” olarak dayattığından dolayı da bu konuda kendisinden bir “beğeni” geliştirmesi beklenir. İşin ilginci imlası da çok bozuktur ve bir şeyler yazarken asla bir olay örgüsüne sadık kalamaz fakat on sekiz yaşlarına geldiğinde öncesine nazaran daha iyi yazmaya başlar. İki şiirini dergiye gönderir ve ödül alır. Bu olay onu yazma konusunda motive eder fakat daha çok şiir üzerine odaklanır. Agatha bir gün hasta yatağında uzanırken annesi ona oyalanması için öykü yazmasını tavsiye eder. Bu öneri sonrasında, kendisinde umut gördüğü ilk hikâyesini yazar. Bir takma erkek ismiyle çeşitli dergilere gönderir, zira kadın olduğu anlaşılırsa ciddiye alınmayacağını düşünür. Erkek olmanın avantajlarından faydalanmaya çalışır fakat bu da kâr etmez, gönderdiği her yerden hikâyeleri geri döner. Öykü yazmayı bir adet haline getirirse de bu, yazma tutkusu ile alakalı değildir sadece zaman geçirmek ister. Bir dönem yastık kılıfı işleme hobisi vardır şimdi de bu.
Bu meyanda yazarın flörtleri de vardır. Genelde askerleri, üniformalı erkekleri tercih eder. “Üniforma hayranlığı”, anlıyoruz ki o dönem İngiltere’sinde de bir gerçekti. Sonradan ilk kocası olacak sevgilisi Archie de havacı bir askerdi. Günümüze benzer şekilde, o zaman İngiltere’de damat adaylarının aile erkekleri tarafından araştırılması adetten sayılırmış. Fakat Agatha’nın ailesinde malum görevi üstlenecek bir erkeğin olmaması bu hususta annesini çaresiz bırakır ve müstakbel damat hakkında soruşturma yapılamaz. Dünya savaşının eşiğine gelen İngiltere’de ilk yardım ve evde bakım hizmetleri kurslarına katılmak moda olur. Agatha da bu kurslara katılır ve 1914 yılında savaş patlak verdiğinde hastanede gönüllü olarak hemşireliğe başlar. Archie de savaşa gider ve dolayısıyla artık çok nadir görüşmeye başlarlar. Ölüm korkusu herkesi sarmıştır bu sebeple varoluşsal kaygılarla bir an önce evlenmeye karar verirler. Archie’nin izinli olarak geldiği bir gün yıldırım nikâhıyla evlenirler ve Agatha, sonradan hep tanınacağı Christie soyadını Archie’den alır. Agatha kocasının ailesinden pek bahsetmez. Sadece bir yerde Archie’nin annesinden söz eder. Kendisini sevip sevmediğini bir türlü anlayamadığından dolayı onu tehlikeli bulduğunu belirtir. Ancak bu mevzuların üzerinde çok durmaz, yine aynı şekilde kocası hakkında kendi ailesinin ne düşündüğüne de yer vermez. Anlaşılan ailelerle öyle içli dışlı ilişkileri yoktur. Agatha bu sırada gönüllü hemşireliğin yanında bazen de eczanede çalışır. İlk kez bir dedektiflik hikâyesi yazma fikri de eczanede çalışırken aklına gelir. Kafasında kurduğu hikâyeyi tamamlamak için İngiltere içinde bir tatile çıkar, daha doğrusu inzivaya çekilir. Şehir dışında kasvetli büyük bir otele gider. Orada parmakları acıyana kadar yazar, kimseyle konuşmaz, sadece kitap okur ve kırda yürüyüşe çıkar. Sonrasında tamamladığı bu kitabını bir türlü bastıramaz.
Savaşın bittiğini kurstaki hocasının “Bugün için ders bitti. Savaş sona erdi” demesiyle öğrenir. O günkü manzara garip bir korkuyla hafızasına kazınır. Herkes işi gücü bırakmış sokaklarda dans ediyordur. Bu karenin İngilizler açısından bir olağandışılık teşkil ettiğini söyler. Örneğin Agatha’nın kafasındaki stereotiplerde Fransızlar için uygun olacak bu hadise İngilizleri düşününce yakışıksızdır. Çünkü ona göre İngilizler asla sokakta dans etmezler.
Ashfield’den Ayrılış
Kocası Archie, savaştan döndüğünde ordudan istifa eder. Londra’da küçük bir ev bulup taşınırlar ve bir kızları olur. Fakat annesinin evine alışan, orasını bir yuva olarak gören Agatha için ayrılık epey zordur. Bir zaman sonra yeni ve daha büyük bir eve taşınırlar. Evi hazırlarken yazarın bir usta ile yaşadığı diyalog, hemen her zaman başımıza gelen “insanların zevklerini dayatması” hususunda hepimize çok aşina gelecektir. Agatha boya yaptırırken ustadan tavanı siyaha boyamasını ister. Usta inatla “normal” zevklere uymadığı ve tavanı alçak göstereceği için yapmayı reddeder: “aydınlığı karartmak istiyorsunuz oysaki karanlığı aydınlatmalısınız” der. Aksine Agatha alçak tavan seven biridir ve “karanlığı aydınlığa tercih ediyorsanız karanlığı aydınlatmazsınız” diyerek cevap verir.
Bu esnada Agatha’nın dosyası bir yayınevi tarafından kabul edilir. Bu onun basılan ilk kitabı olacaktır. Yine o meyanda ayyuka çıkan maddi sıkıntılarından dolayı Archie Ashfield’in satılmasını önerir fakat Agatha buna ölümüne karşı çıkar. Archie de o zaman yeniden bir kitap yazıp para kazanmasını önerir, kendisi de o sırada sektör değiştirip deniz ticareti yapan bir şirkete geçmiştir. İş dolayısıyla “hem ziyaret hem ticaret” yapabilecekleri bir fırsat ayaklarına gelir. Bir yıl boyunca hem dünyayı gemiyle dolaşacaklar hem de Archie çalışmış olacaktır. Gezmeyi çok seven bu ikili hemen teklifi kabul ederler. Agatha’nın ablası bu fikre karşı çıkarken annesi, “bir kadının görevi her zaman kocasının yanında olmaktır” gerekçesiyle seyahate gitmelerini destekler, aksi takdirde erkek kadını unutabilir. Bu bakışa göre kadının eş olarak değeri, kendi varlığını hissettirme derecesinde vuku buluyordu. Nihayetinde kızlarını ablasına bırakarak bir yıl süren dünya turuna çıkarlar. Önce Güney Afrika’ya Cape Town’a giderler. Agatha burayı çok beğenir, dağlarıyla, şeftalileriyle, güneş ışığıyla, deniziyle mükemmeldir. Afrika’da sık sık sörf yaparlar, uzun orman yürüyüşlerine çıkarlar. Bu geziler esnasında coğrafyanın doğasını tanırlar, timsahları, su aygırlarını görürler. Oradan Avustralya’ya geçerler. Agatha burayı görünce çok şaşırır, hiç hayallerindeki gibi bir yer çıkmamıştır. Gördüğü Avustralya ile kafasındaki Avustralya imgesi birbirini hiç tutmaz. İletişim teknolojilerinin bu kadar gelişkin olmadığı bir zamanda bu gibi imgelerin yaratıcılarının neler olduğunu merak ettiğimden ötürü bu “tahayyül” bana enteresan geldi. Ancak Agatha’nın -tüm hikâyesinde olduğu gibi- bu konuyu da hiç derinleştirmeden yalnızca “şaşırdım” deyip geçmesi nedeniyle bu merakım havada kaldı. Hayalindeki Avustralya salt çöl ve kangurudan oluşan bir yerdir. Gerçekte çölleri de olmasına karşın Avustralya’nın iklimi ve bitki örtüsü büyük çeşitlilik gösterir. Fakat neden sadece “çöl” temsili akılda kalmıştır, seyahatnamelerden mi, romanlardan mı, bir tanıdığın anlatısından ya da dergi fotoğrafından mı? Yazarı başka şaşırtan şeylerden biri sık şekilde rastlanan kauçuk ağaçlarıyken bir başkası ananas tarlalarıdır. Agatha nedense ananasın zarif bir şekilde ağaç dallarından sarktığını hayal etmiştir lakin lahana tarlası gibi bir yerde yetiştiğini görünce hayret eder. Bir diğer farklılık tuvalet düzenidir. Bir odanın ortasında iki oturak olması suretiyle insanların beraber tuvalet yapabilmesi, mahremiyetin olmaması Agatha’ya bir hayli ilginç gelir.
Avustralya’dan Tazmanya’ya, Yeni Zelanda’ya, oradan da Hawaii’ye geçerler. Hawaii insanları Agatha için tam bir hayal kırıklığıdır. Nedense oradaki insanları da “harika bir güzellik” olarak tahayyül etmiştir. Fakat gerçekler hiç kafasındaki gibi değildir. Bu esnada paraları bitmeye yüz tutar dolayısıyla seyahatin geri kalanını yarı aç yarı tok geçirirler. Önce Kanada’ya, oradan da New York’a giderler. Parası olmadığı için –babasının Amerikalı olduğundan başlarda bahsetmiştim- New York’ta halasında kalır, o dönemde oralarda kafe kültürü yeni gelişmeye başlamış, henüz İngiltere’ye gelmemiştir. Agatha New York’un kafelerini çok merak eder fakat halası bu merakı çok yadırgar, kadınların kafede işleri olduğunu düşünmez ayrıca sokaklarda yalnız dolaşmasına da izin vermez. Yazar kendini orada bir kafeste hisseder ve İngiltere’ye dönüşü iple çeker.
İngiltere’ye dönüşte gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırlar. Tüm paralarını seyahatte harcamışlardır, naçar durumda kalırlar. Agatha’nın eve katkı olarak elinden gelebilecek tek şey kitap yazmaktır ve yazar da. Bu sefer şansı yaver gider, Amerikalı bir yayıncı da kitabını basmak ister. Bu dönüm noktasıyla birlikte artık yazarlıktan iyi paralar kazanmaya başlamasına rağmen yine de hâlâ kendini yazar olarak görmez. Arabalar yeni yeni gündelik hayatlara girerken Agatha kendisine bir araba alır. Sosyetik bir bölgede büyük ve güzel bir eve taşınırlar. Fakat Agatha’ya göre bu ev uğursuzdu, eski sahiplerine hayır getirmediği gibi onlara da getirmeyecekti. Önce Archie golf bağımlısı olmaya başlar, git gide aralarındaki arkadaşlık yok olur. Sonrasında Agatha’nın annesi ölür, o Ashfield’e evi toparlamaya giderken hastalıklardan ve sıkıntılardan kaçma eğilimine sahip Archie Londra’da kalır. Agatha hüzünle yapması gerekenleri yaparken Archie yanlarına hiç uğramaz, artık neredeyse iki yabancı olmuşlardır. Ve bir gün kocası gelip hayatında başka biri olduğunu ve boşanmak istediğini itiraf eder. Ama Agatha hep bunun geçici bir durum olduğunu düşünür. Ona göre bütün erkekler bunu yapar ama sonunda eve döner. Bir süre bu mevzudan dolayı kendini suçlar: “Belki de kocasına yeterince ilgi göstermemişti o yüzden başkalarına gitmişti”. Bir yıl kadar büyük bir umutla işlerin yoluna girmesini bekler ancak değişen bir şey olmayınca boşanırlar. Ablası Ashfield’e taşınmasını teklif etmesine karşın orada anılar içinde boğulacağını düşündüğünden bunu kabul etmez. En kısa sürede para kazanabilmek için bir kitap yazmayı önüne hedef olarak koyar. Geriye doğru bakınca amatör bir yazardan profesyonele geçmesinin bu olayla başladığını düşünür. O halde bu bakışa göre profesyonellik, yapmayı istemediğin ya da beğenmediğin halde yaptığın şeyi sürdürmek anlamına gelmektedir. Son zamanlarda yaşadıklarından dolayı kendisini bedbaht hisseder ve bir yere seyahat etmesi gerektiğini düşünür. İlk defa yanında biri olmadan ülke aşırı bir yere gezi planlayacaktır. Bu yaptığını bir “birey olma mücadelesi” olarak görür. Tek başına uzaklaşıp, kendini tanıyacaktır. Bu tarz bir “yolculuk” isteği antropolojik literatürde sık karşımıza çıkan “inisiyasyon” kavramını çağrıştırır. İnisiyasyon törenleri kişinin, önceki statüsünden koparak, liminal durumdaki deneyimi vesilesiyle “olgunlaşıp” yeni bir statü edinmesine fırsat veren ritüellerdir. Bu törenlerin çoğu bu tarz bir “evden uzaklaşma”, “yol” öğesi de içerir. Örneğin bazı kabilelerde erkek çocukları belli bir yaşta ormanın içine bırakılır. Orada totemini bulması, hayvanlarla dövüşmesi, yönünü kavraması kısaca hayatta kalmasına yetecek tüm özelliklerle donanıp rüştünü ispat etmesi beklenir. “Çocuk” olarak çıkılan bu yolculuktan, soyunu devam ettirip kabilesini koruyabilecek yeteneklere sahip bir “erkek” olarak dönülecektir. Sanırım Agatha da böylesi bir inisiyasyon güdüsüyle uzaklara seyahat etmeye karar verir. Nereye gideceğini bilmeyen yazar, bir arkadaşının Bağdat’ı çok övmesi üzerine Orient Express’ ten İstanbul-Şam-Bağdat hattına biletini alır. Hem Doğu ekspresine binme hem de daha önce hakkında yazılar okuduğu, Ur’da yapılan arkeolojik kazıyı gezme fikri onu çok heyecanlandırır. Agatha özellikle tren yolculuklarını çok sever. Çünkü bu yolculukta doğa, kasabalar, kiliseler, insanlar aslında yaşamın tam da kendisi görülür. Oysaki uçak yolculuğu, konforuna rağmen, havadan gidip hayata temas etmediği için sevimsizdir. Yolculuğunun ilk durağı İstanbul’dur. Trende tanıştığı Hollandalı bir mühendis “İstanbul’da hangi otel güvenlidir”, “insanlara nasıl yaklaşılmalıdır” hususunda Agatha’ya taktikler verir. Örneğin hem dolandırılabileceğinden hem de başına başka türlü işler gelebileceğinden ötürü insanların söylediklerine asla inanmamalıdır. Bir Avrupalı dayanışması sergilerler. İstanbul’u bilen bu mühendis güvenilir bir rehber kiralayarak yazarı gezdirir. Türk basının lanse ettiğinin aksine kitapta İstanbul gezisi çok detaylı ve beğeni dolu bir şekilde anlatılmaz. Hatta yolcuğuna devam etmek için Haydarpaşa’ya gittiğinde orayı bir “tımarhane” olarak betimler: herkesin bağırdığı, çığlık attığı, ayaklarını yere vurduğu, gümrük görevlisinin dikkatini çekmeye çalıştığı bir yerdir. Türkiye sınırları içerisinde büyülendiği tek yer, trenden geçerken gördüğü Toroslar üzerindeki Kilikya Kapısı’dır. Bağdat’a varana kadar en çok tahtakurularından ve hamamlardan yakınır. Bu tarz bir banyoya alışması uzun zaman alır. İngiltere’den çıktığı trende arkadaş olduğu kişilerle Bağdat’ta karşılaşır, onlar da yine Agatha’yı güvenli bir otele yerleştirirler. Bağdat’taki insanlar gözüne çok kibar ve sevimli görünür. Ancak insanların hareketlerini gerçekten anlayabilmek için tüm bildiklerini bir kenarı bırakması gerektiğini düşünür. Örneğin yolda iki adamı birbirlerine bağırdığını görürseniz kavga ettiğini sanabilirsiniz oysaki onlar birbirlerinin yanına gitmeye üşendiği için bağırarak konuşuyorlardır. Gezisi sırasında yaptığı kırk sekiz saatlik çöl yolculuğu yazarı adeta hipnotize eder. Çölün sarı kumu, kum tepecikleri, kayalar ve o tek düzelik, boşluğa kapatılmışlık hissiyatı yaratır. Planladığı gibi Ur’a kazı ziyaretine gider. Bu gezisinde bir arkadaş edinir, onun sayesinde ilk defa “zaman” kavramı üzerine düşünmeye başlar. Bu kavram üzerine çok düşününce seyahatine sebep olan kişisel meseleleri artık onu eski kadar etkilemez olur. Seyahati amacına ulaşmış, başka dünyalar görmüş, bu da onu kendi meselelerinden uzaklaşmıştır. Bu geziden o kadar memnun kalır ki İngiltere’ye giderken hemen geri dönmenin planlarını yapar. Evine geldiğinde birçok şeye farklı gözle bakmaya başlamıştır. En kısa zamanda da yine yollara düşer. Planı önce Irak’ta Ur’a, sonrasında ise Suriye’ye ve Yunanistan’daki Delphi antik kentine gitmektir. Ur’da kazı sahibinin yardımcısı Max ile tanışır. Gezdiği yerlerde Max ona eşlik eder ve mekânların tarihlerini anlatır. Max genç, centilmen, nazik, İngiliz bir arkeologdur. Agatha ondan etkilenir aslında ama yaşı kendinden çok küçüktür, hatta sohbet esnasında yeğeninin sınıf arkadaşı olduğunu öğrenince kendini kötü hisseder. Beraber çok iyi zaman geçirdiği Max Agatha’nın ikinci kocası olacaktır. Evlendiklerinde Agatha kırklarında olgun bir kadın, Max ise yirmilerinde bir gençtir. Sanırım kitap boyunca yazarın yaşını hiç anmamasının sebebi de budur. Max ile evlendikten sonra yine bir geziye çıkarlar. Önce Balkanlara giderler. Orada en çok “hesap istemeye utanan” esnaflar dikkatini çeker. Yemeğe gittikleri her defasında hesap istediklerinde “bir dahaki sefere ödersiniz” cevabını alırlar. Son gecelerinde artık “başka gün yok” diyerek hesabı zorla öderler. Oradan İran’a geçerler. Agatha Isfahan’ı dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak görür. Batılı bir kadına burası çiçekleriyle, kuşlarıyla, arabeskiyle, binalarıyla bilhassa da renkleriyle çok masalsı gelmiştir. Oradaki renkleri dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğimizi iddia eder. Max işi gereği Nimrud’dadır fakat Agatha fırsat buldukça gezer. Bir gün Max ile Musul’da buluşmak için sözleşirler lakin Agatha’nın treni bazı aksiliklerden ötürü rota değiştirmek zorunda kaldığı için ciddi bir şekilde gecikir, bir haberleşme mekanizmaları olmadığından, gelmediğini görünce Max’in çok telaşlanacağını düşünür ama vardığında Max hiç merak etmemiştir. Çünkü kendi kültürlerinin aksine Orta Doğu’nun dakik olmayan haline alışmıştır ve olağan karşılar. Nimrud’a Max’in kazısında giderler. Yazar o zamanları mutlu, başarılı, zevkli yıllar olarak görür.
İngiltere’ye dönüp Londra’ya taşınırlar. Agatha o zaman da kendini hâlâ bir yazar olarak görmez çünkü bir meslek “mutlak gelir” manasına gelir hâlbuki yazarlık geliri ona göre kesin değildir. Bir form dolduracaksa mesleğine “evli kadın” yazar. Unvanını da mesleğini de bu olarak görür, yazarlık onun için ancak bir yan iştir. Böyle hissettiğini söylemesine rağmen yeni aldıkları evde ilk defa kendisine çalışma odası yaptırır. Ev içinde rahatsız edilmeyeceği bir alana ihtiyaç duyar. Yeni odasına kimseyi sokmaz, telefon bağlatmaz. Odasında piyanosu, büyük bir çalışma masası ve çalışma koltuğu, daktilosu ayrıca rahat bir kanepesi vardır. Evi İkinci Dünya Savaşında bombalanana kadar odanın tadını çıkartır. Sonrasında yine eski usul yemek masasında ya da lavabo kenarlarında çalışmaya alışır. Evlerinde her zaman Max için büyük çalışma odası bulunurken söz konusu Agatha olunca bu ihtiyaç göz ardı edilmiştir. Bu konu da ister istemez Kendine Ait Bir Oda kitabını çağrıştırdı bana.
Max Oxford’da okumuştur ve orayı çok sever. Bu sebeple yeni evlerini Oxford’dan alırlar ve burada otuz beş sene yaşarlar. Agatha o evi Max’in evi olarak görürken her zaman Ashfield’i kendi evi olarak görür. Max ise Ashfield’i hiçbir zaman sevmemiştir. Agatha’ya göre Max, paylaşmadıkları bir hayatın simgesi olarak gördüğü için oradan hoşlanmaz. Ashfield ise yıllar içinde değişmiştir. Bütün komşularının evleri yıkılmış yerine büyük bir bakım evi yapılmıştır. Yakına da tat kaçıran biçimde çevresine gürültü yayan bir okul inşa edilmiştir. Civarda tanıdık kimse kalmamıştır. Dolayısıyla artık o zamandaki Ashfield, anılarındaki ile aynı yer değildir. Ve bu yeni yerle de kendisinin hiçbir bağı yoktur.
Ellili yaşlarına geldiğinde Agatha kendisini yavaştan bir yazar olarak görmeye başlar. Her gün düzenli olarak yazma faaliyetinde bulunur. Bu sıralarda da ikinci dünya savaşı patlak vermiştir. Max önce, mahalle erkeklerinin güvenliği sağlamak için bir araya geldiği bölge muhafızlığına katılır. Toplanan erkekler geceleri mahalleyi tüfekle gezerler fakat o zamanlar savaş henüz kendini çok hissettirmediği için iş ciddiyetini kaybeder, bir süre sonra da bu bir araya gelmeler erkeklerin sosyalleştiği toplantılara dönüşür ve eşleri de bu toplanma “bahanesiyle” kocalarının neler yaptıklarını merak eder duruma gelirler. Sonrasında Max deniz aşırı bir yerde işe yarayabileceğini düşünerek Londra’ya gider ve hava kuvvetlerine katılır. Agatha da Birinci Dünya Savaşı sırasında edindiği bilgilerini tazelemek için yeniden hastanede çalışmaya başlar. Savaş esnasında yazar Londra’daki evindedir. Evinin bir sığınağı olmasına karşın toprağın altında kapalı kalma düşüncesi içini daralttığından hiç sığınağa inmez. Zaten zaman geçtikçe bombalamalara o kadar alışılır ki artık geceleri uyanmamaya bile başlar. Damadı savaşa gittiği için kızı ve torunu ona taşınır, uyurken torununu her ihtimale karşı evdeki en sert cismin altına yatırır. Bir süre sonra da damadının ölüm haberi gelir. Savaş koşullarında her ölüm olasılığıyla birlikte yaşarlar, gündelik hayatın bir rutini haline gelir. Bir süreden sonra da bunların yaşanmadığı dönemler hayal edilemez olmuştur. Savaşın sürdüğü yıllarda oyuncu arkadaşlarıyla görüşmekten büyük keyif alır. Çünkü bir araya geldiklerinde tiyatro dünyasından konuşan bu insanlarla beraber olmak sanki savaşta değillermiş gibi hissettirir. Yazarın büyük evlerinden birine askeriye el koyar, evin şeklini değiştirirler, duvarlara yazılar yazarlar, boyarlar. Agatha evi geri aldığında o halinin değişmesini istemez, onun tarihi bir anı olduğunu düşünür, adeta bir savaş müzesi gibi görür.
Yazarın otobiyografisini tamamlaması savaş bittikten yirmi yıl sonrayı bulmuş olsa da o yılları düşündüğünde yine de gözüne çok gerçek dışı görünür. Esasında yazar ününü de o yıllara borçludur, aklını oyalamak için sürekli roman, hikâye yazar belki de okur kitlesi için de benzer bir saik geçerlidir, bunu elbette bilemiyoruz. 1948’den sonra hayatın yavaştan normale dönmesiyle kazılar da hareketlenir ve yeniden Bağdat’a giderler. Agatha oradaki evine de bir çalışma odası ekletip bu kitabı orada yazmaya başlar. Yetmiş beş yaşında eserini tamamlar, seksen altı yaşında da vefat eder.
Sonuç Yerine
Bu yazıda polisiyenin efsane yazarı Agatha Christie’nin otobiyografisini tahlil etmeye çalıştım. İlkin hatırlamaya, anıya, belleğe ve hikâyeleştirmeye ilişkin kısaca tartışmadan sonra Christie’nin ilk gençlik yıllarının içinde cereyan ettiği ortamı Weber ve Foucault’dan özetle betimlemeye çalıştım. Sonrasında da Agatha Christie’nin hayat hikâyesini, siyaset, sınıf, toplumsal cinsiyet, mekân ve zaman bağlamında irdelemeye gayret ettim. Yazının başında da bahsettiğim gibi bu kitapta aradığım derinliği bulamasam da yine de dönemle, ilişkilerle ve anlamlandırmalarla ilgili birçok şeyin yazarın niyetinden bağımsız bir şekilde ortaya döküldüğünü düşünüyorum.
Kaynakça
Bachelard, Gaston (2008) Uzamın Poetikası, İstanbul: İthaki Yayınları.
Christie, Agatha (2009) Hayatım, İstanbul: Altın Kitaplar.
Foucault, Michel (2007) Cinselliğin Tarihi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Randall, William L. (1999) Bizi Biz Yapan Hikâyeler, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Ricoeur, Paul (2012) Hafıza, Tarih, Unutuş, İstanbul: Metis Yayınları.
Weber, Max (2008) Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınları.
Yazıcı Yakın, Aslı (2010) Güvercin Uçuverdi: Bir Tutku Olarak Ankara ve Urfa’da Güvercin Yetiştiriciliği ve Kültürü, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, 30, 183-214.
[1] Bu yazı, Ankara Üniversitesi, Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Zaman Mekân Anlatı (DR) Dersi için Prof. Dr. Funda Şenol Cantek’e Ocak 2017’de sunulan ödevin ViraVerita için gözden geçirilmiş halidir.
[2] Christie, Agatha (2009) Hayatım, İstanbul: Altın Kitaplar, s.95.
[3] Yazıcı Yakın, Aslı (2010) Güvercin Uçuverdi: Bir Tutku Olarak Ankara ve Urfa’da Güvercin Yetiştiriciliği ve Kültürü, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, 30, 186.
[4] A.g.e. s.186.
[5] Ricoeur, Paul (2012) Hafıza, Tarih, Unutuş, İstanbul: Metis Yayınları, s.30,66.
[6] Ricoeur (2012: 25)
[7] Ricoeur (2012: 58)
[8] Randall, William L. (1999) Bizi Biz Yapan Hikâyeler, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.75.
[9] Randall (1999: 131)
[10] Ricoeur (2012)
[11] Weber, Max (2008) Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınları.
[12] Foucault, Michel (2007) Cinselliğin Tarihi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[13] Foucault (2007: 13)
[14] Asur medeniyetine ait, Irak’ta bulunan bir antik kent. Birkaç yıl önce IŞİD’in oradaki tarihi eserleri patlatmaları ve iş makineleriyle parçalamaları ile gündeme gelmişti.
[15] Bachelard, Gaston (2008) Uzamın Poetikası, İstanbul: İthaki Yayınları.
[16] Bachelard (2008: 30)