Noam Chomsky ile IŞİD, dış politika eleştirisi ve sosyalist düşüncelerin niçin “asla yüzeyin çok altında olmadığı” üzerine…
Noam Chomsky, bir klişeyi tekrarlamak gerekirse, dünyanın yaşayan en önemli radikal entelektüelleri arasında. Geniş çapta tartışma uyandıran bir şahsiyet olduğunu da eklemek daha az banal veya gerçek olmaz: “soykırım reddiyeciliği”nden kitle mezalimleri karşısında değişmez, “gayriahlaki” bir suskunluk takınmaya uzanan çeşitli zafiyetlerle itham ediliyor. Şu sıralar birbirinden farklı siyasi tona sahip görüşler, Chomsky’nin Suriye üzerine kullandığı ifadelerde birtakım saçmalıklar tespit ettiğini iddia ediyor.
Bu röportajda serbest gazeteci Emanuel Stoakes eleştirilerin bir kısmını Chomsky’ye yönlendiriyor.
Chomsky, büyük çaplı askeri müdahale karşıtı duruşunu yinelemekle birlikte, (Putin’in son müdahaleleri bu seçeneğin tüm olasılıklarını yok etmiş olsa da) insani bir koridor boyunca uçuşa yasak bölge oluşturulması fikrine prensipte karşı çıkmadığını ifade ediyor.
Chomsky 1995 Srebrenitsa Katliamı ve NATO’nun 1999 Kosova müdahalesi konularındaki duruşunu açıklığa kavuşturuyor.
Chomsky, eleştirmenlerine cevap vermenin yanı sıra, geniş yelpazede başka konu başlıklarına dair düşüncelerini de ortaya koyuyor: IŞİD’le savaşmak için ne yapılmalı, Güney Amerika’daki halk mücadelelerinin önemi ve sosyalizmin geleceği.
Her zaman olduğu gibi, daha iyi bir toplum kurma kapasitemize olan temel inancı öne çıkıyor.
Bu ay (Kasım, 2015) gerçekleşen Paris’teki saldırılara tepkiniz nedir ve Batı’nın IŞİD’i bombalamaya yönelik mevcut stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mevcut strateji düpedüz işe yaramıyor. IŞİD’in hem bu konu hem de Rusya yolcu uçağı üzerine ifadeleri çok açıktı: bizi bombalarsanız acı çekersiniz. Onlar bir hilkat garibesi ve bunlar korkunç suçlar ama kafamızı kuma gömmek fayda vermiyor.
En iyi sonuç IŞİD’in yerel kuvvetlerce yok edilmesi olurdu, ki bu olabilir de, ama bu Türkiye’nin de aynı fikirde olmasına bağlı. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın desteklediği cihatçı unsurlar muzaffer olursa sonuç bir o kadar kötü olabilir.
En faydalı sonuç yukarıdakiyle birlikte Viyana’da adım adım yaklaşılan türden müzakere edilmiş bir uzlaşı olurdu. Uzak ihtimaller.
Hoşa gitsin gitmesin, IŞİD Irak ve Suriye’nin Sünni bölgelerindeki yerini bir hayli sağlamlaştırmış gözüküyor. Aşırı derecede zalimane fakat oldukça başarılı bir devletleşme sürecine girmiş gibiler ve IŞİD’i beğenmese de daha beter alternatiflere karşı onu tek savunma olarak gören Sünni toplulukların da desteğini topluyorlar. Ona karşı çıkan tek büyük bölgesel güç İran ama İran destekli Şii milisler IŞİD kadar vahşi olmalarıyla nam salmış ve muhtemelen IŞİD’e destek kazandırıyorlar.
Bölgeyi kırıp geçiren mezhep çatışmaları büyük ölçüde Irak işgalinin bir sonucu. Eski CIA analizcisi Orta Doğu uzmanı Graham Fuller “Birleşik Devletler’in bu örgütün en önemli yaratıcılarından biri olduğunu düşünüyorum” derken bunu kastediyor.
IŞİD’in akla gelecek herhangi bir yolla ortadan kaldırılması daha kötü bir şeyin temellerini atabilir, ki askeri müdahalelerde sıklıkla olan budur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci Fransa ve Britanya’nın bölgeye dayattığı devlet sistemi, kontrolü altındaki nüfuslar için pek de endişe duymaksızın çözülmekte. Gelecek kasvetli gözüküyor, gerçi bazı aydınlık belirtileri var, Kürt bölgelerinde örneğin. Bölgedeki gerilimlerin birçoğunu azaltmak ve akla sığmayacak kadar yüksek silahlanma seviyesini düşürmek ve kısıtlamak için adımlar atılabilir ama dış mihraklar yıllardır yapageldikleri gibi alevleri harlamaktan başka ne yapabilirler, belirsiz.
Bu senenin başlarında Yunan hükümetinin alacaklılarıyla bir anlaşmaya varabilmek için verdiği mücadeleye tanık olduk. Krizin tamamıyla birlikte bu hesaplaşmayı da AB’nin birliğin ortak çıkarlarına göre bir borç krizini yönetmeye çalışmasından ziyade Yunan toplumuyla kemer sıkmadan yararlananlar arasındaki savaşa benzeyen bir durum olarak görmek çok cazip. Aynı fikirde misiniz? Bu durumu nasıl görüyorsunuz?
Borç krizini yönetmek için ciddi bir çaba verilmiş değil. Troykanın Yunanistan’a dayattığı politikalar ekonominin altını oyarak ve büyümeye dair ümitvâr olasılıkların önünü tıkayarak krizi hızla alevlendirdi. Borcun gayrisafi milli hasılaya oranı bu politikalar uygulanmadan öncesine kıyasla şimdi çok daha yüksek ve Yunanistan halkına bedeli korkunç oldu —buna karşın krizin sorumluluğunu büyük oranda taşıyan Alman ve Fransız bankaları gayet iyi durumda.
Sözde Yunanistan’ı “kurtarma paketleri” çoğunlukla(bazı tahminlere göre %90 oranında), alacaklıların cebine indi. Bundesbank eski Başkanı Karl Otto Pöhl makul bir biçimde tüm meselenin “Alman bankalarını ve özellikle Fransız bankalarını borçların silinmesinden korumak için” olduğu gözlemini iletti.
ABD merkezli öncü dergi Foreign Affairs’ta konuyu yorumlayan, bunalım dönemi kemer sıkma programlarının yıkıcılığının en ikna edici eleştirmenlerinden Mark Blyth şöyle yazdı: “Yunanistan’ı hiç anlamadık çünkü bu krizi olduğu gibi görmeyi reddettik: 2008’de başlayan ve bugüne kadar gelen, finans sektörünü kurtarma paketleri serisinin bir devamı”. Tüm taraflar borcun ödenemeyeceğinin farkında. Borç uzun zaman önce, krizin kolaylıkla yönetilebilir olduğu zamanlarda, radikal biçimde yeniden yapılandırılmalıydı ya da basitçe “çirkin borç” ilan edilip silinmeliydi.
Görünüşe göre Almanya’nın en popüler siyasi şahsiyeti olan Alman Finans Bakanı Schäuble Çağdaş Avrupa’nın çirkin yüzünü teşkil ediyor. Reuters haber ajansının bildirdiğine göre Schäuble “ülke borçlarını yönetilebilir düzeye çekmek için Avrupa’nın Yunanistan’a verdiği borçların bazılarını silmek gerekebilir” açıklamasında bulunurken daha cümlesini bitirmeden, “böyle bir adımı bertaraf ettiğini” söyledi. Kısacası, sizi sağabileceğimiz kadar sağdık, şimdi toz olun. Nüfusun çoğu kelimenin tam anlamıyla toz oluyor; doğru düzgün yaşam sürdürme umutlarının üzerinden ezilip geçilmiş durumda.
Aslında Yunanlıların sütü henüz tam sağılmış değil. Bankaların ve bürokrasinin dayattığı utanç verici anlaşma Yunan varlıklarının doğru açgözlü ellere düşmesini temin edecek önlemler içeriyor.
Almanya’nın oynadığı rol bilhassa utanç verici, salt Nazi Almanya’sı Yunanistan’ı yıkıp geçti diye değil, aynı zamanda Thomas Piketty’nin Die Zeit’ta işaret ettiği şu sebeple: “Almanya tarihi boyunca dış borcunu asla geri ödememiş ülke olarak en iyi tek örnek; ne Birinci ne de İkinci Dünya Savaşı sonrasında”.
1953 Londra Anlaşması Almanya’nın borcunun yarısından çoğunu silerek ekonomik iyileşmesinin temelini attı. Piketty son zamanlarda “Nispeten yüksek faiz oranları işleterek verdiği borçlarla Almanya’nın Yunanistan üzerinden kâr elde ettiğini” “cömertlik”ten çok uzak olacak şekilde sözlerine ekledi. Kirli işler.
Yunanistan’a (ve genel olarak Avrupa’ya) dayatılan kemer sıkma politikaları iktisadi bir bakış açısından her zaman abesti ve Yunanistan için tümden felaket oldu. Fakat, sınıf savaşının silahları olarak refah sistemlerinin altını oymada, kuzeyli bankaları ve yatırımcı sınıfı zenginleştirmede ve demokrasiyi marjlara sürüklemede bir hayli etkili oldu bu politikalar. Troykanın günümüzdeki davranışı rezalet. “Efendilere itaat edilir” prensibini iyice yerleştirme amacı güttüklerinden neredeyse hiç şüphe edilemez: Kuzeyli bankalara ve Brüksel bürokrasisine karşı başkaldırış sineye çekilmeyecektir ve Avrupa’daki demokrasi düşünceleri ve toplum iradesi terk edilmek durumundadır.
Yunanistan’ın geleceği üzerine verilen mücadele dünyada da olan biteni- örneğin toplumun ihtiyaçlarıyla kapitalizmin talepleri arasındaki mücadeleyi – temsil eder nitelikte mi sizce —? Evetse, özel yetki bağlantıları olan küçük bir grup insan bütün kozları elinde tutar gibi görünürken, düzgün insani sonuçlar çıkmasına dair bir umut görüyor musunuz?
Yunanistan’da ve genel olarak farklı derecelerde Avrupa’da, savaş sonrası yılların en hayranlık verici başarıları, geçmiş neslin küresel nüfusu üzerindeki neoliberal saldırının yıkıcı bir sürümünün etkisi altında tam tersine döndürülüyor.
Fakat düzeltilebilir. Latin Amerika, neoliberal ortodoksluğun en itaatkâr öğrencileri arasındaydı ve beklendiği üzere en kötü hasar görenlerden biri de onlardı. Ama son yıllarda bu ortodoksluğu reddetme yoluna girdiler ve daha genel anlamda beş yüz yıldır ilk defa sömürgeci tahakkümden (ve geçmiş yüzyılın ABD tahakkümünden) sıyrılarak ve sefalet okyanusu içinde, geleneksel olarak dış yönelimli (çoğunlukla beyaz) varlıklı seçkinlerin yönettiği potansiyel zengin toplumların sarsıcı iç sorunlarıyla yüzleşerek birlik olmaya dönük önemli adımlar attılar.
Yunanistan’da Syriza benzer bir gelişmenin sinyalini vermiş olabilir, işte bu yüzden bu denli acımasızca ezip geçme gereği duyuldu. Avrupa’da ve başka yerlerde akıntıyı tersine çevirebilecek ve çok daha iyi bir geleceğe doğru yönlendirecek başka tepkiler mevcut.
Srebrenitsa katliamının yirminci yılını bu yıl geride bıraktık. Birleşik Devletler’in katliamı uydulardan gerçek zamanlı olarak izlediği ve dünyanın büyük güçlerinin çoğunun oradaki öngörülebilir kıyıma engel olmak için çaba göstermeye gelince en azından kayıtsız kaldığı ortaya çıktı. O zaman sizce ne yapılmalıydı? Örneğin Müslüman Boşnaklara çok daha önceden kendini savunma şansının verilmiş olması gerekir miydi sizce?
Srebrenitsa neredeyse hiç korunmayan bir bölgeydi —unutmamalıyız ki bu durum sayesinde Nasir Oric’in ölüm saçan Bosnalı milisleri etraftaki Sırp köylerine saldırmak için burayı üs olarak kullanıyor, vahşice bir ölü sayısı elde edip bu başarılarıyla övünüyordu. Er ya da geç Sırplardan bir cevap geleceği öyle çok şaşırtıcı değildi. Sizin ifadenizle “öngörülebilir kıyıma engel olmak” için önlemler alınmalıydı.
Uygulanabilir olabilecek en iyi yaklaşım bölgedeki düşmanlıkların tırmanmasına müsaade etmektense onları azaltmak ve belki sonlandırmak olurdu.
Kosova müdahalesine dair tutunduğunuz tavır nedeniyle çok eleştirildiniz. Bombalama dışında alternatifler olduğuna inandığınızı ve diplomatik bir çözüm bulmaya yönelik daha büyük siyasi irade var olsaydı şiddetin durdurulabileceğini söylüyorsunuz, yanlış mı anlıyorum? Alternatif olarak ne yapılabilirdi, ana hatlarıyla belirtir misiniz?
Müdahaleye dair duruşumla ilgili eleştirileri görmedim ama zaten eleştiri olması olası değil çünkü, basitçe, bir taraf tutmadım. Bu konudaki yazımda (The New Military Humanism) açıklığa kavuşturduğum gibi, NATO müdahalesinin yerindeliğini neredeyse tartışmadım bile. İlk sayfalarda bu açıkça ifade ediliyor.
Sondan üçüncü sayfada bu konuya değinerek, Birleşik Devletlerin eldeki birkaç seçeneğin daha zararlı olanlarından birini seçtiğini söylemenin “makul düşünce” gibi görünmesine rağmen, kitabın önceki sayfalarında, yani tüm kitap boyunca, Kosova’da ne yapılmalıydı sorusunun “cevapsız” kaldığını not düşüyorum.
Başlangıçtan itibaren açıkça ve belirsizlik içermeyen bir biçimde, hatta kitabın başlığında bile, belirtildiği üzere, bu kitap tamamıyla farklı bir konu hakkında: (şenlikli söz sanatının bir kısmını alıntılamak gerekirse) dış politikasında “azizlere özgü bir parıltı” içinde “asil bir aşama”ya giren “aydınlanmış devletler”in liderliğinde “yeni prensipler ve değerler dönemi” olarak Kosova olaylarının ithali.
Bu çok önemli konu başlığı, ne yapılmalıydı sorusundan keskin biçimde ayrılıyor ki bu soruya yönelmedim bile. Başarıyla kaçınılmış, belli ki popüler olmayan önemli bir konu. Kitap üzerine yazılan eleştirel yorumlarda konunun geçtiğini gördüğümü bile hatırlamıyorum.
Mevcut diplomatik seçenekleri gözden geçirdim, evet. Yetmiş sekiz gün süren bombalama sonrasında varılan anlaşmanın NATO ile Sırbistan arasındaki bombalama öncesi duruşlardan taviz anlamına geldiğine işaret ettim. Savaş bittikten bir yıl sonra A New Generation Draws the Line kitabımda bombalamanın doğrudan arkaplanı üzerine olan zengin Batılı belgesel kaydını geniş kapsamda gözden geçirdim. Buna göre, Arnavutluk’tan saldıran Kosova Kurtuluş Ordusu’nun gerillalarıyla Sırpların verdiği vahşice yanıt arasındaki şiddet düzeyinin dengeli olduğu ve, kamuoyunca tam da tahmin edildiği gibi ve General Mark Clark’ın Birleşik Devletler yetkililerine özelden bildirdiği gibi mezalimlerin bombalamadan sonra hızla tırmandığı ortaya çıktı.
Gerçekten yazdıklarıma yönelik eleştiri olmuşsa da ben görmedim. Fakat bolca öfkeli kınamada bulunulduğu konusunda haklısın —yani yazmadığım şeylerin kınaması.
Olası alternatife gelince oldukça gelecek vaat eder görünen diplomatik seçenekler vardı. İşe yarar mıydı yaramaz mıydı bilmiyoruz, çünkü bombalama tercihinde bulunularak bu seçenekler yok sayıldı.
Başka yerlerde gördüğüm klasik yorumlama, bombalama tercihinin mezalimlerin hızlı yükselişinden kaynaklandığını söylüyordu. Böylesi kronolojiyi tersine çevirme olayı gayet standarttır ve NATO şiddetinin meşruiyetini pekiştirmek için faydalıdır. Mezalimlerin yükselişi bombalamanın sonucuydu, sebebi değil —ayrıca, belirtildiği gibi, kamuoyunca ve yetkililerce gayet öngörülebilirdi.
NATO’nun Balkan müdahalesinin gerçek hedefi sizce neydi?
Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık liderliğine inancımız varsa gerçek hedef “NATO’nun itibarı”nı pekiştirmekti (başka mazeretler de vardı ama çabucak çöküp gittiler). Tony Blair’in resmi sebep olarak açıkladığı gibi, bombalamaktan kaçış “NATO’nun itibarına yönelik yıkıcı bir darbe ” anlamına gelirdi ve “bunun sonucunda dünya daha da güvensiz bir yer haline gelirdi”, her ne kadar, birkaç detayla üzerinden geçtiğim gibi, çoğu kez ezici bir çoğunlukla “dünya” karşıt görüşte olsa da.
—Temelde bir mafya prensibi olan— “güvenilirliği pekiştirmek” büyük güç politikasının önemli bir özelliğidir. Daha derinden bir bakış, resmi ağızlarca üzerinde durulan gerekçelerin ötesine geçmeyi gerektirir.
Büyük insani felaketler esnasında her ne koşulda olursa olsun askeri müdahaleye karşı mısınız? Sizin bakış açınıza göre askeri müdahaleyi kabul edilebilir yapan koşullar hangileridir?
Katıksız pasifistler askeri müdahaleye her daim karşı çıkar. Ben öyle değilim ama şiddete başvurulan her durumda olduğu gibi askeri müdahale de sırtında ağır bir ispat yükü taşır. Birkaç kullanışsız formül dışında bunun ne zaman meşru olacağına dair genel bir cevap vermek imkânsız.
Müdahalenin meşru olduğu hakiki durumlar bulmak kolay değil. Tarihi ve akademik kayıtların üzerinden geçtim. Epeyce ince. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde iki olası örnek kendini gösteriyor: Kızıl Kmerler’in işlediği suçları yükselişe geçtiğinde durduran, Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali ve eski Doğu Pakistan’daki korkunç mezalimleri sona erdiren, Hindistan’ın Pakistan’ı işgali.
Gelgelelim bu iki vaka, “yanlış aktör” hatası ile bir hayli çirkin yollarla tepki gösteren Washington’un her ikisine de kesinkes karşı olması yüzünden, standart kanona girmiyor.
Suriye’yle devam edersek, dehşete düşüren bir insani durum görüyoruz ve yakınlarda her iki taraf için de öldürücü olan savaşın sona ermesine dair bir işaret yok. Misket bombalarıyla filan yaşayan insanların maruz kaldığı sonsuz sefalete siz hoşgörü duyuyorsunuz gibi algılayıp buna öfkelenen bazı Suriyeli aktivistler tanıyorum. Esad’a karşı kısıtlı da olsa herhangi bir müdahaleye ideolojik sebeplerle karşı olduğunuzu düşündükleri için bunu söylüyorlar.
Bu doğru mu veya adil mi? Zorunlu bir insani koridor boyunca uçuşa yasak bir bölge olması fikrini destekler miydiniz? Suriye’yle ilgili duruşunuzu açıklar mısınız?
Esad’a karşı müdahale dehşete düşüren bu durumu dindirecek veya sona erdirecek olsaydı meşru olurdu. Ancak öyle mi? Müdahaleyi savunanlar Suriye’yi yakından tanıyan ve mevcut durumu iyi bilen dikkatli gözlemciler değil —Patrick Cockburn, Charles Glass ve Esad’a yönelik acı eleştirilerde bulunan başka birkaçı. Bence akla yatan en ufak bir şey olmaksızın, krizi pekâlâ şiddetlendirebilir diye uyarıyorlar. Bölgeye yapılan askeri müdahale kayıtları çok ender istisnalar dışında korkunç olagelmiş; bu görmezden gelinemeyecek bir gerçek. Uçuşa yasak bölgeler, insani koridorlar, Kürtlere destek ve başka önlemlerin yardımının dokunması muhtemel. Öte yandan, askeri müdahale çağrısında bulunmak kolay; olası sonuçları hesaba katan, akla uygun ve iyi düşünülmüş planlar sunmak ise basit bir iş değil. Ben karşılaşmadım.
Acı çeken insanların çıkarına kendini adamış birtakım hayırsever kuvvetlerin müdahaleleri üstlendiği bir dünya hayal edilebilir. Fakat kurbanları önemsiyorsak hayali dünyalara dair tekliflerde bulunamayız. Ulvi beyanatlara rağmen müdahalelerin ender görülebilecek bir tutarlılıkta kendi çıkarına baş koymuş kuvvetlerce üstlenildiği, kurbanların ve onların kaderinin tesadüfi olduğu bu dünya var elimizde.
Tarihi sicil acı dolu bir netliğe sahip ve mucizevi değişimler olmuş değil. Bu, müdahalenin asla meşru olamayacağı anlamına gelmez ama bu düşünceler de göz ardı edilmemeli —en azından eğer kurbanları önemsiyorsak.
Aktivizm ve akademisyenlikle geçen uzun yaşamınızda geriye doğru baktığınızda desteklemiş olduğunuz için en çok memnuniyet duyduğunuz mesele veya ülkü hangisi? Buna karşın, en büyük pişmanlıklarınız neler —bazı cephelerde daha fazla mücadele vermiş olmayı diler miydiniz?
Tam bilemiyorum. Desteklemiş olmaktan memnun olduğum birçok şey var, kimini daha az kimini daha çok. 1960’ların başından itibaren en yoğun biçimde peşinde koştuğum dava, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde en şiddetli uluslararası suç teşkil eden, Birleşik Devletler’in Çinhindi savaşlarıydı. Buna yazmak, konuşmak, örgütlemek, gösteriler, sivil itaatsizlik, doğrudan direniş ve tesadüfen kıl payı önlenen olası bir uzun hapis cezası beklentisi dahildi. Benzer başka uğraşlarım da oldu ama hiçbiri bu yoğunlukta değil. Her bir vaka için hep aynı pişmanlıklar var: çok az, çok geç, çok etkisiz. Bir yerinden katılmakla ayrıcalıklı bulunduğum, birçok insanın baş koyduğu mücadelelerin bazı gerçek başarılar elde ettiği zamanlarda bile…
Geleceğe dair size en çok umut veren şey ne? Birleşik Devletler ’de etkileşime girdiğiniz genç insanların onlarca yıl önce etkileşime geçtiklerinize göre farklı olduğu gibi bir hissiniz var mı? Toplumsal yaklaşımlar iyiye gitmiş durumda mı?
Geleceğe yönelik umutlar her daim aynı sayılır: Gayrimeşru otoriteye ve zulme boyun eğmeyi reddeden, ciddi baskı altında kalan cesur insanlar, adaletsizlik ve şiddete karşı verilen savaşı desteklemeye kendini adamış insanlar, dünyayı samimiyetle değiştirmek isteyen genç insanlar. Başarı kayıtları her daim kısıtlı ve bazen tersine dönüktür ama Martin Luther King’in sözlü olarak ve bilfiil meşhur ettiği kelimeleri ödünç almak gerekirse, tarihin yayı zaman içinde adalete doğru bükülmektedir.
Sosyalizmin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Güney Amerika’daki gelişmeler sizi heyecanlandırıyor mu? Kuzey Amerika Solu’nun öğrenebileceği dersler var mı?
Diğer siyasal söylem mefhumları gibi “sosyalizm” de birçok farklı anlama gelebilir. Aydınlanma’dan klasik liberalizme, (Rudolf Rocker’in bol çağrışımlı ifadesiyle, kapitalizmin resiflerinde enkaza döndükten sonra) oradan da başlıca anarşist eğilimlere yakın liberter sosyalizm sürümüne kadar, sosyalizmin entelektüel ve pratik yörüngesinin izini sürmek mümkün.
Bu geleneğin temel düşünceleri asla yüzeyin çok altında değil diye hissediyorum. Tıpkı Marx’ın yaşlı köstebeği gibi, doğru koşullar oluştuğunda, angaje aktivistler tarafından doğru alevler yakıldığında atılım yapmaya hazır.
Son yıllarda Güney Amerika’da gerçekleşen şey tarihi öneme sahip diye düşünüyorum. Konkistadorlardan bu yana bu toplumlar daha önce ana hatlarını verdiğim adımları ilk kez attı. Duraksayan adımlar ama çok önemli adımlar.
Temel ders şu ki zor ve vahşi koşullar altında bu başarılabiliyorsa bizden önce gelenlerin mücadeleleri sayesinde edindiğimiz nisbi özgürlük ve refah mirasından yararlanarak bunu çok daha öteye taşıyabiliyor olmalıyız.
Kapitalizmin en nihayetinde kendini yok edeceğine dair Marx’ın öngörüsüne katılıyor musunuz? Böyle bir iç patlama meydana gelmeden önce, potansiyel kaotik sonuçları olmak suretiyle alternatif bir yaşam tarzı ve ekonomi sisteminin kök salacağını düşünüyor musunuz? Ailelerinin ve dünyanın hayatta kalması endişesini yaşayan sıradan insanlar ne yapmalı?
Marx, gerçekte var olan kapitalizmin merkezi özelliklerinin bazılarına sahip, ancak devletin kalkınmada ve talancı kuruluşları ayakta tutmadaki rolü de dâhil olmak üzere bazılarını içermeyen soyut bir sistem üzerine çalıştı. Tıpkı finans sektörünün çoğu gibi —iş basınına göre yılda 80 milyar dolardan fazla. (Uluslararası Para Fonu’nun yeni bir çalışmasına göre, Birleşik Devletler’de finans sektöründeki kâr getirisinin büyük kısmı hükümetin örtük sigorta programına dayalıdır.)
Geniş ölçekli devlet müdahalesi bu zamana dek İngiltere’den Birleşik Devletler ve Avrupa’ya, Japonya ve eski sömürgelerine kadar gelişmiş toplumların önde giden bir özelliği olmuş durumda. Bugün kullandığımız teknoloji, örneğin. Devlet kapitalizminin mevcut formlarını koruyabilen birçok mekanizma geliştirilmiş durumda.
Mevcut sistem kendini farklı nedenlerle yok edebilir, ki Marx bunu da tartıştı. Şimdi, gözlerimiz açık, insan deneyimini sona erdirebilecek bir çevre felaketine doğru yol alıyoruz. Bu felaket, 65 milyon yıl önce dev bir göktaşının dünyaya çarpmasından bu yana görülmemiş bir hızda türleri silip süpürmekte —ve şimdi o göktaşı biziz.
“Sıradan insanlar”ın (ki hepimiz sıradan insanlarız) pek de uzak olmayan felaketleri savuşturmak ve daha özgür ve adil bir toplum inşa etmek için yapabileceği fazlasıyla şey var.
*Bu söyleşinin orjinali, 23 Kasım tarihinde jacobinmag.com sitesinde yayınlanmıştır