Büyümeyi Reddetmek: Teneke Trampet, Savaş ve Suçluluk

Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme damgasını vuran en önemli tartışmalardan biri Alman halkının sorumluluğu meselesidir. Günter Grass, tam bu dönemde, 1959 yılında yayınladığı Teneke Trampet (Die Blechtrommel) romanında[1] savaş esnasında yaşananları gündelik yaşamın küçük ayrıntılarında dolaşarak üç yaşındaki bir çocuğun dilinden anlatır. Bir halkın kendini hem “fail” hem “mağdur” olarak nasıl konumlandırabildiğini, sıradan insanın “küçük suçlar”ının “tarihin büyük suçları”yla bağını gözler önüne seren ironik-grotesk üslubuyla dönemin “geçmişle hesaplaşma” parodisine göndermeler yapar. Grass’ın dönem için “provokatif” sayılabilecek romanındaki absürt ve masalsı öğeler, kimi yorumcular tarafından “suç”u yumuşatmak olarak değerlendirilmiştir. Bu yorumlara rağmen 1999 yılında “tarihin unutulmuş yüzünü trajikomik masallarla tasvir ettiği için” Nobel Barış ödülünü kazanan Grass’ın, 2015’teki ölümünden yaklaşık on sene önce 2006 yılında yaptığı, gençliğinde Nazilere katılmış olduğuna ilişkin itirafı Alman kamuoyunu şok eder ve bu itirafın yazarın eserlerine yönelik kimilerince paylaşılan şüpheci yargıları kanıtladığı düşünülür. Her ne kadar Grass kendi geçmişinden utanç duyduğunu ve bir hata yaptığını dile getirmişse de başta muhafazakâr politikacılar olmak üzere toplumun büyük bir kesimi Grass’ın Nobel Barış Ödülü’nü iade etmesi gerektiği konusunda baskı yapar. Sonuç olarak ödül geri alınmasa da birçok yorumcu Grass’ın romanlarında ele alınan suçluluk sorununun yazarın kendi suçluluğunu aklamaya yönelik olduğu kanısına varmıştır. Hem romanlarında hem politik duruşuyla yaşamını Nazizmin ve savaşın karanlık yüzünü göstermeye adamış Grass’ın “hakiki” kişisel motivasyonları bir yana,[2] daha sonra filme de çekilen ve tiyatro oyunu olarak da sahnelenen sansasyonel romanı Teneke Trampet, anıştırdığı felsefi problemler üzerinden değerlendirildiğinde “suçluluk” ve “savaş” meselelerine yönelik oldukça özgün ve eleştirel bir bakış açısı vaad eder. Savaşın hala güncelliğini koruduğu günümüzde romanın ele aldığı sıradan insanın deneyimleri üzerinden suçluluk sorununa yeniden bakmak, savaşın öncesi ve sonrası, insan ruhunda yarattığı tahribat, geride bıraktığı suçluluk duygusu ve geçmişte kaldığı halde hala taze olan acılarla hesaplaşma probleminin tartışılması eleştirel bakış için elverişli bir başlangıç noktası sunabilir. Biz de bu denemede[3] Teneke Trampet romanında savaş ve suçluluk kavramlarının izini sürerken, romanın yayınlandığı dönemde suçluluk sorunu üzerine görüşleriyle tartışmayı derinleştiren Karl Jaspers ve Theodor W. Adorno’nun birbirlerinden ayrışan konumlarına değinerek edebiyatın kafamızda uyandırdığı soruları felsefe ile düşüneceğiz.

Savaşların nedenlerini, sonuçlarını tartışabiliriz, barışa ulaştıracak koşulları ön görmeye çalışıp, çeşitli analizlerde bulunabiliriz. Fakat ister kavramsal ister tarihsel bir araştırmada bulunalım, savaş söz konusu olduğunda göz ardı edilemeyecek mesele yurttaşların deneyimleri ve sorumluluğudur. Yurttaşlar, bazı durumlarda savaşların faili, bazı durumlarda mağduru bazı durumlarda ise tanığı olabilir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’da olduğu gibi bazen bu kategoriler birbirinin içine geçer ve öncesinde savaşı arzulamış fakat savaş sonunda mağlup olmakla savaştan zarar görmüş bir halkın savaş süresince işlenen suçlara tanık olurken nasıl bir sorumluluğu olduğu problemi uç verir. Savaşın tanığı olan ve totaliter bir rejim altında yaşayan bir halk savaşta işlenen suçlardan sorumlu tutulabilir mi? Eş deyişle, bir suçun karşısında eli kolu bağlı izleyenlerin sorumluluğu nasıl bir sorumluluktur ve bu “dolaylı suç”un telafisi özür ile veya “geçmişle hesaplaşma” ile mümkün olabilir mi?

Teneke Trampet romanında ele alınan en önemli temalardan biri savaş koşulları altında hala “normal” bir yaşam sürmeye uğraşan Alman halkının sessizliği ve bu sessizliğin altında yatan, bireyleri yabancılaştıran ağır suçluluk duygusudur. Roman 1899 ile 1954 yılları arasındaki dönemi anlatmaktadır; yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinden savaş sonrası bunalım yıllarına kadar süren, geniş bir tarihsel dönemi kapsamaktadır. Romanın baş kahramanı Oskar Matzerath bir akıl hastalığı merkezinde hasta olarak yatarken kendi hayat hikayesini ve ailesinin başına gelenleri bizlere anlatmaktadır. Oskar doğumundan önce de sanki tüm olayların içindedir, hep oradadır: Tanık olamayacağı olayların bile tanığı gibi konuşur. Roman, Oskar’ın büyükannesi ve büyükbabasının tanışma hikayesiyle başlar. Ailenin kuruluşu “suç”ların da başlangıcıdır. Oskar’ın büyükbabası Joseph Kojaiczek hem itfaiyeci hem kundakçıdır! Bir evi kundakladıktan sonra kaçarken Oskar’ın büyükannesinin eteğinin altına sığınarak onu hamile bırakır, böylelikle Oskar’ın annesi Agnes dünyaya gelir. Agnes kuzeni, Polonyalı Jan ile sevgili olduğu halde Oskar’ın resmi babası, Alman olan ve sonradan Nazilere katılan Alfred Matzerath ile evlenir. Dolayısıyla Oskar’ın babasının Alfred mi Jan mı, yani Alman mı Polonyalı mı, Protestan mı Katolik mi olduğu belli değildir. 1924 yılında doğduğu halde Oskar, kendi dünyaya gelmeden çok önce, 1913’te ülkeden kaçan, ölümü şaibeli olan dedesinin kayboluşundan bile kendini sorumlu tutar. Romanda bu suçluluk teması sürekli tekrarlanacaktır; herkes başkalarının edimlerinin bedelini ödüyor görünmekte fakat kendi edimlerinin sorumluluğunu almamaktadır. Eş deyişle hem herkes suçlu hem herkes masumdur. Oskar ise sanki doğar doğmaz bilinç kazanmış ve etrafında olup bitenlerdeki tekinsizliğin farkına varmıştır. Bu yüzden 3. yaş gününe geldiğinde kendisine hediye edilen teneke trampeti çalmayı asla bırakmayarak büyümemeye, kendine yüklenecek sorumlulukları üstlenmemeye karar vererek kendini yüksek bir yerden aşağı atar. Bu eylemin sonuncunda amacına ulaşır: Sakatlanmadan hayatta kalır ve büyümesi durur. Oskar’ın kendi kararıyla gerçekleşen bu “kaza”nın sorumluluğu ise Alfred Matzerath’a yüklenecektir. Ailedeki tüm bireylerin, Oskar’ın sevdiği veya nefret ettiği pek açık olmayan tüm yakınlarının ölümleri de benzer talihsizlik silsileleriyle ve faili meçhul şekilde gerçekleşecektir. Oskar, cinayetleri hep kendisinin işlediğini düşünür fakat gerçekte kendi etkisi ya çok azdır veya hiç yoktur. Yine de çocuk görünümü sayesinde kimsenin onun suçlarını anlamadığını ve bu sayede onları başkalarının üzerine yıkabildiğini düşünmektedir. Bu “gizli suçlar” Oskar’a bir güç vermekle birlikte, büyümeyen ruhunun ve bedeninin içinde suçluluk hissi ve tiksinti de durmadan büyür: Savaş ilk önce Oskar’ın içinde başlamıştır. Tam da bu yüzden Oskar, roman boyunca kendinden bir 1. tekil şahıs olarak, bir 3. tekil şahıs olarak bahseder, kendini bir şefkatle, bir yargılayarak sunar. Bu, Oskar’ın sorumluluğu alma konusundaki ikirciminin de göstergesidir.

Roman, Oskar’ın ve ailesinin yaşamını anlatırken arka planda iki dünya savaşının öncesini ve sonrasını, nasıl başlayıp bittiklerini, insanların gündelik hayatını nasıl dönüştürdüklerini ve en önemlisi kişilerin hayatındaki ufak suçlarla kolektif suçlar arasındaki ilişkiyi konu alır. Grass tüm bu süreci romanda “hızlı ve sıçramalı bir tempo” olarak tanımlar; tıpkı teneke trampetin çıkardığı sesler gibi…[4] Trampet, savaşı ve totalitarizmi temsil eder. Oskar trampetine neden bu denli bağlı olduğunu ise şöyle anlatır:

“Nihayet insan da davul çalar, zil çalar trampet çalar, trampet gibi ses çıkaran

toplu tabancalardan, trampet yaylım ateşinden söz edilir. Sonra insanın elleri

ve yumrukları kapılarda trampet çalarak evden çıkarabilir bir kimseyi, trampet

çalınarak insanlar bir araya toplanabilir, trampetle gömütlüğe uğurlanabilir

insanlar”.[5]

Oskar üç yaşında bir çocuğun bedeninde ve zekasında gibi görünmekte, bu yüzden de işlediğini düşündüğü suçlardan dolayı “sorumlu” tutulamamaktadır. Sadece kendini kötü hissettiğinde veya dışlandığında camları indiren çığlığıyla tepki gösterebilmektedir. Daha sonra bu yeteneğini hırsızlık gibi suçlarda kullanacak, önce Nazilere katılmak isteyecek sonra vaz geçip muhaliflere yardım edecek, daha sonra ise trampeti ve çığlığıyla savaşın yıkım ve yoksunluğuna karşın insanları eğlendirmeye çalışan sirklerde çalışacak, sanat çevrelerine girecektir. Tüm bu maceraların ortasında üvey babasının eşinden bir gayrı meşru çocuk da yapacaktır. Düşündürücü olan Oskar’ın gerçekten bu suçlara, ahlaki ve dini açıdan yargılanabilecek edimlere ve ailesi başta olmak üzere birçok sevdiği insanın ölümüne sebep olup olmadığının ötesinde söz konusu cinayetlerin ve suçların belirli faillerinin mevcut olup olmadığı meselesidir. Oskar’ın kendi fail olduğu suçların yanında, Oskar’ın tanık olduğu ve Oskar’ın maruz kaldığı suçlar vardır. Üvey babasının Yahudi nefreti, trampet satan Yahudi esnafın dükkanını kapatmak zorunda kalması, okula gittiğinde diğer çocukların Oskar’a eziyet etmesi ve bunun gibi olaylarda Oskar’ın konumu sürekli “fail-mağdur-tanık” arasında değişir. Okuyucu da Oskar’a bir acımakta, bir kızmakta, bir anlayış göstermektedir. Grass, bu yolla roman boyunca aslında suç ve sorumluluk kavramlarının altını sürekli oymakta, diğer yandan “fail”, “mağdur” ve “tanık” kategorilerinin zeminin nasıl kaygan olduğunu ve ne kadar kolay bir şekilde birbirilerine karışabileceğini anlatmaktadır. Tüm bu gündelikliğin arka planında kalabalık Nazi kortejleri ve mitingleri, savaşın sebep olduğu yoksulluk da işlenir, fakat gündelik hayatın sanki olmazsa olmaz ve sıradan birer parçasıymışçasına!

Oskar’ın şehirden şehre, ülkeden ülkeye süren macerasının son aşaması ve suçluluk sorunun düğüm noktası 50’li yıllarda geçer. Artık savaş bitmiştir, Oskar bir müzik grubunda çalışmayabaşlar ve Drothea adında bir hemşirenin ölümüyle ilişkilendirilir. Bu Oskar’ın ilk defa cezaiehliyete sahip olduğunun düşünüldüğü andır ve ilk defa Oskar’ın suçlarından biri ortaya çıkmış gibi görünür, oysa Oskar kendini bu cinayetten dolayı suçlu görmemektedir. Mahkemeye çıkarılır ve cinayetle suçlanır, önce tutuklanır sonra cezai ehliyeti ortadan kaldıran akıl hastalığı teşhisiyle bir kliniğe yatırılır, sonrasında da beraat eder. Kendini savunurken kendine yakıştırdığı isimlerden biri de “İsa olmak”tır, eş deyişle herkesin günahlarının taşıyıcısı olmak… Klinikten salıverilmeden önce korku içinde bundan sonraki hayatını nasıl devam ettirebileceğini düşünür ve roman sona erer.

1959 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın izleri henüz tazeyken yayınlanmış Teneke Trampet romanını bir “savaş romanı” kılan başlıca özelliği, yalnızca dönemin ruhunu büyümeyi reddeden Oskar’ın gözünden tasvir etmesi değil, aynı zamanda metnin kendi içinde taşıdığı dinamiktir. Bir başka deyişle roman, savaş hakkında olmakla beraber kendi içinde çatışan öğeleri sürekli karşı karşıya getirmekte, kendi kendine mesafelenmekte, romandaki karakterler sürekli farklı konumlanışlardan değerlendirilmekte, böylelikle savaşın temeli olan “dost” ile “düşman” arasındaki ayrım sürekli dönüştürülmekte, zaman zaman geçersizleştirilmekte ve aslında düşmanlık kategorilerinin olumsallığı gözler önüne serilmektedir. Romanın kahramanı Oskar, “saf” bir kimliğe sahip olmayan, ne Alman ne Polonyalı, ne Katolik ne Protestan, ne çocuk ne yetişkin, ne deli ne akıllı, ne iyi ne de kötü bir karakterdir. Oskar’ın içinde taşıdığı bu belirsizlik ve çatışma onun kendini hiçbir yere ait hissedememesine sebep olur. Büyümeyen çocuğun bu garipliği ve yalnızlığı Mary Shelly’nin Frankenstein romanındaki canavarın yalnızlığını çağrıştırır. Kendine bir sığınak bulmaya çalışan bu tuhaflık, 20. yüzyılı temsil eder ve aynı zamanda savaşın tüm uzlaşmazlıkların ortasında nasıl da her şeyi yok etmek suretiyle tek biçimli kılmaya uğraştığını gösterir. Oysa savaşın galibi yoktur, çünkü savaş, başladığı andan bitişine kadar tüm yaşamı ve tüm kültürü tahrip eder. İkinci olarak Grass’a göre sanki savaş, zamansızdır; resmi olarak hangi tarihte başladığı hangi tarihte sonlandığı söylenirse söylensin, düşmanlık savaşın öncesinde ve sonrasında gündelik hayatın her zerresine nüfuz etmiştir; bir bakkalın eşiyle ilişkisinden çocuk oyunlarına, bir müzisyenin kedilerine eziyetinden, giderek değersizleştirilen sanata kadar savaşın öncesinde ve sonrasında şiddeti hep bir potansiyel olarak mevcut kılan, toplumsal eşitsizlik, otorite ilişkileri, nefret ve hınç duygusudur.

Grass, romanında savaşı tanımlamanın yanı sıra savaşın altında yatan nedenleri de anlatır; yoksulluk, yabancılaşma, çıkarcılık, ayrımcılık, modern toplumun krizini yaratan ekonomik ilişkilerin kendileri ile tüm bunların gündelik yaşamda ve insanın etik tahayyülünde yarattığı tahribatlar… Grass, tam da bu yüzden Oskar’ın büyümeyi reddetmesini savaşın başlangıcının hemen öncesiyle tarihlendirir. Oskar, tüm bunların farkında olarak dünyaya gelmiştir, çünkü kendi içinde uzlaşmaz olanı taşımaktadır. Yetişkinlerin özdeşlik takıntısı onu büyümeme kararını vermeye yöneltir. Çünkü Grass’a göre büyümek, yalan söylemek, “-mış” gibi yapmak, çıkarları için başkalarına zarar verebilmek ve romanda vurgulandığı şekliyle en önemlisi itaat etmektir. Çocuk ise özü gereği itaatsizdir. Konuşulanları anlamıyor gibi duran, dolayısıyla hiçbir emre ya da norma uymayan Oskar’ın trampeti ve çığlığı itaatsizliğinin göstergesidir. Ne var ki Oskar’ın çocukluğu sadece onun itaatsiz olmasına değil, aynı zamanda da sorumluluktan azade olmasına, eş deyişle işlediği suçlardan dolayı cezalandırılamamasına ve ergin olmamasına yol açar. Savaş bittiğinde ise Oskar nihayet büyümeye karar kılacak, teneke trampetini gömecektir. Fakat her şey olup bittikten sonra büyümek, geçmişteki suçlara ilişkin bir sorumluluğun olup olmadığı problemini tartışmalı kılar. Zira Oskar, aynı zamanda Alman halkını temsil eder. Savaşın öncesinde ve savaş esnasında sorumluluk alamamış bir halkın, her şey olup bittikten sonra geçmişe bakması, onca zaman ergin olamadıktan sonra büyümeye karar vermesi neyi ifade eder? Grass’ın romanda ele aldığı bu problem aslında sadece edebiyatçıların değil, aynı zamanda filozofların da savaş sonrası dönemde en çok ele aldığı problemlerden biridir. Savaşın hemen sonrasında 1946 yılında ilk olarak Jaspers Alman halkının siyasal sorumluluğunu ve neyle suçlanabileceğini ele alan bir dizi konferans verir.[6] Grass’ın romanının yayınlandığı 1959 yılında ise Adorno, aynı problemi bir makalesinde ele alacak, 1963 yılındaki derslerinde sorumluluk tartışmasını devam ettirecektir.[7] İki düşünürü birbirleriyle karşı karşıya getirmeden önce Jaspers’in suçluluk kavramını nasıl tanımladığına ve sınıflandırdığına kısaca bakalım.

Jaspers, suçluluk problemini ele alırken geçmişle hesaplaşmayı amaçlar. Temel dertlerinden biri, ahlaki olarak “doğru” olanın savaş koşullarında dahi nasıl mümkün olabileceğini göstermektir. Jaspers, öncelikle hiç kimsenin suçtan azade olamayacağını söyler. Ona göre yaşamak suçlu olmaktır. İnsanlar arasındaki temel fark, kimin suçlarını kabul ettiği, sorumluluğu üstlendiğidir. Sadece suçunun sorumluluğunu alan ve cezayı kabullenen kişi ahlaklı olabilir. Jaspers, suçluluğun analitiğini yaparak dört suç biçimi tanımlar: Cezai suç, siyasi suç, ahlaki suç ve metafizik suç.[8] Cezai suç, hukuk yasalarını ihlal eden eylemlerdir. Siyasi suç, bir devleti yöneten kişilerin eylemleridir. Ahlaki suç, bireylerin hukuki olanın dışında, başkalarıyla ilişkili olan eylemleridir. Metafizik suç ise acının engellenmesi için hiçbir şey yapmamak, eş deyişle suçun faili olunmasa dahi ona seyirci kalmaktır, yani tanığın suçudur. Jaspers’in tanımladığı dört suçtan cezai ve siyasi suç savaş sonrası kurulan Nürnberg mahkemelerinde Holocaust için emir veren siyasilerin ve hukuk ihlallerinin yargılanmasında isnat edilen suçlardır. Diğer iki tür suç ise ilk türlere nazaran daha belirsizdir ve vicdandan başka bir ceza öngöremez. Dolayısıyla siyasi ve cezai suç, yasalar çerçevesinde değerlendirilirken Jaspers’e göre ahlaki suç kişinin kendi maneviyatıyla ve metafizik suç da insanın Tanrı önündeki varlığıyla ilgilidir. Jaspers, Alman halkının suçunun olup olmadığını, varsa hangi suçu üstlenmeleri gerektiğini ortaya koymaya çalışır. Sonuç olarak da Alman halkının ahlaki bir sorumluluğu olduğunu fakat metafizik suç bakımından diğer uluslar kadar suçlu olduğunu söyler. Zira ona göre, her halk her an Alman halkı gibi bir diktatörlük altında yaşayarak kendi kararı olmayan suçların sessiz tanığı ve böylece ahlaki suçlu haline gelebilir. Herkes her zaman suçludur, sadece bazı insanlar henüz suçlu olduğunun farkında değildir.

Jaspers’in bu sınıflandırmasını Grass’ın romanı çerçevesinde düşünecek olursak romanın son iki suç türü olan ahlaki ve metafizik suçla ilgili olduğu söylenebilir. Roman boyunca hem Oskar’ın, hem çevresindekilerin başka bireylere zarar veren fakat hukuki cezalandırmaya tabi tutulamayacak edimleri söz konusudur. Bunun yanında ise arka planda Oskar’ın büyümesinin durmasına tezat oluşturan bir yayılma vardır: Savaş ve şiddet evlerden sokaklara, oradan tribünlere, tiyatrolara ve son olarak tüm insanlara bulaşmaktadır. Fakat bireyler hem kişisel eylemlerinin hem de olagelen kötülüklerin ayırdında değildir. Grass’ın romanındaki herkes hem ahlaki hem de metafizik suça sahiptir. Ne var ki Grass’ın romanına asıl gücünü veren eleştirellik Jaspers’in bu sınıflandırmasını krize sokar. Zira Grass, Jaspers gibi savaşın sonunda irdelenen bir suçluluktan ziyade savaşın öncesinde herkesin herkesi suçlamasından doğan bir şiddeti gözler önüne sermektedir: Suçu yaratan suçluluk duygusunun ta kendisidir! Sürekli başkalarını suçlama ve cezalandırma iktidarı, kimsenin sorumluluk alamamasına ve sorumluluktan kaçarken suça göz yummaya götürür. Bu yüzden savaş bitse de insanları acılar karşısında susmaya yönelten, düşmanlaştırıcı nedenlerin hiçbiri değişmemiştir. Grass böylelikle Jaspers’in suçluluk kuramına sanki daha temel bir itiraz yöneltmiş gibi olur: Suçun sebeplerinden biri suçluluk duygusunun kendisi olabilir mi? O halde sadece mutlak suçluluğumuzu kabullenmek ve suçu genelleştirmek nasıl yegâne çözüm olabilir? Bu hem gerçek failleri hem de gerçek nedenleri muğlaklaştırmaz mı?

Adorno ise 1959 tarihli “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” yazısında Jaspers’e zıt bir konumlanışı temsil eder ve bir yandan geçmişi unutturmaya çalışanlarla, diğer yandan geçmiş suçların dökümünü bir intikam vesilesi olarak kullanan, böylelikle de “suçluluk kompleksi”ni sabitleyenlerle ve suçu geçmişte bir defalık yaşanmış, asla bir daha tekrarlanmayacak bir istisna gibi görüp sözde ritüellerle sırasını savanlarla, vicdanını rahatlatanlarla bir tartışmaya girer. Adorno, Nasyonal Sosyalizmin bir defalık olmadığını, 1933’ün çok öncesindeki bir toplumsal atmosferden ve kişilik yapısından kaynağını aldığını belirtir. Bu kişilik yapısının temel özellikleri, iktidar kazanma hırsı, “zayıflık ekseninde tanımlanan bir düşünme tarzı, donukluk ve tepki gösterme yetersizliği, konvansiyonellik, konformizm, kendi üzerine düşünme yetisinin güdüklüğü, ve sonuçta da genel bir deneyim yetersizliği” gibi özelliklerdir.[9] Eş deyişle bir ergin olamama, çocuk kalma durumu, kendi yaptığının sorumluluğunu almama ve buna karşın otorite karşısında hep suçlu olma, her an nedensiz olarak cezalandırılabileceğine dair zayıf hissetme durumu söz konusudur. Adorno bu bakımdan, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’da yaşananların sebebini doğrudan erk ve erksizlik duygularıyla, kolektife bağlanma yoluyla açıklar. Ne var ki bu koşullar Adorno açısından savaş sonrası dönemde de ortadan kalkmış olmadığı için geçmişle hakkıyla hesaplaşmak da söz konusu değildir, zira sorun geçmişte değil, her an her yerde yeniden filizlenen iktidar ilişkilerindedir. Dolayısıyla her an bu felaketler yeniden karşımıza çıkabilir. Faşizmin kolektif suçlarına katılan bireylerin “yaşamak istiyorlarsa, kendilerini içinde bulundukları ortama uydurmaktan, itaat etmekten başka çareleri yoktur” çünkü ekonomik olarak da özgür değillerdir. [10] Adorno, bu bağımlılık durumunu “faşist potansiyel” olarak adlandırır. Benzer bir tespit başka savaş sonrası anlatılarda da söz konusudur; sözgelimi Murat Sevinç’in tam bu bağlamda kaleme aldığı, “Kitlelerin Ruhu ile Çocuk Ruhu Benzerdir” yazısında Sebastian Haffner’in Bir Almanın Hikayesi[11] başlıklı biyografisinden alıntıladığı bir tanıklık, Adorno’nun tespitini daha iyi anlamamıza olanak sağlar:

“Bütün Alman kuşağı, çocukluk ya da gençlik yıllarında, savaşı böyle ya da buna benzer şekilde yaşamıştı ve pek anlamlı olarak, bu kuşak bugün savaşın tekrarını hazırlayan kuşaktır. Bu hadiseleri yaşayanların küçük çocuklar ya da yeniyetmeler olması, onların gücünü ve etkisini hiçbir şekilde azaltmaz. Tam aksine, kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkiler açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir (…) Nazizm’in kökü, hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi ‘cephede yaşananlarda’ değil…”[12]

Çocuklukta suçluluk duygusunun nasıl acımasızlığa ve itaate evrildiğini Haffner’e paralel şekilde Michael Haneke’nin Beyaz Bant (2009) filminde de görmek mümkündür. Film, Nazilerin iktidara gelmesinden önce bir Bavyera köyündeki çocukların “kötü eğitim”inin onları nasıl otoriteryen karakterlere dönüştürdüklerini anlatır ve sanki büyüdüklerinde nasıl da suç ortağı olacaklarının öngörüsünü sunar. İşte Grass, hem Haffner’in hem Haneke’nin anlatımlarına uygun olarak çocuk bedeninde ve zekasındaki Oskar’ın da hem kendi hayatını hem de Alman halkını temsil ederken benzer bir ergin olamama durumuna işaret ettiğini ve böylelikle, suçun kimde olduğunu araştırmaktan ziyade suçluluk kavramının kendisini eleştirel şekilde düşündürmektedir. Bu kavrayış Jaspers’in herkesin suçlu olduğunu varsayan anlayışından ziyade, Adorno’nun birey-toplum diyalektiğini baz alan sorumluluk kavramına yönelik eleştirisi ile örtüşebilir. Adorno sorumluluk etiği ile mizaç etiği arasında ayrım yaparken, Hegel’in sorumluluk etiğinin birey-toplum arasındaki özdeşliği varsaydığını ve erek olarak da bunu hedeflediğini, bu yüzden bireyden kolektif adına suç işlemesini talep ettiğini öne sürer. Adorno’ya göre bireysel iyi ile toplumsal iyi önce birbirinden ayrılıp sonra “etik olanın tözselliği” altında birleştirilmeye çalışıldığında genel olanın tahakkümü ortaya çıkar.[13] Teneke Trampet romanı totaliter bir düzende sorumluluğu yayarak hem herkesin suçlu hem de herkesin masum olduğunu örneklendirerek, faili belirsizleştirir. Böylece suçluluk kategorisiyle geçmişi düşünmenin yeni acılar yaratılmasının önüne geçilemeyeceğini gözler önüne sermiş ve bu kolektif suçların bireysel edimlerin üzerini nasıl örttüğünü göstermiştir. Adorno da savaş sırasında Minima Moralia’yı yazarken, “korkunç kolektif olaylar karşısında hala bireysel konulardan söz edebilmenin bir suç ortaklığı içerdiğini” henüz kendine itiraf edemediğini söylese de kitabını bitirdikten sonra “bireyin çürüme dönemindeki öz deneyimi ve karşılaştıkları bilginin kaynaklarından biridir şimdi” diyerek “zayıflatılmış bellek” karşısında bireysel deneyimi ve hatırlamayı, aydınların ödeviyle beraber yeni bir sorumluluk bağlamına taşır.[14]

Savaş sonrası dönemde Almanya’yı en çok meşgul eden problem, resmi görevleri olmasa da savaşta yaşanan acılara ses çıkarmadan yaşayan ve uyum gösteren sıradan bireylerin de suçlanıp suçlanamayacağıydı. Adorno ise halihazırda tüm acılara tanık olmuş bir kuşağın, sürekli kendini suçlasa ve geçmişle hesaplaşıyormuş gibi görünse de yaşamlarında hiçbir şeyi değiştirmediğini düşünüyordu, çünkü ona göre “işlenen suçun ölçülere sığmaması onu haklı çıkarmaya” yarar.[15] Grass da Adorno’nun düşüncesine benzer şekilde herkesi kuşatan ağır ve genelleştirilmiş suçluluk duygusunun tahakküme hizmet edeceğini fakat hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini romanında göstermeye çalışır. Ne var ki ne Grass’ın ne de Adorno’nun bakış açısı Holocaust’un altında yatan sorumluluğu yadsır; tam tersine bu eleştirel perspektif sorumluluk ile suçluluk arasında bir ayrım yapmak suretiyle etik sorumluluğu suç ve ceza kavramlarından azade düşünmeye, birey ve toplum arasındaki diyalektiğin farkında olarak tekil eylemleri ve insanların itaat etme koşullarını irdelemeye sevk eder. Diğer yandan, Jaspers’in ahlaki ve metafizik suç kategorileri insanı süreğen bir suçluluk hissiyatına sevk eder ve geçmişle yüzleşmenin bir “özür” ile mi başarılacağını yanıtlayamaz. Jaspers bu yüzden acıları yaratan koşulların dönüştürülmesinin, teorik eleştirellik ile pratik sorumluluğun bir aradalığı sayesinde olanaklı olabileceğini görmezden gelir. Oysa çokça eleştirilen Grass’ın romanından çıkarılabilecek temel düşünce, savaşın ardındaki tüm yıkım ve şiddetin faillerinin bizatihi suçluluk duygusuyla “büyütülen” ve bu yüzden asla ergin olamayacak çocuklar gibi sorumluluktan sürekli kaçan Oskar’lar olduğudur. Birbirini suçlamak, düşmanlık kategorisinin temelidir. Dolayısıyla otoriterlik herkesin suçlu olduğu ve her an iktidar tarafından cezalandırılabileceği bir düşmanlık düzenini ve savaşı yaratır. Suçluluk duygusu ile yüzleşmeksizin fakat aynı zamanda ondan kurtulmaksızın şiddetsiz bir yaşamın imkânı söz konusu olamayacaktır.

Grass, romanında suçluluktan kaynaklanan bir ergin olamayışın bireyleri nasıl şiddete yönelttiğini göstererek suçluluk tartışmasına sıra dışı bir yanıt getirmektedir. Roman böylelikle “suçluluk” mağduriyetinden gelen bir sorumsuzluğun yerine geçecek, suçluluktan azade bir yeni sorumluluk düşüncesinin nasıl olması gerektiği problemini açığa çıkarmaktadır. Bu bakış açısı da Jaspers’in ahlaki ve metafizik suç kategorilerinden ziyade Adorno’nun toplumun yabancılaşmasını, kapitalizmin yıkıcılığını vurgulayan fakat aynı zamanda birey otonomisini mümkün kılan eleştirel yaklaşımıyla paralel olarak okunabilir. Zira ona göre “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir. Ama nedenler halâ süregittiği için, onun büyüsü de bugüne dek kırılamamıştır”.[16] Mağdurlar, failler ve tanıklar değişebilir ama yeni suçları doğuran eski nedenler hali hazırda devam etmektedir. Grass da Teneke Trampet’te Alman halkının sorumluluğunu hafifletmeye çalışmamış, aksine savaşın altında yatan toplumsal sebepleri ve itaat kültürünün tehlikelerini gözler önüne sererek, suçluluk kavramını eleştirel bir perspektifle ele alarak krize sokmuştur.

Teneke Trampet’in yükselen ritmi kanlı savaş tamtamlarını, büyümeyi reddeden çocukların acı çığlıkları da savaşın dehşetini hatırlatarak bugün hala kulaklarımızı sağır etmeye devam ediyor… Şimdinin gürültüsünde en sessiz kalan yer ise geçmiş, çünkü büyüyememenin hikayesi en çok orada anlatılıyor.


[1] Grass, G. Teneke Trampet Cilt 1-2, (çev. Kamuran Şipal), Cem Yayınevi: İstanbul, 1997.

[2] Grass, itirafının ardından İsrail’in Filistin ve İran politikalarını eleştirdiği için İsrail tarafından bu itirafı da kanıt gösterilerek “anti-semitist” olarak nitelendirilmiştir.

[3] Bu deneme, ilk defa 2018 yılındaki “Savaş ve Barış” temalı V. Uluslararası Felsefe Kongresi’nde sunulmuş konuşma metninin ViraVerita için yeniden gözden geçirilmiş ve genişletilmiş versiyonudur.

[4] Grass, Teneke Trampet, s.39.

[5] A.g.e. s. 48.

[6]  Jaspers, K. Suçluluk Sorunu, çev. Emre Zeybekoğlu, 2015, İstanbul, İthaki Yayınları.

[7] Adorno, T.W. “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri içinde, çev. Şeyda Öztürk&Tarhan Onur, 2020, Metis Yayınları.

[8] Jaspers , s.56

[9] Adorno, T. W. “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”, s.70.

[10] A.g.e., s. 77.

[11] Bknz. Haffner, S. Bir Almanın Hikayesi, çev. Hulki Demirel, İletişim Yayınları.

[12] Sevinç. M., “Kitlelerin Ruhu ile Çocuk Ruhu Benzerdir,”

Link: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/09/13/kitlelerin-ruhu-ile-c…

[13] Adorno, T. W. Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay Birkan, 2012, İstanbul, Metis Yayınları, s.20.

[14] Adorno, T.W. Minima Moralia, çev. Orhan Koçak, 2005, İstanbul, Metis Yayınları, s.16.

[15] Adorno, “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”, s. 63.

[16] A.g.e., s. 84.