Aşk ve Sadakat Üzerine

Aşk

Aşk olgusu/kavramı, cinselliği ve sevgiyi doğallığında kendiliğinden içerir. Öyle ki, aşk’ın gerçekleşmesinde özgür cinsellik ve insansal sevgi varlığa gelebilir ve görünebilir olurlar. Asıl anlamıyla aşk, mülkiyetçi cinsellik ve sevgiyi aşmak, onları geride bırakarak özgürleşmek zorundadır. Aşk, denebilir ki, ontolojik anlamda ilkin cinsellik ve beden üzerinden harekete geçer. Ancak ne beden cinsellik ne de cinsellik bedendir. Fakat aşk’ın üzerinde yükselebileceği varlık koşulu bedendir, ancak beden cinsellik değildir. Apaçıktır ki beden, cinselliğin olması veya cinselliğin düşünülebilmesi için bile zorunlu koşuldur. Cinselliğin olması için bir bedenin zorunlu oluşu anlaşılırdır. Ancak bedenin varlığı cinselliğin olmasını zorunlu-gerekli kılmaz. Buna göre, bedensel var olma bedenin zorunlukla cinsellikle ilişkilendirilmesi anlamına gelmez. Beden cinsellik ilişkisi bu bağlamda düşünülebilir. Çünkü beden başka şey, cinsellikse çok başka bir şeydir. Bu da demektir ki, aşkın olması için bedene gereksinim varken, varolan bedenselliğin cinsellik yaşamasının zorunlu koşul olduğu anlamına gelmez.

İlkin varlıksal (ontolojik) sonra da toplumsal ve bilgiseldir (epistemolojiktir) bu yargı. Burada cinselliğe yetili bedenlerin cinsellikten uzaklaşması, cinselliği aşağılama ya da olmasa da olur değil, cinsellik eylemini gerçekleştirmenin bedenin ait olduğu beyin ve bilinçle ilişkilendirilmesi, insanın kendi bedeni üzerinde kararı kendisinin vermesi sonucunu açık kılmaya işaret edilmektedir.

Aşk’ın başlangıcında bedenselliğin olması ama cinselliğin (aşkta cinsellik de olabilir, belki olması da gerekir, ancak illaki olması gerekmez) olmayabilirliği çelişkili bir durum gibi görünür. Oysa tam da bu nokta aşk’ı aşk yapan nitemlere vurgu yapar. Çünkü insan üretkenliği artık yalnızca bedensel değildir. Varlığın maddiliğine ve öncelik sorununu dile getiren vurgu, aşk’ı besleyecek dinamiklerin neliği üzerinde konuşma olanağı (varlıksal niteliği) anlamına da gelir. Aşk’ın da maddi dünyanın içerisinde yaşanan, deneyimlenen bir durum olduğuna işaret etmektir bu.

Buna göre aşk, aslında eylem, düşünme, duygu ve hislerimizin maddi temelde yükselişine vurgu yapar. Ancak burada kalınamaz, bu maddi varlıksal alanın değişik bir genişlemesi ya da başka türden görünürlüğü, esas olarak kendini bilgisel olan bir düzlemde, tarihsel ve toplumsal alanda kurmalıdır. Bu kurma, tarihsel ve toplumsal birlik olarak insanların yaşamlarında yarattıkları elbirliğine, karşılıklı yardımlaşmalara ve bunlar üzerinden kurdukları düşünme dünyasınının üretimlerine işaret eder. Bu niteliklerle kurulan birlikte, herkesin herkesi ve herşeyi sevmesi bir doğa yasası olarak ortaya çıkar. Böylesi bir sevgi ile birlikten geçerek cinselliğe ulaşan bedenin cinselliği aşk’a hakiki anlamını verir ve bu hakikatin gerçekleşmesiyle de aşk olgu olarak sevgi ve cinselliğe gerçek anlamda ulaşır, yani artık gerçekleşen aşk, cinsellik ve sevginin insansal[1] yaşanmasına dönüşmüştür.

Burada vurgulanan aşk, beden anlamında, günümüz sevgisi ve cinselliğinden farklı olarak insansal sevgi ve özgür cinselliktir. Aşk, sevgi ve cinselliği kapsayan bir özgürlük ve insansallık düzlemidir. Özgürlük ve insansallık düzlemi kendiliğinden komünist İdeyi taşır. Bu düzlemin içerisinde düşünülürse, aşk komünist idedir de. Böylelikle Badiou’nun “aşk komünizme sadakattır” yaklaşımı onaylanır. Komünist ide ve aşk’ın birliğinden söz edebilmenin olanağı, her iki kavram ya da olgunun kendilerini belirleyen doğru, iyi, güzel, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi niteliklerin, doğaya ve insana uygun olarak hem komünist ide de hem de aşk’ta ortakça uyum içinde (veya varlıklarını her iki kavramda-olguda sürdürmeleri) kavranabilir olmalarından kaynaklanır.

Bu şekilde düşünüldüğünde aşk, öncelikle doğayı ve başka insanı da sevmeyi gerektirir. Doğayı ve insanı sevmeyenler, herkesi eşit, özgür ve adalet içerisinde tanımayanlar aşk’ı da bilemez ve yaşayamazlar. Yalnızca biri ya da bazılarıyla paylaşılan ama kendileri gibi ortak insansal amaç ya da ide taşıyan başkalarını dışarda bırakan aşk, ele geçirilmiş, sahiplenilerek köleleştirilmiş, mülk edinilerek üzerinde egemenlik yaratılmış bir beden ve karşılaşma ya da ilişkinin kendisinden kurtulsa da, hakiki aşka ulaşamamışlığı gösterir.

Aşk adı verilen günümüz sevgi ve cinsel ilişkileri, genellikle, yabancılaşmanın, şeyleşmenin ve araçlaşmanın aşk adıyla üretilen koca yalanlarından biridir. Çünkü günümüz aşkları, birbirlerini mülk edinen ve üzerinde egemenlik yaratılan, gelecek planları ve hesap-kitap işlerine dayanan birliklerdir. Ancak unutulmamalıdır ki, kapitalist ve mülkiyetçi bir bilincin işleyişinde ortaya çıkan bencil bireysel çıkarlara dayalı düşünce ve eylemlerde bile varolmanın sürdürülmesi vardır. Burada sorun, varolmanın sürdürülmesinin amaçlanması ve gerçekleştirilmesi değil, bu yolun yanılsamalı olarak özel mülkiyetçi, erkçi ve totalitaristçe benimsenmesidir.

Aşk, ortak amaç ya da ideyi yaşama ısrarı ve gayretinde olanların dışlanamayacağı, onlar gibi başkalarının da içerildiği bir birliği işaret eder. İnsan, kendi gibi olan insanla ve doğayla dayanışmak ister. Çünkü toplumsal bir varlıktır. Toplumsallık da ortaklaşa eylemeyi, dayanışmayı, paylaşmayı, düşünmeyi, üretmeyi ve kararlaşmayı zorunlu/gerekli kılar.

Aşk, sevginin yoğun ve araçsız duyulması, düşünülmesi, eylenmesi, üretilmesi ve hissedilmesi anlamına gelir. Sevgi ise, doğanın ve insanın tarihselliğinde ve toplumsallığında dolaysızca paylaşmak, yardımlaşmak ve insansal ideye uygun eylemek anlamına geldiğinden, aşk’ın üzerinde yükselebileceği yegâne temeldir. Aşk, varlıksal (ontolojik) olarak ilkin varolma kaygısı olarak beden ve bedenin ilişkisi olarak cinsellikten, toplumsallık (socius) diye de isimlendirilen birliktelik ve karşılıklı yardımlaşmanın adı olan sevginin çocuğu olarak doğar. Bu bağlamda özgür cinsellik ise, doğanın varolma dili olan üreme anlamına gelmesi ve varlığın asıl kaynağı ve dayanağı olması nedeniyle, insanın da insansal düşünme ve eylem içinde kurduğu toplumsallığından doğan, sevgi üzerinde yükselen aşk’ın ulaşacağı son duraktır. Günümüz sevgi ve cinselliklerinden çok farklı düzlem ve bağlarla vurgulanmalarına dikkat çekmek gerekir. Burada anlatılan, cinsellik olarak hayvansal ilişki değildir artık. Tersine özgürleşmiş düşünme ve eylemlerin ya da karşılaşmaların paylaşılan ve ortak gücü artıran dinamiklerin (Spinozaca dendikte, conatus’un) zaman ve uzama yayılmasıdır.

Aşk, ortak amaç, düşünce, eylem ve duygular içinde olanların öncelikle yan yana gelmeleri, daha sonra amaçlarına ilişkin ortak eylem biçimlerine geçmek amacıyla karşılıklı yardımlaşma içine girmelerini gerektirir. Ortak amaçlarda kuvvetlerini birleştirerek güçlerini artıran karşılaşmalar, karşılıklı yardımlaşma, elbirliği, ortak üretim ve tüketim, karşılıksız verme, empati, sempati, sevgi ve nihayet aşkla birleşerek özgürleşirler. Nihayet son aşama, aşk’ın komünist ide ya da insansal sevgi olarak cinsellikte başka bir tarzda, özgür cinsellik olarak ortaya çıkmasına vurgu yapar. Aşk, en sonunda tikel ya da tekil anlamda genele yayılıp gerçekleşerek olgusallaştığında, insanlar arasındaki ilişkilerde sevginin insansal ve cinselliğin özgürlük nitemleriyle görünür olmaları, burada bu olgu ya da kavramların asıl anlamlarıyla, yani insansal bir bağlama taşınarak yaşandığından söz edilebilir.

Burada aşk, kendini gerçekleştirmiş özgürleşmiş sevgi ve cinsellik olarak son aşamadır. Bu sonucun çıkması düşünmenin başlangıcına da uygundur; beden ve dolayısıyla cinsellik ontolojik ilk temeldir, varolmadan hareket edilmiş ve soyutlamalardan (ya da Hegelce dendikte, yabancılaşmalardan) geçilerek asıl kaynağa, yani yine varolmaya, ancak bu kez kuramsal ve pratik birliğe ulaşan düzleme dönülmüştür. Bu düşünmede, aşk’ın çevrimsellik içerisindeki oluş ve bozuluşlardan temellerine, ama yeni biçimlere ulaşarak, doğa, doğallık ve insansallığı gerçekleştirerek geri dönüldüğü, özgür cinsellik ve sevgiye ulaşıldığı ileri sürülebilir.

Aşk ve Çok

Aşk, insansalı yaşamaktır. İki ya da üç veya daha çok olabilir. Çünkü aşkta doğa ve tür bir bütün olarak sevilir, onaylanır ve hedeflenir. Bu bağlamda aşk, hem doğa varlıklarını hem de insanları içermesi bakımından çok, çeşitli ve farklılıklar içerir görünmektedir. Şöyle ki; insanlar yalnızca bir ağacı, bir hayvanı ya da bir bitki ya da coğrafyayı seçip sevmezler, tersine birçok varlığı bir arada severler. Elbette bazılarının yeri farklı ve değerli olabilir. Ancak bu durum, başkayı sevmemeyi değil, bazılarına tümden yakın olmayı ve bazılarına da düşünsel ve bedensel anlamda uzak olmayı gerektirir. Tıpkı sevgide toplumsallığın bir bütün olarak birliğin gerçekleşmesinde dile gelmesi gibi. Cinsellik de yalnızca bedensel birleşme olarak düşünülürse yanlıştır. Daha geniş bir kavrayış olarak cinsellikle, organizmanın çoğalma arzusu, artma, büyüme, haz ve doyumla işlemesi anlaşılmalıdır. Çoğalmak, büyümek, artmak, zenginleşmek, kendine bir şeyler katmak anlamında düşünüldüğünde, cinsellik, çokluğa ve çeşitliliğe dolaysızca işaret eder. Çünkü cinselliğin zenginlik, artma, çoğalma ve büyüme olgularında dile gelmesinde çeşitlilik ve çokluk içerilir, tekrar edelim, yalnızca cinsellik değil.

Tikel anlamda gerçekleşmeler olarak özgürlük, insansallık, aşk ya da sevgi henüz kendi içerisinde olgunlaşmamış, ruşeym halindeki durumlara vurgudan ibarettir. Oysa tikel ve tekil olmaktan ortaklaşma/genelleşme eğilimine yönelim gösteren karşılaşmalar, eğilim ve devinimlerin yönlerini hakikiliğe çevirdiği ileri sürülebilir. Buna göre denebilir ki, aşkta insan yalnızca iki değil, çokluk olarak amaçsal ve ilkesel birliklerde çeşitlilik ve farklılıkların birbirleriyle karşılaşmasıdır. Bu bağlamda, aşk “Bir” olmak değil, “birlik” olmak, “birleşmek” değil, “ortaklaşmak” anlamına gelir. Bütünlük değil, çeşitliliğin ve farklılığının yan yana görüldüğü bir “birlik”tir. İkinin sahnesi (Badioucu) olmadığı gibi, ben-sen diye değil, aşk denerek çokluğun birliği içerisinde düşünülür ve böylelikle burada birinin diğerini kıskanması ya da sahiplenmesi denen bir düzlem saçmalık olarak belirir. Bu bağlamda ben ve sen değil, biz olarak aşk vardır. Aşk, “Ben”lerin dili ve eyleminde görünür olsa da, “Biz”e ait bir alandır. Ancak “Biz”le varlığını açar ve gerçekleşir. Aşkın tarafları yoktur, aşk heryerdedir ve aşk ya herkesçe yaşanır ya da tikel ve tekilliklerde yanılsamalı görünüşlerle yansır, ne denli hakiki olmaya gayret etse de.

Ama yanılsamalı ama hakiki olsun, aslında aşk’ı tikelliklerde yaşasalar da, yaşayanlar çokluktur. Bu anlamda tikelliklerin yapması gereken, aşkın hakikatine ulaşmak amacıyla, ortak anlam ve değerleri paylaşarak ortak komünist ide’ye yönelen ya da insansal ilkeye yönelenleri ortak düşünceden ortak eyleme taşımaya olanak sağlayan yollar bulmaktır. Buradan da çıkarılması gereken, ortak amaçları olanların karşılaşmalarının kudretlerini artırmaları, şimdi ve burada anti-kapitalist düşünce ve eylemlerini kaynaştırarak harekete geçmeleridir. Aşk olarak komünist ide, ancak toplumsal hayatın an ve uzamda gerçekleşen somutluğunda görünür olduğunda ve bütüne yayılarak kendini egemen-özgür kıldığında, hakiki anlamına ya da karşılaşmalarına varmış, kendini gerçekleştirmeye ulaşmış olabilir.

Aşk tekil olmadığı gibi, aşık ve maşuk da hakiki anlamları bakımından tekil değildir. Ancak tekil görünümler olanaklıdır. Aşk, aşık ile maşukun karşılaşmaları, ortak kesen bir düzlemde buluşmaları, birbirlerinden beklediklerini buldukları, kendileriyle örtüşen ve Biz’lerini-Bir’liklerini oluşturacak süreci yaşamalarıdır. Buna göre Bir Çok’tur. Aşık bakımından aşk, maşukun güzelliğinin aşıkı kendinde eritmesi (massetmesi), maşukun aşkının aşıkın aradıklarını verebilecek zenginlik ve olgunlukta olmasıdır denebilir. Aynı şey maşuk bakımından aşk için de geçerlidir. Ancak tersine çevrilerek. Aşıkın ya da maşukun birbirlerinden bekledikleri ve barındırdıkları karşılanmadığında aşk ortadan kalkar. Böylelikle aşık ve maşuk tekil aşk gezginleri olarak aşklarını yaratmak amacıyla çokluklar bulmaya koyulurlar. Bu ise ancak insansal (komünist ide) düzlemini aşk yapan insanlar topluluğunda olanaklıdır.

Aşkın çokluğu, cinselliğin varlıksal (ontolojik) bir temele sahip olmasından da kaynaklanır. Varlıksal temel olarak cinsellik, varolmasını (üremesini, çoğalmasını) sürdürmek amacıyla ya da varolmanın aslolan olması nedeniyle, karşılaşma ya da ilişkilerinde (üremede) tinsel ya da idesel veya akılsal veya insansal olanı aramaz. Çünkü varolma için yalnızca varolma vardır. Varolmanın (üremenin) doğallığında akıl ya da mantık yerine varolma içgüdüsü işler. Ancak insan, doğal olanı yabancılaştırarak kültürel ögeleri baskın olarak varoluşuna yansıtması nedeniyle, varolma içgüdüsü bile baskılanmıştır. Varolma (üreme) için anlam, değer ya da bir başka şeye gereksinim yoktur. Önemli ve gerekli olan tek düzlem çoğalmak, üremek, artmak ve varolmaktır. Bunun için de akla (ve akıl yürütmeyi belirleyen yan etkilere) gerek yoktur. Ancak bu varlıksal temel, günümüz insan ve toplum ilişkilerine, koşullarına uyarlanarak kültürel ilgiler içerisinde ele alınması nedeniyle, asıl nesnel anlam, değer ve köklerinden uzaklaştırılmaktadır. Ancak aşkın çokluğu, cinselliğin tam da bu yabancılaşması bağlamında ele alınırsa, aşkın (sevgi ve cinselliğin) asıl anlamlarının insansallık ilkesi ile ilgisinde değerlendirilmesi gerekliliği ortaya çıkar.

Aşkın bitmesi ya da kısa süreli olması, aşıkın maşukun niteliklerini bilmemesi ve böylelikle de yapması gerekenlerin bilgisine sahip olmaması olarak görülür. Aşık ile maşukun ilişkisi karşılıklıdır ve aşık aşkından dolayı maşuku seçer. Aşık düşünme ve eyleminde maşuku kurar, bilgisel  olarak berraklaştırır, aşkı düşünce ve eyleminde yaşar. Aşık olmadan maşuk yoktur. Maşuk aşkı yaratan ve gerçekleştiren değil, aşıkın sevdası, daha açıkçası maşuku hakkındaki bilgisi ya da idesi, aşıkın idesini izlemesi ya da daha açık ifadeyle aşıkın eylemidir aşk. Aynı zamanda maşuk da aşıkın ve böylelikle aşkın kendisidir. Aşk, aşık ve maşuk olarak çeşitlilik içerisinde birlik, düşünce ve eylemde bilgi anlamında inanç (veya inanç olarak bilgi), cesaret ya da feragat ve kurban olarak güncel acı verici görünümlere sahiptir.

Aşk’ın, sevgi ve cinsellik ilişkilerinin sonucunu doğru, güzel, olumlu ya da iyi şeklinde belirten ölçü; karşılaşanların karşılaşmalarında güçlerinin artması, istek ve arzularının karşılanması ve yaşamda kalma çabalarının ve dinamiklerinin kuvvetlendirme ilişkisi olarak betimlenebilir. Karşılaşmalarda (ilişkilerde) karşılaşanların güç ve kudretini artıran kesişimler/birleşimler olumlu, güzel ve iyiyi tanımlar olarak görülmeli, benimsenmeli ve ortaklaştırılmalı denebilir. Karşılaşmaların tekilliği, karşılaşanların yalnızca tekillikleriyle özdeşleştirilmeden, ifadede tüm tekil karşılaşmalar kapsanır olarak nitelenebilir.

Aşk ve onu oluşturan bileşenler olarak sevgi ve cinselliğin anlamları betimlenirse: Cinsellik, insanların birbirlerini karşılıklı arzulaması, istemesi, çoğalmak ve güçlerini artırmak, hayatta kalmak amacıyla bedensel birleşmeleri; sevgi ise, insanların toplum içerisinde birbirlerini karşılıklı olarak dayanışma, yardımlaşma ruhu ile desteklemeleri, empati, sempati duygularıyla ortak işbirlikleri geliştirerek daha büyük kuvvetleri hayata uygulamaları olarak betimlenebilir. Aşk da, sevgi ve cinselliğin birleşik dinamiğinden doğan ancak her ikisine benzeyebileceği gibi, onlardan başka bir bağa, karşılaşma ve ilişkiye de dönüşen, onları kapsayan yoğun bağlanma ve kendini gerçekleştirmeye, başkayla buluşmaya, Birleşmeye yönelen duygu ve düşünme hali olarak anlatılabilir. Genel olarak aşk, cinsellik ve sevgi olarak yeniden biçimlenir aşk yaşandıktan sonra.  Ve tersi de olanaklıdır. Aşk, daha genel bir deyişle, herşeye ve herkese duyulan sevgi ve yaşamın yeniden daha güçlü ortak yaratımının görünür olması ya da eylemde ve tinsellikte yaşanmasıdır.

“Bedenin özgürleşmesi olarak cinselliğin özgürleşmesinin asıl amacının da, aslında sevgi ve aşkın genelleşerek tüm toplumda görünür ve yaşanır olmasına, tüm uzamlarda bedenselleşerek varlık bulmasına olanak yaratmak olduğu da görülmektedir. Başka bir deyişle, cinsellik, sevgi ve aşk birliğinde, aşka (komünist ideye) ulaşmak, soyutlama olan aşktan özgürleşmiş cinsellik ve sevgiye ulaşıldığı anlamına gelir. Kısaca da olsa burada aşk sorunu ortaya koyulabilir. Çünkü aşk ya da komünist ide veya insansallık dediğim kavramlar, esasen cinsellik ve sevginin komünizme uygun asıl anlamlarının gerçekleşmesi ve yaşama geçirilmesinden sonra doğması gerektiği, cinsellik ve sevgi gerçekleştikten sonra ulaşılacak aşk süreci kendiliğinden doğal ve doğa olan cinsellik ve sevginin daha uyumsal, daha barışçı ve toplumsallığın yeniden yeniden üretilen biçimlerinde gizli olacağından, gerçekleşme ya da gerçeklik olarak görünürlüğü değil, cinsellik ve sevgide empati, sempati, karşılıklı yardımlaşma, verme gibi düşünce ve eylemler içerisinde yaratılması nedeniyle, tıpkı felsefe gibi sürgit üretilen insansal içerisinde kaybolup gidecektir. Günümüz kapitalist, yabancılaşmış, yanılsamalı ve fetişist toplumsal ilişkilerinde yaratılamayan sevgi edimlerinin -empati, sempati, karşılıklı yardımlaşma, verme, barış, uyum- gerçekleşememesinden doğan günümüz koşullarında aşk genelleşebilir ve gerçekleşebilir değildir. Zaten gerçekleştiği anda da ortadan kalkacağından, günümüze aitliği ve hakikat oluşunu sürdürmektedir. Çünkü aşk’a ulaşan, ideyi gerçekleştirmiş, böylelikle de yeniden somut gerçeğine, beden ve cinselliğe, toplumsallığın elbirliği ve dayanışmasına, empati ve sempatiye yeni ve aşılmış tarzda toplumsallığına dönmüş demektir. Cinsel özgürlükten sevgi ve aşk nasıl türetilebilir diye sorulduğunda, verilebilecek yanıtın: İnsansal ilkeye uymakla ya da kısaca, her tekin kendi özgünlüklerini gerçekleştirmesinin önüne engel koymamakla, aynı eylemle başkalarının da kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sağlamakla, şeklinde olacağı hemen anlaşılmaktadır. İnsansallık idesi ya da komünizan ideyle harekete geçen her isyan, eylem ve örgütlülük biçimleri, hakikati de bir biçimiyle kendinde barındırır. Komünizan ideyi bilen ve doğruluğunu onaylayan her tekil beden, insansallığın başka bütün bedenlere yayılmasının kendi özgürleşmesinin temeli olduğu bilinciyle isyanları örgütlemeye yönelmesi, kapitalist vahşet çağının ve ilişkilerin yeryüzünden silinmesinin biricik çözüm yoludur” (Bibliotec Dergisi’nde yayımda olan, “Özel Mülkiyetin Nesneleştiriciliğinde ve Ortaklaşalığın Özgürleştiriciliğinde Beden” başlıklı makalemden, çv).

Sadakat

Adorno’nun, “toplumun dayattığı sadakat bir esaret aracıdır. Ama özgürlük de ancak sadakat yoluyla toplumun buyruğuna karşı isyan edebilir” düşüncesini Badiou, Komünizm İdea’sıyla ilişkisellik ya da bağlılığı anlamında “sadakat”i komünizme bağlılık olarak görmektedir.

Aşk, Varoluşsal Özgürlük (kendi varlığına bağlı özerklik olarak özgürlük) ve ortaklaşa olan Biz içinde tikellik (tek başınalık) olarak, ele geçirici bağlılık, egemen olma isteği olan sahiplenme ve itaat anlamına gelen sözde sadakati onaylamaz. Bedenlerin ve düşüncelerin, eylem, duygu ve hislerin birbirleri üzerinde yaratacağı hegemonyalar aşk tarafından ortadan kaldırılır. Ayrıca aşk, ortaklaşalık olarak Biz içinde Ben ya da yalnızca kendi olmak olarak anlaşılmalıdır. İnsanın, ancak toplumsallık içerisinde tek başınalık, yalnızlık ve özgürlüğünden söz edebilir. Toplumsallık dışında kalan bir yalnızlık ya da tek başınalık olanaklı değildir. İnsan, ancak toplumsallık içerisinde, karşılıklı yardımlaşma, eşitlik, adalet ve değer ya da anlamlar kurar. Ortaklaşa olan Biz’de olan Ben’den söz edilebilir. Öte yandan, kapitalist egemen cinsel sadakata karşı özgür bedensellik ve Varoluşsal Sadakat, kendi varlığına ve olanaklarına bağlılık, bireyin kendi varlığında içkinlikle taşıdığı yeteneklerini, özelliklerini doğasına uygun olarak yaşaması, kendini gerçekleştirmeye, yani varlığından gelenleri sürdürmeye bağlılık anlamına gelir. Böylelikle Varoluşsal Sadakat, Varoluşsal Özgürlükle bir arada olmakla varlığını sürdürülebilir. Tersi de doğrudur. Yani Varoluşsal Özgürlük, ancak Varoluşsal Sadakatla birlikte varolabilir.

Ayrıca burada cinselliği doğanın kendini gerçekleştirmesi ya da doğanın dili ve üretmesi olarak anlamak, sadakat sorununun ortak duyular bağlamındaki anlamını da tartışmayı zorunlu kılar. Buna göre, cinselliğin, doğanın kendini üretmesi, gerçekleştirmesi bağlamındaki anlamı, toplumsal bağlamın sınırlamalarında bireyin ya da topluluğun kendi doğasından vazgeçmesi ile çelişki halindedir. Bu çelişki bağlamında denebilir ki, günümüz toplumsallığının kültürel ve cinsel ilişki karşılaşmalarında bireylerden beklediği sadakat, bireyin kendi doğasını gerçekleştirmesine bağlılığı anlamına ters düşer. Asıl sadakat Varoluşsal Sadakattir, bu insanın kendi doğasına olan sorumluluğudur ve insana konmuş tüm ahlaki, hukuki ve kültürel engelleyiciler hakiki anlamda (Varoluşsal Özgürlük ve Varoluşsal Sadakat bağlamında) sadakatsizlik ögeleridir. İnsanın kendi varlığına sadakati ile yani doğasına bağlı kalarak toplumsal ve özel mülkiyetçi ve erksel kültürel sadakati olumsuzlayarak aşması, doğal yaşam ve varoluşsal sorumluluğunu gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir. Buna göre, özel mülkiyetçi ve erksel kültürün toplumsal ögeleri, Ben’i sakatlayan toplumsal sadakat olarak ve böylelikle günümüz ahlaki sadakati, hakikatte sadakatsizlik olarak ortaya çıkar.

Sadakati belirleyen ahlak ilkelerinin, insanın tarihselliği ve toplumsallığı içerisinden soyutlanmış ama maddi köklerinden yabancılaşmış bir yaklaşımla koyulmuş ve egemenlerin her an değişen düşünmelerine mahkum bir ahlaki ideye ya da ilkeye bağlı görülmesi yerine, ahlaki ilke ya da idenin doğrudan insanın kendi tarihsel maddi doğası ile ilgisi ve bağlılığından çıkarılması, yani maddesel, toplumsal tarihten türetilmesi, maddi doğaya bağlanma olarak görülmesi asıl anlamıyla doğal, kaynağına uygun ve akılsal bağlamda anlamlandırılabilir, değer atfedilebilir görünmektedir.

Hakiki anlamıyla sadakat, toplumsal herşey gibi, öncelikle özgürlük, eşitlik ve adaletin gerçekleşmesinde varolabilir bir düşünce ve tutumdur. Özgürlük, eşitlik ve adalet ise hem doğa da hem de insanın düşünce ve eyleminde onu yaşamda tutan, yaşamını zenginleştiren ve güçlendiren anlamına geldiğinden, doğada ve insanda gerçekleşmesi zorunlu olan durumlardır. Bu gerçekleşmenin saltık ve genel olacağı anlamına gelmez. Tikellikler ve yanılsamalarla da ortaya çıkmaya başlaması hayatın evrimsel ya da değişimsel ve dönüşümselliği yasalarından çıkarılabilir. Henüz bilince çıkarılarak deneyimlenmeyen ve bilinmeyendir. Ancak karşılaşmaların genel eğilimi ve sonucu genellik olarak ortaya çıkmadıkça, tikelliklerde görülen gelgeç (epizodik) ıradan (karakterden) kurtulamaz. Yani karşılaşmaların ortaklaşmalarda, komünizan idenin genel amaç ve sonuç olduğu yerde, kafada ve eylemde sadakat gerçekten olanaklıdır. Kapitalist düzende, ilişkilerde sadakat ya bir yanılsamadır ya da olsa olsa sahtekârlıktır, aldatmacadır. Doğrudur, “bütün hakiki olmayandır”, doğru tikelliklerde doğar ama yaygın sonuç olduğunda hakiki olan olarak genelleşir. Burada ortaya konulan araştırmalar bağlamında, Adorno’nun “yanlış bütünde doğru yaşanamaz” savı, kabul edilebilir değildir. Çünkü doğrular, en azından çelişki ve karşıtlıkların dünyası olan günümüzde, yanlış bütünlerden fışkırırlar. Çünkü yanlış bütünün özdeşliğinde özdeşsizlik ortaya çıkar. Buna göre, bütünün yanlışlığını olumsuzlayan tikelliklerin özdeşsizlikleri, yanlış bütünde doğru ya da doğruya yakın yaşanabileceğini veya doğrunun yanlış bütünde doğarak yayılabileceğini dile getirir.

Kapitalist bağlamda insan-insan ve insan-doğa ilişkileri, insanlar arasında kurulan evlilik ilişkilerinde de efendi-köle ilişkisinin[2] baskı ve şiddetinin sıkı gözetiminde sürüp gitmekte, yalan ve riya, terör ve saldırganlık, düşmanlık ve öfke, insanların tüm yaşam alanlarına yayılmış, toplumsal yaşamın komünizan kesiminin seçenek olduğunu ileri sürdüğü düşünce ve eylemlerini bile denetim altına almıştır. Böylesi hakikatsiz bir toplum yaşamının toplumdışılığında yeşeren doğru, iyi, güzel ve sahih olan da, kendini yeniden ve yeniden sorgulamaksızın hakikatin gerçekleşmesi anlamına geldiğini ileri süremez.

Bir anlamıyla sadakatsizlik eylemlerinde toplum uyarılmaktadır … çünkü ahlaki kurallar ve ilgililerden habersizce gerçekleştirilir … sessizce ve söylemeden olması gerekenler yapılarak gizli bir çağrı kurulur alternatif yaşamlarda … toplum daha sonra yaşayacağı seçenekleri görür o eylemlerde ve düşüncelerde … bu aykırı örnekler ilkin lanetlenir, sonra da bu ilkörnek tarzlar genelleşerek yerleşik kuralları oluşturmaya yönelirler… toplumun gelenekleriyle yaşayanların yapmaları gereken, uydukları alışkanlıklar, ahlak ve gelenekler hakkında okumak, düşünmek ve soruşturmaktır… esasen, bu konuda, gizlenerek yaşananlar neden yaşanır ve gizlenir gizleyenlerce, diye düşünülmelidir.

Sonsöz: Sevgi, aşk ve cinselliğin ne olduklarını tanımlayabilmenin zorluklarının kaynağı, belki de bu kavram ya da olguların garip bir şekilde bencilliğin, sahiplenmenin, ele geçirmenin, mülk edinmenin ve baskılamanın belirleyici olduğu kapitalist toplumsal ilişkilerde ortaya çıkabilmeleri, özel mülkiyetçi bir toplumun baskıcı terör ve şiddeti içerisinde varolabilmeleridir! Özel mülkiyet, sahiplenme, ele geçirme, iktidar ve şiddet içeren özelliklere işaret eden günümüz kapitalist toplumsal ilişki ve koşulları içerisindeki yaşamda yaşananların yine de aşk ve sevgi diye betimlenmesi: İlkin günümüzde bu kavram ya da olguların hakikatlerinin ne olduğu hakkında bilgi eksikliğinden; ikincileyin de, barış ve özgürlüğü içeren varolmanın, bu özelliklerini cinsellik, sevgi ve aşk olgu ve kavramlarının hakiki toplumsal geleceği kuran alanlar olarak, kapitalist toplumsal ilişki biçimlerine kılık değiştirerek girmeleri, kapitalist içerikler ya da görünüşlerle varlıklarını orada da gizlice sürdürmelerinden ileri gelmektedir.

Sevgi ve aşk, insanın varolma çabasını sürdürmesi itkisine (en somut şekliyle cinselliğe) dayanan, kendi türü ve doğayla olan uyum dinamiği, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, barış ve toplumsallık gereksinmesinden kaynaklanır. Böylelikle denebilir ki aşk ve sevgi, insanın hayatta kalması için gereksinimlerini karşılayacağı bir durum, süreç, dinamik, düşünme ve eyleme biçimi olan cinselliğe dönüşmüş olarak da görünür.

Aşk ve sevgi ifadelerinin asıl değer ve anlamlarını yitirdiği, Ben’in öne çıkarak Biz’i kaybettiği, ötekini köleleştirip denetlediği ilişkiler, kapitalizmin “gemisini kurtaran kaptandır” mantığı üzerinde yükselmektedir. Bencillikler üzerinde yükselen baskılar, savaşlar, cinayetler, zalimlikler ve insanlarda her türden şiddet ve teröre eğilim ve bunlarla birlikte ortaya çıkan toplumsal sorunların kaynağı, özel mülkiyet ve erk hırsının ürettiği toplumsal, politik, hukuki ve psikolojik köklerdedir. Esasen bu kaynak görülüp üstesinden gelinmeksizin sorunların aşılması değil, ancak hafifletilmesi başarılabilir. Sıkıntı kapitalizmde, özel mülkiyet biçimleri ve özel mülk edinmenin oluşturduğu düzenlemelerdedir.

Marks’ın, “sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka herşeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir” düşüncesinden hareket etmek sevgi ve aşkı anlamada belirleyici görünmektedir.


[1] İnsansallık ilkesi: İnsansal olan (ya da komünizan ide), insanı olumlu anlamda geliştiren, belirleyen ve insanın insan olmasına katkıda bulunan niteliklere işaret eden bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bu kavram, insanın toplumsallığını güçlendiren, günümüzün yanılsamalı toplum ilişkilerini değil, olumlu anlamda toplumsal ilişkileri, yani ortak üretim ve tüketim pratiği olan yardımlaşma ve dayanışmayı, bireysellikte toplumsallığı, toplumsallıkta bireyselliği içeren düşünce ve eylemlere işaret etmektedir. Daha açık dile getirilirse bu kavram; bencil bireysel çıkar ve başarılar yerine genel çıkar ve başarıları ya da bencil birey mülkiyetinin getirdiği adalet yerine, insansal ve ortaklaşa gereksinime dayalı üretim  ve tüketimi ve karşılıklı yardımlaşmayı içeren, her bir teki kapsayan hak ve adaletin öne çıktığı ilke ve değerleri dile getirir. Böylesi bir kavrayış, kendiliğinden felsefi, etik ve estetik iyi, güzel, doğru ve adil olan karşılaşmaları, doğa varlıkları ve türümüz açısından ortak gereksinim ve mutlulukları gerçekleştirecek biçemde destekler. İnsansal olan, bireyin kendi varoluşsal olanak ve yetilerini gerçekleştirmeyi denediği düşünce ve eylem süreçlerinde kendini olduğu denli, öteki doğa varlıklarının da kendini gerçekleştirmesinin önünü açmasını, onların da kendiyle birlikte olanaklarını geliştirmesini ama aynı zamanda söz konusu düşünce, eylem ve davranışların önünde engeller varsa, bu engellerin ortadan kaldırılmasını da amaçlar. Bu anlamıyla insansal, yukarıda dile getirildiği gibi doğal olan, doğaya uygun olan ya da doğa olan anlamındadır. Demek ki insansal, doğa ve doğal olan anlamlarıyla iç içe kullanılmakta, öznenin doğa varlığı olması nedeniyle doğayı da içerecek şekilde tanımlanmaktadır. İnsansallık ilkesine sıkı sıkıya bağlılık ve en basit görülen duygu veya eylemde bu ilkeyi uygulamaya koymak, insanın nasıl olup da özgeci olmayan ya da “kötücül bencillikler” tarafından yenilemeyeceğini anlaşılır kılar. İnsansallık idesi, denebilir ki, komünizan idedir de. (Bu ilke ilkin “İnsansallık ve Felsefe” başlıklı makale olarak Aratos Dergisi’nde yayımlanmış, daha sonra da “Felsefe Bir İşe Yarar mı?” başlıklı kitabımda daha geniş olarak ele alınmıştır. Burada biraz daha değiştirilerek kullanılmaktadır)

[2] Öte yandan sadakat bağlamında evlilik ele alınırsa, sağlıklı bir şekilde sürüdürülmesini ancak evlilik sözleşmesi yapanların sadakati anlamına gelen ve çiftlerin birbirine verdikleri sözlerine bağlılıkları ile sürdürülebilir kurum olarak varlık sürdürdüğü görülür. Ancak bu sadakat ve birliğin anlamı; sözleşmeyi yapan tarafların birbirlerini şimdi ve gelecekte, burada ve başka yerlerde her daim desteklemeleri, karşılıklı yardımlaşmaları, her birinin özgürlüklerini kendince yaşamalarını, kendilerini gerçekleştirmelerini, irade, tercih, yönelim ve kararlarına sevgi ile bakarak saygı göstermeleri anlamına gelir. Ancak olagelen gerçeklik bu durumun tam tersidir. Heryerde olduğu gibi aile de egemenlik biçimleri değişik formlarda sürüp gitmektedir. En azından genele yayılmış gerçeklik bu yöndedir. Ayrıca bu durum, bireylerin kendi çıkarları için birleşerek bencil çıkar birliğini kurmaları, genel ve ortak çıkarlardan uzak olmaları, hatta ortak genel çıkarların zararına bu aile denen kurumu işletmeleri nedeniyle onaylanabilir değildir.

Oysa günümüz evlilikleri tam da bu noktada sadakatten çok karşılıklı sahiplenme, egemenlik, iş akti, evlilikte birbirlerini karşılıklı olarak gelecek güvenceleyen bir payanda görevi görmeye dayalı bir bağ, mal edinme ve bağımlılık ilişkisidir. Bu nedenle günümüz evlilikleri, aşkları ve sevgileri genellikle kıskanç, bir anda biten, sadece evli olana aidiyeti içeren ilişkiler bütününü, aile mirası ve medeni hukuku içerir.