Amok Koşucuları: Ataerkillik, Kriz ve Şiddet

Hepimiz için karanlık bir yıl olan 2017’de rastgeldiğim bir veri beni şaşırttı. Bu veri, 2016 ve 2017 yıllarında ülkenin neredeyse her ilinde kitapları en çok satan ve okunan yazarın (yerli-yabancı ayrımı olmaksızın) Stefan Zweig olduğunu gösteriyordu.[1]Zweig’ın kısa romanlarının kolay okunur, ucuz ve kolay ulaşılır olması (ülkede pek çok şehirlerarası mola yerinde Rus klasikleri, Nietzsche ve Freud’un eserlerinin yanı sıra Zweig’ın kitaplarını da satın alabilirsiniz) bu durumu açıklamaya yetebilirdi elbette, üstelik benzer nedenlerle Zweig başka ülkelerde de popüler olabilirdi. Yine de Zweig’ın eserlerindeki temel bir izleği düşündüğümde bu veri bana, ülkede ve dünyada içinden geçmekte olduğumuz karanlığın mahiyetini anlamak için izlemem gereken bir ipucu gibi göründü.

Bilindiği üzere Zweig, eserlerinin birçoğunda, kendisini yıkıma götüren takıntılı bir arzu veya sabit bir fikir tarafından esir alınmış kişilerin sarsıcı öyküsünü anlatır. İntihar ve ölüm temasının işlendiği bu eserlerin çekiciliği de hem olay kurgusunun trajik gücünden hem de Freud’dan ilham alan hayranlık verici kişilik analizlerinden kaynaklanır. Zweig’ın dürtüsel ve yıkıcı arzu temasını en iyi işlediği eserinin Amok Koşucusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu romanda suçluluk duygusuna bağlı güçlü bir arzu uğruna çılgınca kendi yıkımına doğru koşan bir doktorun öyküsünü okuruz. Çaresiz bir kadının istediği yardımı geri çevirdiği için sonradan büyük bir pişmanlık duyan doktor, hemen ardından bu kadına yardım etmek ve onun sırrını saklamak adına mesleğini, her şeyini ve nihayetinde kendini feda etmesiyle sonuçlanacak olan umutsuz bir arayışa koyulur. Bu takıntılı çabalayışın bir anında bir anlığına durup ne yaptığını düşünen doktor kendi durumunu Amok Koşucusuna benzetir.[2]

Ama o andan itibaren içimdeki şey bir hummaya donuştu… Kontrolümü kaybettim… daha doğrusu yaptığım her şeyin anlamsız olduğunu biliyordum ama artık kendim üzerinde bir gücüm yoktu… artık kendimi anlayamıyordum.. Hedefimin takıntısı içinde sadece ileri doğru koşuyordum. Gerçi durun bir dakika… belki bunu daha kolay anlamanızı sağlayabilirim… Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?”

Malezya kültürüne ait olan “Amok Koşusu” terimi yine o kültürde gözlenen dehşet verici bir olguyu anlatıyor. Birdenbire cinnete kapılan genç erkek eline geçirdiği palayla kalabalığın içine dalar, önüne çıkan herkesi öldürdükten sonra kendini de öldürür ya da öldürülür. Kendi felaketine doğru hızla koşarken yoluna çıkan her şeyi yok eden bu koşuda,yok etme arzusu ile yok olma arzusunun birbirine geçtiğini görürüz. Kendi varlığını da heba edecek düzeyde katletmeye yönelik bu çılgınlık halinin, sadece edebiyata değil, çeşitli kültürel ve siyasi analizlere de ilham vermiş olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu bağlamda özellikle son yıllarda gözlenen intihar saldırılarını hatırlamak işten değil. Ama sadece bireysel düzeyde yıkıcı eylemler için değil, belirli siyasi rejimlerin mantığını kavramak için de Amok Koşusu bize ilham verebilir. Nitekim burada Foucault’nun Nazi rejimini ırkçı, kıyıcı ve aynı zamanda intiharcı olarak tarif ettiğini hatırlatabilir ve bu hat üzerinden günümüzdeki bazı iktidar oluşumlarını benzer şekilde değerlendirebiliriz.[3]Bu tür analojileri çeşitlemek mümkün elbette ancak analojik düşüncenin sınırlarına çarpmadan ve daha fazla ilerlemeden bu yazıdaki sınırlı amacımı belirtmek isterim. Dediğim gibi, Türkiyeli okurların Zweig hayranı olması, beni olası bazı bağlantılar üzerinde durmaya yönlendirdi ve 2015 sonrası Türkiye’sinde olup bitenleri düşününce, dürtüsel yıkıcılık teması bana oldukça verimli görünmeye başladı. Yeniden şiddetlenen bir savaş ortamında ölüm, öldürme ve şehitlik kültürüne bulanmış ve ağır siyasi şiddet ve terör saldırılarıyla yaralanmış bir ülkede, sarsıcı bir hızla dehşetli bir dönüşüm geçiren mevcut siyasi iktidarın mantığını anlamak için bu terime başvurabileceğimizi düşündüm. Sadece bu da değil. Daha da önemlisi bu yıkıcı ve öz-yıkımcı arzular meselesi, ülkede bir süredir kadına şiddet haberlerinde öne çıkmaya başlayan dehşet verici bir figürü farklı bir ışık altında daha rahat görebilmemi de sağladı. Sözünü ettiğim figür, karısını katlettikten sonra intihar eden koca figürü, veya daha korkuncu hem karısını hem de çocuklarını öldürüp ardından intihar eden baba figürü. Yani tek kelimeyle kıyıcı ve öz-yıkımcı bir baba. Bu yazıda işte bu dehşet figüründen kalkarak, ülkede kadına şiddeti sorununu, siyasi iktidarın dönüşümü bağlamında düşünmeye çalışacağım.

Geriye Sarma

Amok Koşusundan söz ederek aslında filmin son sahnesinde ortaya çıkan dehşet figürüne dikkatinizi çekmiş oldum; şimdi filmi geriye sararak bu noktaya nasıl geldiğimizi anlatmak gerekiyor. Ancak öyküyü nereden başlatmak gerektiği yani filmi ne kadar geriye saracağımız konusunda bir netlik yok ne yazık ki. Aslında filmi sonsuzca geriye sarabilir ve siyasi iktidar, ataerkillik ve kadın öldürme arasındaki bağlantıları ataerkilliğin başından itibaren izleyebiliriz. Ancak şimdilik buna gerek yok, aslına bakarsanız bu soyutluk ve kapsamda bir anlatı kurmak mümkün de değil. Ayrıca, dikkat çektiğim bu figürü açıklamak için genel ve soyut bir ataerkillik kavramına başvurmanın da doğru olduğunu düşünmüyorum. Neden böyle düşündüğüme birazdan geleceğim. Şimdilik sadece 2011 sonrası ülkede olup bitene odaklanmak yeterli olacak. O halde bazı temel hatırlatmalarla başlayalım.

Kadına yönelik şiddet sorunu ve özellikle kadın cinayetleri AKP döneminin en dikkat çeken olgularından biri oldu. 1980 sonlarından itibaren feminist hareketin gündeme sokmaya çalıştığı bu sorun ancak 2000’lerin başından itibaren medyaya yansıyan sarsıcı cinayet haberleriyle birlikte geniş kamuoyunun gündemine geldi. 2007 yılında Adalet Bakanı’nın açıkladığı (ve daha sonra bir yanlışlık oldu diyerek geri çektiği) bir istatistikle konu daha da yaygın tartışılmaya başladı. 2000’li yıllar boyunca bir yandan AKP dönemi ile kadına şiddet arasındaki ilişkinin ne olduğu tartışılırken bir yandan da AB uyum sürecinin yarattığı olumlu iklimde kadın hareketinin bastırmasıyla yasal ve kurumsal düzenlemeler yapıldı. Tüm bu gelişmelere rağmen kadına şiddet ve cinayetler hız kesmedi ve son on yıl boyunca siyasi iktidar bu alanda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği için defalarca uyarıldı; artan şiddetten doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu tutuldu. Bu alanda hala ciddi bir veri tutulmadığı için bianet ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformu gibi sivil örgütler veri toplamaya devam ediyorlar. Bu veriye göre son on yılda toplam 2337 kadın öldürüldü. 2008’de 80 kadın cinayeti işlenmişken bu rakam düzenli olarak artarak 2017’de 409’a yükseldi.[4] Bugün geldiğimiz noktada artık şiddet ile mücadele konusunda hükümetin yetersiz kalmasından değil, doğrudan ayırımcılık ve şiddetin artmasının faili olarak öne çıkmasından söz ediyoruz.[5]

Bu alandaki gelişmeleri kapsamlı biçimde açıklamak yerine şu anki durumun vahametini anlamak için sadece iki olaydan bahsedeceğim. Bunlardan ilki şiddet sorununun devlet katında nasıl göründüğünü açığa vuruyor, diğeri ise yeni devlet yaklaşımının tabanda nasıl yankılandığını gösteriyor. İlki 2016 tarihli Boşanma Komisyonu Raporu.[6] Hülya Gülbahar’ın yerinde bir tespitle “toplumsal cinsiyet alanında fiili hükümet programı” gibi işleyen bu rapor, boşanmaların artmasıyla ailenin çözülmesi paniğini yansıtıyor ve aile politikasını dinselleştiren, boşanmaları zorlaştıran ve kadını ve çocuğu şiddete daha fazla maruz bırakma riski taşıyan önlemler içeriyordu. Nitekim izleyen dönemde bu önerilerin hemen gündeme alındığına şahit olduk.İktidarın boşanma sorununa kafayı takması hususu önemli çünkü bu hassasiyet, yeni rejimin boşanma ve kadına şiddet arasında nasıl bir bağlantı kurduğunu ya da daha doğrusu varolan bağlantıyı nasıl yorumladığını gösteriyor. Bu mantığa göre, aile içi şiddet, ailenin çözülmesiyle ilişkili görülüyor ve boşanmayı zorlaştırmak şiddeti azaltacak bir önlem olabilirmiş gibi sunuluyor. Boşanma ile cinayet arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu görmüş olmaları şaşırtıcı değil elbette çünkü bu bağlantı istatistiki verilerle de doğrulanıyor.[7] Nitekim cinayetlerin çok büyük bir kısmında kadının kocasından ya da sevgilisinden ayrılmayı istemesinin veya ayrılma sürecindeki gerilimlerin temel neden olduğunu biliyoruz. Burada tuhaf olan, boşanmayı engelleyerek şiddetin azaltabileceğine dair geliştirdikleri ters akıl yürütme biçimi. Yine de bu ters mantık tabanda da hemen yansımasını buldu ve bu söylem kadın cinayetlerini meşrulaştıran bir şekilde popülerlik kazanmaya başladı.

Bu yukarıdan aşağıya etkileşimin nasıl gerçekleştiğini anlamak için İslamcı-yandaş bir gazetecinin 2017 yılındaki Twitter yorumlarına bakalım: Fatih Tezcan’ın paylaştığı skandal yorumlar,devlet ile hane reisi arasındaki “gerilim” üzerine oynayarak, ikisi arasında daha üst bir birliğe ulaşma gayretini temsil ediyordu. Tezcan, boşandığı karısının çocukları kendisine göstermediğini ileri sürerek “bir baba yine çocuklarını göstermeyen anneyi öldürürse, devlet buna ne diyecek?” ve “devlet ne hakla babalara velayet işkencesi ediyor”? soruları eşliğinde kendi davasını politikleştirdi. Üstelik karısını şizofrenik, paranoyak, ateist ve de devlet düşmanı olmakla suçlamak yoluyla velayeti kendi üzerine almak konusunda Aile Bakanı’nı ikna etmeyi başardı. Tezcan veriye dayalı olarak konuşuyor ve “işlenen ve işlenecek kadın cinayetlerinin % 80’i bu anlattığım kangren olmuş kanunların çıldırttığı babalarca işleniyor” diye yazıyordu. Tezcan’ın devlete yönelik çağrısı aslen “vahşi Hristiyan kanunu” olarak gördüğü Medeni Kanun’un değiştirilmesi yönündeydi ve sonraki süreçte başta nafaka ve velayet olmak üzere Medeni Kanuna yönelik, Yeni Akit gazetesinin kışkırttığı saldırıların yaygınlaşmasına zemin hazırladı. Boşanma Komisyonu Raporu’nun gündemi ile tabanda yaygınlaşan eril tepkileri birlikte düşündüğümüzde durumun ne kadar vahim bir hal aldığını görebiliriz.

Şimdi, buraya nereden ve nasıl geldiğimize dair pek çok şey söylenebilir, söylenip yazılıyor da zaten. 2015 sonrasında ve OHAL altında ne tür bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu ve bu yeni rejimin nasıl ağır bir eril karakter taşıdığını yazıp duruyoruz.[8] Elbette her şey 2015 sonrasında başlamadı. Bu yeni rejim 2015 sonrasında ve OHAL koşullarında ağır bir biçim almış olsa da temel koordinatları 2010’dan itibaren belirginleşmeye başlamıştı. Bu süreç, Erdoğan’ın üç çocuk ısrarından başlayarak, 2012’deki kürtaj açıklamasına uzandı ve sonrasında hız kesmeden ilerledi. O zamandan günümüze gelene kadar hükümetin doğum yanlısı ve anneliği yücelten, kadın emeğini bu önceliğe göre şekillendiren, aile politikasını dinsel değerler ve kurumlarla çevreleyen muhafazakâr politikası netleşti ve birçok yasal düzenleme yapıldı. Öte yandan bu süreçte toplumda da, hükümetin bu muhafazakâr gündemini aşan, ondan destek alan ve onunla etkileşim içine giren kadın düşmanı, İslami-faşizan bir müdahale alanı da ortaya çıktı. Sonuçta varılan noktada aile, kadın bedeni ve cinsellik alanında, bir yandan hak kaybı ve ihlali içeren yeni yasal düzenlemeler dayatılırken bir yandan da keyfi idari tutumlar, mobbing, polis baskısı, faşist saldırı, sokak tacizi, sansür gibi çeşitli biçimler alan kesif bir baskı ortamı oluştu.

Yakın Çekim

Buradaki amacım çok bildiğimiz ve sık tekrarladığımız bu olaylara bir kez daha dikkat çekmek değil. Olgusal gerçeklerin ötesinde bu tablonun ne anlama geldiğini yorumlamamız ve daha derin kavrayışlara varmak üzere farklı sorular sormamızı gerektiren bir durum var karşımızda. Elbette siyasi iktidar ile cinsiyet rejimi ve şiddet arasındaki ilişkinin mahiyetinin ne olduğu sorusu yeni sorulmuyor ve bu alanda çok geniş bir feminist literatür şimdiye kadar çok değerli katkılar yapmış bulunuyor. Yine de içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte bu sorunun bir kez daha ve hayati bir aciliyetle sorulması gerektiği de açık. Bu deneme yazısında, bu zengin literatüre hakkını verecek tarzda bir değerlendirme yapacak değilim. Daha çok Türkiye bağlamında öne çıkan mevcut hâkim yaklaşımın göz ardı edilen farklı bir bakış açısının önemine dikkat çekmek istiyorum.

Mevcut durumda hem yaygın feminist söylemler hem de akademik analizlerde, AKP döneminde artan cinsiyetçilik ve şiddet sorununu toplumsal cinsiyet eşitliği ve/veya ataerkillik çerçevesinde ele alan ve artan eril şiddeti ataerkilliğin gücünün somutlaşması olarak değerlendiren yaklaşımların öne çıktığını görüyoruz. Ülkede hâkim feminist söylemlere baktığımızda iki farklı söylemin birbirine karıştığını söyleyebiliriz. Bunlardan biri “erkek devlet” sloganında ifade bulan radikal aktivisit söylem, diğeri ise devleti, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama görevini üstlenmeye çağıran uzmanlık veya sivil toplum söylemi. Bu ikisi zaman zaman iç içe geçiyorsa da aralarında bir gerilim de olduğu tespit edilebilir. Her durumda ister ataerkillik altında her devlet yapısal ve zorunlu olarak eril görülsün isterse AKP aileci ve muhafazakâr politikaları nedeniyle devlet sorumluluğundan uzaklaşmış olarak alınsın, bu yaklaşımlarda toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ataerkillik, gelenekselcilik, muhafazakârlık ve ailecilik gibi kavramların temel açıklayıcı kavramlar olarak öne çıktığını söyleyebiliriz. Sahada etkili olan feminist söylemlerin yanı sıra, feminist akademide bu konunun ele alınışına bakarsak yine fazla genelleştirme pahasına şunu gözlemliyoruz: Feminist akademik yazında son yıllarda hızla gelişen literatür, ülkedeki mevcut iktidar yapısının cinsiyeti meselesini, daha çok bio-politika çerçevesinde, neo-liberalizm ve neo-muhafazakarlık eksenlerinin etkileşimi üzerinden okumaya çalışıyor.[9] Bu literatürde ister ataerkillik kavramı kullanılsın (ki çoğu zaman bu kavram kullanılmıyor)ister başka bir kavram tercih edilsin, temel olarak neo-liberal dönüşümlerin neden ve nasıl aileci muhafazakârlığı beslediği ve ondan beslendiği sorusu çeşitli açılardan analiz ediliyor. Şimdi, elbette hem aktivist söylemler hem de akademik analizler cinsiyet eşitliği davasına ve kadına şiddete karşı mücadeleye çok çeşitli ve farklı düzeylerde katkı yaptılar, yapıyorlar. Yine de, tüm bu farklı açıklama ya da paradigmaların öne sürdüğü kavram setleriyle tam anlaşılmayan bir şeyler var gibi geliyor bana. Ne genel bir ataerkilliğe ya da erkek devlete referans vermenin ne de AKP’nin aileciliğini ya da neo-liberal muhafazakârlığını öne sürmenin özellikle artan şiddet meselesini anlamakta yeterli olduğunu düşünüyorum.

Daha geriye ve daha yakına…

Benim görüşüm son yıllarda öne çıkan bir başka hat üzerinden ilerlemenin daha faydalı olacağı yönünde. Bu hat ataerkilliğin gücü yerine onun krizinden ve ona eşlik eden erkeklik krizinden söz etmemizi sağlıyor. Erkeklik krizi ve onun şiddet ile olan bağıntısına dair zengin bir literatür çoktan birikti zaten.[10]Buna karşın, “ataerkilliğin krizi” nden söz etmek pek o kadar popüler değil. Bunun temel nedenlerinden birisi feminist literatürde uzun süredir ataerkillik kavramının düşmüş ve yerini toplumsal cinsiyet ve cinsiyet rejimi türü kavramlara bırakmış olması. Ataerkillik kavramı uzun zamandır, haklı olarak, indirgemeci, hantal ve fazla soyut olmakla ve ayrıca ikili cinsiyet mantığına hapsolmakla eleştirildi. Bu eleştirileri saklı tutmak üzere, şimdilerde mevcut cinsiyet rejimleri ve düzenlemelerinin çok zorlandığı ve şiddetli eril tepkilerin yükseldiği bir tarihsel momentte belki de daha arkaik olana, düzenleme mantıklarının gerisinde işleyen daha temel şeylere odaklanmak anlamlı olabilir. Nitekim popüler kullanımda olduğu gibi akademik yazında da kavramın giderek daha sık kullanılmaya başladığını görüyoruz. [11]

Şu anda ataerkilliğin krizinden söz etmenin bir başka zorluğu ise, uzun zamandır tecrübe ettiğimiz şekliyle modern ataerkilliğin zaten sürekli içkin bir kriz halinde olması. Klasik ataerkilliğin tarihe gömülmesiyle birlikte 19. yüzyıldan itibaren modern ataerkillik olarak tecrübe ettiğimiz ne varsa aslında sürekli ve bünyeyi bir krizle damgalanmış bulunuyor. Bir yandan eşitlik ilkesinin mevcut her hiyerarşiyi sarstığı genelleşmiş bir demokratik devrimin bir yandan kadın özgürleşmesi hareketinin sarsıcı etkileri sonucunda klasik ataerkilliğin sağlam zeminini çoktan parçalamıştı. Özellikle 1970 sonrasında hız kazanan bu muazzam toplumsal ve kültürel dönüşümün çok sarsıcı sonuçlar doğurduğu teslim edilmelidir. 1970 sonrasından başlayan ve günümüze kadar kırılarak gelen ve şimdilerde tekrar yükselen büyük sağ dalga, asıl olarak 68 sonrası bu sarsıcı radikal demokratik momente karşı gelişen bir tepki olarak görülebilir. Burada elbette herhangi tekil bir coğrafyayla sınırlı bir şeyden değil, ülkeleri farklı biçimlerde etkileyen dünya-tarihsel bir olaydan söz ediyoruz. 1980 sonrasında neo-liberal küreselleşme bağlamında iki farklı tarihsel eğilimin birbiriyle çarpışarak iç içe geçmesi sonucunda mevcut toplumsal cinsiyet düzenlemelerini köklü biçimde yerinden eden bir durum oluşuyor. Bir yandan kadın ve LGBT özgürleşmesini içeren radikal bir eşitlik talebi var ki bu sadece mevcut cinsiyetler arası ilişkiler dengesini değil, bizzat ikili cinsiyet rejiminin de temellerini sarsıyor. Öte yandan küresel neo-liberalizm, toplumsal dokuyu tüm hücreleriyle derinden kuşatarak çözücü etkiler yaratıyor.

Elbette mevcut kriz, ataerkilliğin tarihsel krizi olarak değil de sadece refah devleti dönemine özgü belirli toplumsal cinsiyet düzenlemelerinin krizi olarak da okunabilir. Kadın emeğinin işgücüne esnek emek olarak sürüldüğü neo-liberalizm ile kadının aile içindeki rolüne geri çağrıldığı neo-muhafazakâr politikaların birbiriyle uyumlu işleyen yeni bir düzenleme biçimi oluşturduğu da söylenebilir. Ancak bana kalırsa, ne kadın emeğinin neo-liberal kullanımları ne de aileci politikalar ve bunları saran yeni düzenleme mantıkları, mevcut krizin derinliğini ve ona karşı geliştirilen eril restorasyonun gücünü ve şiddetini açıklayabiliyor. Deniz Kandiyoti’nin de dediği gibi “eril restorasyon” ve ona eşlik eden şiddet, ataerkilliğin rutin işleyişi ya da gelenekselciliğin geri dönüşü ile değil ancak onun yıkılışı ve kadınların baskı altına alınmasının artık hegemonik olarak güvence altına alınamayışı ile açıklanabilir.[12] Başka bir ifadeyle hegemonik olarak düzenlenebilen değil düzenlenemeyen bir durumla karşılaştığımızı kabul etmeliyiz. Bu nedenle neo-liberal ya da neo-muhafazakâr düzenleme gayretlerine dikkat çekmekle birlikte her tür düzenleme girişimini zorlayan, tutarsız, kaotik ve ters işlevsel kılan daha derin dinamikleri de göz ardı etmemek gerekiyor.

Dahası var. Ataerkilliğin bu büyük krizini sadece cinsiyetler arasındaki güç dengelerinin ciddi şekilde sarsılmasına bağlı olarak açıklamak da yeterli değil. Güncel krizin derinliği ikinci bir eksende meydana gelen bir diğer gelişme ile doğrudan bağlantılı ki ancak bu iki ekseni birlikte düşündüğümüzde tablonun karmaşıklığını tam olarak anlayabiliriz diye düşünüyorum. Bu ikinci eksen, erkekler arası bir dayanışma olarak kurgulanan ve tecrübe edilen toplumsal birliğin post-modern ve neo-liberal çözülmesiyle ilgili. Bu derin tarihsel çözülüşün nedenleri hakkında fazlaca detaya girmeden bu durumun ataerkillik açısından doğurduğu sonuçlara dikkat çekmekle yetineceğim. Hane reisi erkekler arasında yapılan bir sözleşme olarak kurgulanmış olan erkek kardeşler arası toplumsal birlik fikri, tarihsel olarak bir kez daha ve bu kez daha derinden sarsılıyor. Toplumsal parçalanma, kronik işsizlik, güvencesizlik, dışlanma ve ayrımcılık gibi sorunlarla örülen ağır bir yapısal şiddetin hüküm sürdüğü tarihsel koşullarda sadece erkeklik değil, toplumsal birlik algısı da çok yönlü bir tehdit altında kalıyor. Bu yapısal şiddetin kadın ve erkeklere ve erkekler arası ilişkilere ne yaptığını anlamak için Zeynep Direk’e kulak verelim. Direk son kitabında E. Balibar’ın şiddet üzerine görüşlerine ve Bertrand Ogilvie’nın “atılabilir adam” kavramına dayanarak güncel krize dair ufuk açıcı fikirler geliştiriyor.[13]Atılabilir adam, yurttaşlık konumu hiçe sayılmış, bir işe yaramayan, hakları ve geleceği olmayan, sadece etnik, dinsel ve cinsiyet kimliğine sarılabilecek olan adamdır. Atılabilir erkekleri üreten neo-liberal küresel düzende kadınların da sadece atılmakla kalmayıp aynı zamanda öldürülebilir olduğuna işaret eden Direk şöyle yazıyor; “atılabilir adam egemen iktidarla toplumsal cinsiyet sayesinde özdeşleşme kurarak, böylece kadına ve çocuğa tahakküm ederek, onları hizmetkârı haline getirerek ultra-özne oluyor”.[14] Ayrıca Direk “Buna eril tazmin, ataerkilliğin modern hukuk düzeninin aşmış olacağı varsayılan imkânlarının geri dönüşü, modernliğe musallat oluşu mu demek gerekir” diye soruyor. Direk’in yazdıklarını okurken, erkekler arasında bozulmuş olan sözleşmenin bu kez egemen erkekle özdeşleme yoluyla kadınlara karşı dayanışma üzerinden geri çağrıldığını anlıyoruz. Arkaik ataerkil sözleşmenin geri çağrılması ve erkekler arası temel dayanışmanın hatırlatılması vurgusu önemli gerçekten. Demek ki bu bağın hatırlatılması gereken bir durum söz konusu. Nitekim Kandiyoti de Türkiye’de kadına şiddet davalarında yargının neden erkeklere destek çıktığını açıklamaya çalışırken, erkeklerin devlete bağlılığının aile içinde kadınlar üzerindeki egemenlik üzerinden kurulan eril dayanışmaya bağlı olduğuna dikkat çekiyor, böylece bu bağın hatırlatılmasını gerektiren bir kriz durumu olduğunu ima etmiş oluyordu. [15]

Tuhaf Şey

Kandiyoti ve Direk’in yaklaşımlarının işaret ettiği yönün temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Yine de burada sahneye tam olarak uymayan, tuhaflık olarak göze çarpan bir şeyler var. Ataerkil sözleşmeye ve aileye geri dönüş teması ile açıklanamayacak şeyler… Belki de ataerkilliğin modernliğe musallat oluşunu değil de, ataerkilliğin kıyısındaki bir başka şeyin veya ona içkin tedirgin edici bir ihtimalin geri dönüşü ihtimalini düşünmemiz gerekiyor. Eğer bu ihtimal gerçekleşmiş ise o halde ataerkilliğin temel yapı ve kurumlarına dair bir tehdit var demektir. Devlet ve Yasa ile birlikte aile de çözülüyor demektir. Egemen erkeğin ve hane reisi erkeğin birlikte güçlenmesine değil de birlikte çöküşü fikrine odaklanırsak, biraz farklı şeyler de görüş alanına girecektir. Burada, güçlü devlet tarafından savunulan güçlü aile formülü ideolojisinin gizlediği bir olgudan, yani Devlet ve Yasa’nın çöküşüne eşlik eden ataerkil ailenin çöküşünden söz ediyorum. Yasa’nın çöküşünün ardında belki de ataerkil sözleşmeden daha da arkaik bir gücün, ataerkil sözleşmeyle kurulan erkekler arası birliğin içinde sürekli gerilim yaratan bir başka figürün yükselişini sezebiliriz.

Arkaik sözleşmenin kurucu dışsallığı olarak iş gören ve ataerkil toplumsallığın bağrında sürekli bir yarık oluşturan bu figür, ilksel Baba figürüdür. Bu Baba’nın herhangi bir aile babasından nasıl farklı olduğunu ve aralarında nasıl bir gerilim olduğunu anlamak bizim için önemli. O halde Freud’a kulak verelim. Freud’un Totem ve Tabu kitabındaki anlatı, bize ataerkil iktidarın sembolik kuruluşunda iki farklı Baba figürünün etkili olduğunu gösteriyor.[16] Tarih ve uygarlık öncesinde yer alan, ilksel sürü şefi Baba, tüm güçlü ve katıksız ve dolayımsız bir zevkle donanmış olarak tahayyül edilir. Aile ve akrabalığın, yasa ve düzenin, totem ve tabunun öncesinde yer alan bu tüm-güçlü erkek, tüm kadınlar üzerinde cinsel tahakküm kurduğu gibi, tüm erkek çocuklarını da sürüden dışlamıştır. Anlatıya göre, insan toplumunun kuruluşu, işte bu mutlak keyifçi despot Baba’nın erkek çocukları tarafından öldürülmesi ve ardından yasa ve aile düzeninin temellerini atan yasak ve tabuları getirmeleriyle gerçekleşir. Yani insan toplumsallığı temelde erkek kardeşler arası bir eşitlik ve kadınlar üzerinde kurallı bir tahakküm anlaşması olarak başlamış, böylece öldürülen Baba’nın yerini Baba’nın Yasası almıştır.

Söz konusu anlatı, bu kurucu şiddet eyleminin uygarlık içinde süregelen sonuçları olduğu konusunda da bizi uyarır. Bir yandan bu suçtan kaynaklanan vicdan azabı bir yandan da tahakküm nedeniyle sürekli olarak bozulan erkek kardeşliği, zaman zaman akranlardan bir tanesinin diğer erkekleri tümden ezerek öne çıkmasına zemin hazırlamıştır. Güçlü devlet ve kurumsal dinin öne çıktığı her bağlamda bu Despot babaya karşı işlenen suç telafi edilmeye çalışılıyor gibidir. Bazen de bu despot Baba figürü, devlet ve din üzerinden değil de doğrudan eski tüm-güçlü konumu arsızca talep eden ve diğerlerini zorla köleleştiren Şef olarak tezahür eder. Bu Şef, aile babası değil, hatta artık Baba’nın Yasasını temsil eden bir figür de değil, Yasa tanımayan, intikamcı, ihlalci ve kıyıcı erkek figürüdür. Bu Erkek figürü ve onun temsil ettiği iktidar yapısı ile sıradan hane reisi erkekler arasında pürüzsüz işleyen bir birlik olduğunu veya Despot’un gücünü onların gücünden devşirdiğini ya da onların gücünü yansıttığını varsaymak yanlış olur. Bu egemenlik, daha çok Zeynep Direk’in dediği gibi, “diğer kardeşlerin özne konumlarını kaybettikleri veya riske ettikleri” bir egemenlik biçimidir ki ancak korku ve büyülenmeyle işleyebilir.[17]

Son sahne

Günümüzde tahakküm mekanizmaları çok derinleşmiş ve Yasa büyük bir gürültüyle çöküyor iken açılan boşlukta beliren dehşet verici şey, işte bu figürdür: intikamcı, kıyıcı ve istismarcı Baba. Yasa ile sınırlanmış bir Arzu ile değil, sınırsız ve arsız bir keyif ile dürtüsel olarak avının peşinden koşan Erkek ve erkekler. Amok koşucuları. Peki ya intihar? İntihar izleği, hem bu hummaya tutulmuş iktidarın bünyevi sınırlarına hem de ataerkil ailenin tarihsel çöküşüne işaret ediyor. Bu dizginsiz, arsız, hadsiz, hudutsuz ve takıntılı koşunun zorunlu olarak öz-yıkım olduğu ve olacağı anlamına geliyor. Gerçekten de Devlet ve Yasa demek olan Baba’nın Yasası çökerken, hane reisi babaların ve aile kurumunun güçlenmesini beklemek tuhaf olurdu. Yasa çökerken açılan boşluk, aile değerleri söyleminin ve aileci muhafazakâr politikaların asla kapatmayacağı kadar devasa bir boşluk.

Bir Arzu, Bir Umut

Filmin sonunda “Peki bu bizim için iyi haber mi, kötü haber mi?” diye sorabilirsiniz. Ataerkilliğin modern versiyonunun tarihsel bir krizde olduğunu düşünmek bize iyi gelebilir ancak bunun ağır bedelleriyle yüzleşmek moral bozucu olacaktır. Üstelik bu şiddetin sadece kadınlara yönelik olmadığını, her yerden türeyerek her yere sirayet ettiğini de görmek çok korkutucu. Herkesin herkese karşı savaşına doğru yol alıyoruz ne yazık ki. Cinsiyetler arasındaki savaş, hem bu genelleşmiş ve derinleşmiş savaş ortamını besliyor hem de ondan besleniyor. Ben daima feminizmin sadece savaşan taraflardan biri olarak konumlanmak yerine, savaşa son verecek bir mantığın ve mücadelenin parçası olmasını arzu ettim. Bu yazıda sergilediğim yaklaşım bu arzudan beslendiği gibi, vardığım sonuç da bunun ne kadar hayati olduğu konusundaki inancımı destekliyor. Kadınların tarihsel güçlenmesi, sadece cinsiyetler arasındaki güç dengesini sarsmakla kalmadı, kapitalizm, devlet ve siyasete dair pek çok şeyi de dönüştürdü. Ancak eğer hep birlikte bir geleceğimiz olacaksa, eğer bu büyük yıkımın altında kalmak istemiyorsak, bundan sonra madalyonun iki yüzüne de aynı anda bakmalıyız. Ataerkil krizin yarattığı ”erkeklik” krizi olarak tecrübe edilen toplumsal sorun öbeklerine feminist yanıtlar üretme cesaretini sergilemeli, ”herkes için feminizm”i anlamlı bir seçenek, bir umut haline getirmeye çalışmalıyız. Bana giderek daha açık görünen bu fikir ve inanç doğrultusunda okuyucuları ikna etmek için bu deneme yazısında ”gelişigüzel” söylenenlerden daha fazlasının çok daha etkili biçimlerde yazılıp söylenmesi gerektiği konusunda şüphe yok elbette. Yine de burada ”gelişigüzel”(ne de olsa güzel bir şey) söylenenlerin düşünceye ve mücadeleye küçük de olsa bir katkısı olmasını umuyorum.

 


[1]www. idefix.com/turkiye-ne-okuyor?Zweig, Zülfü Livaneli ve Sabahattin Ali’yi geçmiş oluyor.

[2]S. Zweig, Amok Koşucusu, çev. N. Ermiş, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2016, s. 30-31.

[3]M. Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Ş. Aktaş, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 266.

[4]Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 2017 Raporu. kadincinayetlerinidurduracagiz.net

Bianet, Erkek Şiddeti Çetelesi. Bianet.org/kadin/bianet

Ayrıca bkz. kadincinayetleri.org

[5]Bu konudaki son gelişmelerin değerlendirilmesi için Nisan Kuyucu’nun Bianet yazılarına bakabilirsiniz.Nisan Kuyucu, “Ayrımcılık Önlenmiyor, Resmi Söyleme dönüşüyor”, Bianet, 14 Haziran 2017. “İstanbul Sözleşmesi ne diyor, devlet ne yapıyor?”, 17 Haziran 2017, “Şiddete Karşı Koruma ve Destekleme Yükümlülüğü mü? Bir telefon hattı bile yok”, 15 Haziran 2017.

[6]Boşanma Komisyonu Raporu diye anılan bu rapor ve 2016 yılında Meclis Araştırma Komisyonu olarak sunulan raporun tam adı şöyle: “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi için Alınması Gereken Önlemler

[7]Kadın cinayetlerinin nedenlerine göre sınıflandırıldığı veri için bkz: kadincinayetleri.org

[8]OHAL sonrası kadın haklarının durumu hakkında HDP milletvekili Filiz Kerestecioğlu’nun yazdığı ve Avrupa Konseyi Eşitlik ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’a sunulan rapora bakabilirsiniz: “Türkiye’de Kadın Hakları İhlalleri Raporu”. Ayrıca bkz. Zeynep Kıvılcım, “Gendering the State of Emergency Regime in Turkey”, Azadeh Kian ve B. Türkmen (ed.) “Transformations of Gender Regime in Turkey”, Les Cahier du CEDREF, Transformations of the Gender Regimes in Turkey, 22/2018.

[9]Bu konuda en yeni çalışmalar için 2018 yılında Les Cahiers du CEDREF adlı derginin bu konuya ayırdığı ve Azadeh Kian ve Buket Türkmen tarafından hazırlanan özel sayı içindeki yazılara bakılabilir; Les Cahier du CEDREF, Transformations of the Gender Regimes in Turkey, 22/2018.

Ayrıca bkz; A.Güneş-Ayata ve Gökten Doğangün, “Gender Politics of AKP: Restoration of a Religious-conservative Gender Climate”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies,19:6, 2017.

F. Acar ve G. Altunok “ThePolitics of intimate at theintersection of neo-liberalism andneo-conservatism in contemporary Turkey”, Women’s Studies International Forum, 41( 2013).

G. Altunok, (2016) “Neoconservatism, Sovereign Power and Biopower: Female Subjectivity in Comtemporary Turkey”, Research and Policy on Turkey,1:2, 2016.

S. Coşar ve M. Yegenoğlu, (2011) “New Grounds for Patriarchy in Turkey: Gender Policy in the Age of AKP”, South European Society and Politics”,16:4

D. Kandiyoti, (2016) “Locating the politicis of gender: patriarchy, neo-liberal governance and violence in Turkey”, Research and Policy on Turkey,1:2

[10]Bu konuda şu kaynaklara bkz: R. W. Connell (2005) Masculinities, 2.nd Ed. Berkeley, University of California Press.

Roger Horrocks, (2010) Masculinities in Crisis: Myths, Fantasies and Realities, Palgrave MacMillan.

Anthony Clare, (2001)On Men: Masculinities in Crisis, Arrow Books.

K. Carrington, A. McIntosh, J. Scott (2010) “ Globalisation, Frontier Masculinities and Violence”, British journal of Criminology, 2010: 50.

[11]Kavramın politik olarak da yeniden popülerlik kazanmasıyla ilgili geniş bir değerlendirme için bkz; C. Higgins, “The Age of Patriarchy: how an unfashionable idea became a rallying cry for feminism today”www.theguardian.com, 22 Haziran 2018.

[12]D. Kandiyoti, (2016) “Locating the politics of gender: patriarchy, neo-liberal governance and violence in Turkey”, Research and Policy on Turkey,1:2.

[13]Zeynep Direk, Cinsel Farkın İnşası: Felsefi Bir Problem olarak Cinsiyet, Metis, 2018.

[14]a.g.e., s.203.

[15]Kandiyoti (2016), s. 110.

[16]Freud, Totem veTabu, çev. K. Şipal, Say Yayınları, 2012. Freud’un bu eserdeki anlatısından hareketle Zizek bize iki baba figürüne dair ilham verici bir yorum sunuyor ki ben de bu yorumdan besleniyorum. Zizek’ın analizi için bkz. S. Zizek (2005), Oedipus nereye gidiyor?, Gıdıklanan Özne içinde,s. 373, çev. Ş. Can, epos, İstanbul. Ayrıca Zizek’in yorumunu izleyerek yaptığım bir başka ilgili değerlendirme için benim Cinsellik, Şiddet ve HukukFeminist Yazılar (dipnot, Ankara, 2013) adlı kitabımdaki şu makaleye bakılabilir: Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet, özellikle s. 56-62.

[17]Direk, (2018) s. 204.