Althusser ve Zavallı Pop Müzik

Aşırı basitleştirme pahasına, Fransız Marksist Louis Althusser’in “çağırma” [interpellation] kuramının oluşumu, öznelliğimizin -ya da ‘kendilik’ olarak tarif edileni eklemleyebilmemizi sağlayan söylemlerin- pop müzik gibi ‘sıradan’ ve ‘gündelik’ şeyler tarafından ne ölçüde şekillendirildiğini anlama konusunda inanılmaz derecede yararlıdır.

Muhtemelen pop müzik ile çağırma kavramı arasındaki bağlantıyı en fazla çağrıştıran örneklerden biri, Nick Hornby’nin aynı adlı romanından uyarlanan High Fidelity adlı filmin ilk  sahnesinde, John Cusack’ın canlandırdığı başrol oyuncusunun şu sorusunda bulunabilir:

“Zavallı olduğum için mi pop müzik dinledim yoksa pop müzik dinlediğim için mi zavallıyım?”

Bu sorunun çağırma kavramına dair sunduğu kavrayış, bu alıntının alışıldık rasyonel fail mefhumunu karmaşıklaştırmasında ortaya çıkar. Cusack’ın canlandırdığı karakter olan Rob şundan emin değildir: Ayrılığın ardından zavallı bir adam haline geldiği için mi kederli ve hüzünlü parçalar dinlemektedir? Yoksa kalbi kırılmış özne olarak tanımlananla kendisi arasındaki ilintiyi kurarak ayrılık sonrasında zavallı bir adama mı dönüşmüştür? Bir başka ifadeyle Rob’un sorusu, popüler şarkılarda (ve sinema, televizyon gibi diğer popüler medya araçlarında) ayrılığın betimlenme şeklinin hayatı mahveden can sıkıcı bir vaka olarak değil de başka türlü olması halinde, onun kendisini daha farklı hissedebilme ihtimalini gündeme getirmektedir.

Bu durumun Althusser’in çağırma kuramıyla ilgisi, bizim kendilik duygumuzun basitçe bizden kaynaklanan “doğal” birşey olmaktan ziyade aslında ideolojik, yani kültürümüzce şekillendiriliyor olmasındadır. Hatta kendilik duygumuzun oluşması, söz konusu bu kültürel şekillendirme sürecinin unutulması ya da inkâr edilmesi sayesinde gerçekleşir. Şunu söylemeye çalışıyorum; ayrılığa verdiğim tepkinin, kültürümün tam da benden istediği şekilde olması durumunda genellikle yapılan şey, “normal olan da zaten buydu” deyip bunun gerçekten de normal bir tepki olup olmadığını sorgulamamaktır; sorgulanmaz çünkü zaten her zaman ve her yerde verilen tepki tam olarak budur; nitekim popüler metinlerde bununla sürekli karşılaşmaktayım.

Ancak burada üzerinde asıl durulması gereken nokta, popüler medyanın bizlere sunduğu ideolojik öznel pozisyonlara sadık kalmak ya da “daha az ideolojik” sanatsal form arayışına girmek zorunda olmamız değildir. Bunun yerine vurgulamamız gereken husus, hegomonik hale gelmiş görünen popüler metinleri (örneğin aşk acısını anlatan şarkıları) farklı öznel pozisyonlar içerisine nasıl yerleştireceğimizdir.

Mesela aşk acısını ve yalnızlığı anlatan The Smiths’in How Soon is Now parçası gibi popüler bir şarkıyı ele aldığımızda, bu parçanın ilk bakışta, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız çağırma fonksiyonun tam bir sunumunu yaptığı görülür. Şarkıda, yalnız ve genç bir adamın bakış açısından onun arkadaşıyla bir gece kulübü hakkındaki sohbeti ve arkadaşının ona verdiği –kulübe giderse orada biriyle karşılaşabileceğine ilişkin- tavsiye anlatılır. Yalnız ve genç adam “yanlış şekilde” bir ilişki yaşadığı için arkadaşının kendisinin suçladığını düşünerek kırılır ve kendisinin de bir “insan olduğunu ve başkaları gibi onun da sevilmeye ihtiyaç duyduğunu” hatırlatır. Şarkının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkar ki yalnız ve genç kahramanımız, bu gece klübüne gidip kendi başına takılır, yine kendi başına buradan çıkıp evine giderek “ağlayıp ölmeyi ister.” Aşk acısına ilişkin klişe duyguların yeniden üretimini sağlayan bu tür duygular, hüzünlü ve ağlak halleriyle dinleyiciyi etkileyebilir. Dahası, bu metnin yukarıda değinilen ideolojik tarzda bir işlevsellik taşıdığına yönelik bir okuma yapılması da mazur görülebilir. Ancak bunun için böyle bir okumanın, partner bulma çabasının yıkıcılığını doğal ve de tartışmasız olarak kabul etmemesi ve sanki insanın aşkı bulma kapasitesi “doğal” ve “evrensel”miş ve politik eylem veyahut da estetik başarı gibi diğer praksis biçimlerinden daha önemliymiş gibi bir kabulden hareket etmemesi gerekir.

Bu metni okumanın bir diğer yolu ise metnin bizatihi kendinde bulunabilir. Bunun için okuyucunun yapması gereken, metnin içinde yer alan bazı dışsal öykü ve de durumlara ilişkin varsayımları bir tarafa bırakıp metnin gerçekten de dinleyiciye seslendiği ihtimaline kulak vermektir. Morrissey “kapa çeneni/nasıl söyleyebiliyorsun/yanlış şeyler yapmakta olduğumu?/bir insanım ve sevilmeye ihtiyacım var/tıpkı diğer herkesin olduğu gibi” dediğinde Morrissey’in “doğru şekilde” ilişki yaşamaya yönelik tavsiyelerine uymayan bazı arkadaş ve tanıdıklarına seslendiğini varsaymak hayli kolaydır. Bu şekildeki bir okumada, şarkının sadece aşk hakkında, aşkı bulma mücadelesi hakkında olduğu görülürek romantik aşkın, çağımızın öznelliğinin merkezinde olduğu teyid edilmiş olur.

Bununla birlikte bu şarkı çok daha varoluşsal bir yoruma da cevaz vermektedir. Örneğin, bu şarkıyı belli bir ‘karakter’e -yalnız ve genç bir adamla onun arkadaşına- değil de kendisini şarkıyla özdeşleştiren bir dinleyiciye yöneltirsek ne olur? Ne tür bir hareket, ontolojik yalnızlık hali ya da yabancılaşma olarak adlandırabileceğimiz fenomenlerin aslında ne olduğunu ortaya koyan soruları soran bir şarkıyı potansiyel olarak meydana getirebilir? Etrafınızda insanlar varken ya da biriyle devam eden bir ilişkiniz varken bile yalnızlık ve yabancılaşma duygusu yüzünden yalnız olabilir misiniz? Bir kulüpte tek başınıza takılabilir misiniz? Tek başınıza eve gidebilir misiniz? Ya da ağlayıp ölmek isteyebilir misiniz? Doğrusu, bizler pop müziğini “aşık olmak=iyi”, “aşık olmamak=kötü” şeklindeki basit ikiliği teyid eden bir şekilde ele alıyorken, romantizmin o klasik öznesine -istikrarlı bir ilişki yaşayıp düzenli seks yapan öznesine- bir şekilde rastlamak mümkün değil midir? Yalnızlık hissine ve benlik duygumuza nüfuz eden yabancılaşma duygumuza ilişkin sorulara değinmemek için hala hiçbir şey yapılmamış olabilir mi?

Bu şekilde yaklaşıldığında, belki de Morrissey’in “kapa çeneni/nasıl söyleyebiliyorsun/yanlış şeyler yapmakta olduğumu?/bir insanım ve sevilmeye ihtiyacım var/tıpkı diğer herkesin olduğu gibi” şeklindeki sözleri -şarkıda bulunduğunu varsaydığımız bir karakter olan- başkahramanın ‘arkadaşı”na yönelik bir mesaj olmaktan ziyade aşkın ve yalnızlığın ontolojik halini dikkate alarak bizlere içinde yaşadığımız kültürel düzenin dışında yeni bir pozisyon sunan bir tür çağırma, seslenme ya da hitap formudur. Gerçekten de eğer Morrissey’in hüznüne ve duygusallığına dudak büküyorsak ya da aşk acısı sırasında “doğal olarak hissettiklerimizi” ifade ettiği için onu takdir ediyorsak, bunun nedeni aşk acısının karışık ve karmaşık tasvirini ‘bildiğimizi’ hissetmemiz ve tam da bundan dolayı bu tür bir ‘doğal’ hissin inşa edilmiş karakterini inkâr ediyor olmamızdır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bir taraftan sevme ihtiyacının insan varlığının en temel unsuru olduğu konusunda Morrissey’e hak verirken, diğer taraftan -geçici de olsa- benliğimizden uzaklaşıp ve aşkın ne anlama geldiği ve ne tür biçimler alabileceğine yönelik o bilindik soruları bir tarafa bırakıp ciddi bir sorgulamaya girmeliyiz; veyahut da Morrissey’in dediği gibi öncelikle “çenemizi kapamayı” öğrenip bu tür soruları yeniden sorabilmeliyiz.

* * *

Yazının orijinali için bkz. http://www.critical-theory.com/althusser-and-miserable-pop-music/